28 Mart 2013 Perşembe

BBC TÜRKÇE: NEWROZ ÖNCESİ FIRAT ANLI İLE SOHBET

-->
FIRAT ANLI : BİR KÜRT OLARAK SORUYORUM BANA NE VAADEDİYORSUNUZ?

Kumru Başer, Diyarbakır, BBC Türkçe
20/03/2013 



Newroz parkında yapılacak büyük kutlamaya saatler kala BDP il örgütünde büyük organizasyonun son rötuşları yapılıyor.

Kalabalıklaşan kentteki sohbetler ise ille de gelip Öcalan’ın nasıl bir mesaj yollayacağına ve “süreç”in nasıl gelişebileceğine dair tahmin ve beklentilere dayanıyor.

Bu tartışmalarda sürece dair en çok sorulan bazı soruları, 2004 yılında, Diyarbakır’ın Yenişehir ilçesi belediye başkanlığına seçildiği sıralarda tanıdığım tecrübeli Kürt politikacı Fırat Anlı’ya yöneltme fırsatı buldum.

Tahliyeler başladı mı?

Anlı, 2009 yılındaki bir KCK operasyonunda tutuklandı ve üç yıl üç ayını cezaevinde geçirdikten sonra  geçen ay tutuksuz yargılanmak üzere tahliye oldu.

Cezaevlerinde tam olarak kaç  Kürt siyasetçi olduğu konusunda çok farklı sayılar veriliyor ama kendisi de avukat olan Anlı “Tahminim 5 bin civarında. Son 5 yıl içinde tutuklanmış legal, demokratik sahada çalışanlar bunlar. PKK’li tutukluları da katarsak 7bin 500’lere geliniyor ” diyor.

Acaba kendisininki de dahil son bir kaç ay içinde gerçekleşen tahliyeler barış sürecinin parçası olarak görülebilir mi?

Anlı bunu söyleyebilmek için erken olduğu görüşünde.

“Üç yıl üç ay tuttuktan sonra koşullarda değişen bir şey yokken, ‘sizi serbest bıraktık’ diyorlar. Demek ki bir irade var. Tesadüf değil  Ama her mahkemede tahliye çıkacak diye bir duygu yok bende.  Sürecin gelişimine paralel gidiyor. Nisan-Mayıs ayına gelindiğinde sistematik olup olmadığı anlaşılır.”

Süreç varsa niye operasyon? 

Diyarbakır sohbetlerinde çok sık dile getirilen sorulardan biri bu.

Acaba bu sağ kamuoyunu yatıştırmaya yönelik bir taktik olabilir mi? Anlı’ya göre “hayır”.

“Bu teze çok itibar etmiyorum. Devletin klasik refleksidir. Barış masasına oturduğu zaman bile karşı tarafa nasıl zarar veririm duygusuyla bakıyor. Kandil bombalanması için ‘Karakol basılacaktı önlem aldık dediler. Belki böyledir. Ama kürtlerin böyle olduğuna inanmasını beklememek lazım.”

‘İmralı’ya gidenleri suçlayabilirler’

Fırat Anlı 2009 yılında yaşananların, bir çok Kürtte kuşku yarattığını vurguluyor.

“2009’da cumhurbaşkanı ‘iyi şeyler olacak’ dedi ve Eylül’de bir süreç başladı. Gelin. bu süreçte olmalısınız’ dediler. Biz de inandık geldik. Sonra fatura bize çıktı.

“Bu sefer adaya giden milletvekilleri sıkıntı yaşar. Yarın Ahmet Türk’e ‘Sen niye adaya gittin?’ diyebilirler. Hakan Fidan’ın peşine düşmediler mi? Ak Parti samimiyet testini geçebilmiş bir parti değil. Başbakanın kendisi de sıkışınca ‘Cemaat yapıyor, ya da devlet bu konuda hemfikir değil diyor. “

“Kime güveneceksiniz? Devlet dediğiniz kimdir? İşler terse gidince muhatap bulamıyorsunuz. Cemaatin kendisi diyor ki , ‘İnanın biz değiliz.’ Aynı söylemi Ak Parti de kullanıyor. O zaman ‘ikisi birlikte yapmıştır’ diye düşünüyorsunuz. Tek mantıklı açıklaması o”.

Umut veren ne var?

Ama Anlı’ya göre son dönem farklı olan bir nokta var.

Hükümetin bir süredir “Devletin birimleri arasında bir koordinasyon sorunu yok” vurgusu yapmasını önemli görüyor.

“Bu kendini bağlayan bir söylemdir. Yarın aksini söyleyemez. Emniyet mit bizi dinlemedi diyemez” diyor.

Fırat Anlı, bütün belirsizliklere rağmen, milletvekillerinin İmrali’ya gitmiş olmasını da önemli buluyor.

‘Hükümet projesini açıklanmalı’

Anlı’nın güven inşası için hükümetten beklentileri arasında, BDP’nin güçlendirilmesi için cezaevlerindeki binlerce partilinin serbest bırakılması ve parlamentonun süreci destekleyici çalışmalara başlaması var.

Ama hepsinden önemlisi, biran önce yürütülen görüşmelerin içeriği ve hükümetin planları konusunda şeffaflığın sağlanmasını istiyor.

“Şu ana kadar sadece işin silahlı boyutu konuşuldu” diyen Anlı, “Birebir bütün ayrıntıları değil ama ana hatların kamuoyuyla paylaşılması lazım” diyor.  

“Hükümet ne yapacak? Bir Kürt insanı olarak soruyorum. Bana ne vadediyorsunuz?  Eyalet sistemi mi , özerklik mi, federasyon mu, kültürel özerklik mi, yoksa Avrupa Birliği yerel özerklik şartını yeterli mi görüyorsunuz?”
Anlı, böyle bir aleniyetin, sürece ilişkin Kürt ve Türk kamuoylarındaki farklı kuşkuların giderilmesi açısından da şart olduğunu söylüyor:

‘Soldan gelen kuşkular incitiyor’

Anlı soldan gelen “Barış süreci demokrasi yanlısı güçlerin aleyhine mi işleyecek?” türünden kaygıların ise, Kürtlere haksızlık olduğunu düşünüyor.

Öcalan’ın da hep yazdıkları, söyledikleri hatta son açıklamalarıyla hep Türklere de hitabetmeye, PKK’yi Türkiyelileştirmeye çalıştığının unutulmaması gerektiğini söylüyor.

“Kürtler bu konuda rüştünü ispat ettiler. Biz hiç pragmatist ‘Aman kendimizi kurtaralım da gerisi bizi ilgilendirmez’ yaklaşımında olmadık.

“Bu güvensizlik bizi incitiyor onu söyliyeyim. Çok sık rastladığımız bir suçlama. ‘Siz bir diktatörle anlaşıp kendinizi kurtarıp bizi unutacaksız’ diyorlar. Asla böyle bir şey yok. Demokrasi, emek, çevre, insan hakları ve cinsiyet özgürlüğü mücadelesini sonuna kadar sürdüreceğiz.”

Öcalan’a itiraz eden olur mu? 

Öcalan’dan gelecek yol haritası karşısında Kürt hareketi bir bütün olarak durabilecek mi, yoksa çatlaklar çıkabilir mi?

Fırat Anlı, Öcalan’ın karizması ve etkisinin küçümsenmemesi gerektiği görüşünde.

“Gerek PKK, gerek halk üzerinde inanılmaz bir etkisi var. Geçmişte de böyle beklenmedik zamanlarda beklenmedik çıkışları olmuştu. İlk etapta bir şok dalgası yaşansa bile süreç içersinde uyum oluyordu.

“Çatlak yarık olmayacak. Görebildiğim kadarıyla cezaevinde de, dışarda da, dağdakilerin, KCK yürütme konseyinin açıklamalarına bakıyoruz. Uyulacağı söyleniyor ve uyulur. Ama zorlanır açık söyleyeyim, çünkü hükümete devlete çok ciddi bir güvensizlik var.”

Anlı, ayrıca ölümü göze alarak dağlara çıkmaya karar vermiş insanların, normal yaşama dönebilmesinin de kolay olmayacağını hatırlatıyor.  






BBC TÜRKÇE: DİYARBAKIR'DA NEWROZ BEKLEYİŞİ


DİYARBAKIR’DA NEWROZ BEKLEYİŞİ

Kumru Başer 
20/03/2013-BBC Türkçe

Diyarbakır uçakları her zamankinden dolu sanki. 

Hostes bir yolcuya,  yanındaki diğer yolcuyu gösterip “Beyefendiye çantasını yukarı koymasını söyler misiniz, Türkçe bilmiyor da” diyor.

Tercüme yapması istenen yolcu sakin bir sesle, “Siz de Kürtçe bilmiyorsunuz” diye cevap veriyor. Hostes alttan alıyor.

Diyarbakır havaalanına indiğinizde  ilk duyduğunuz şey,  hala savaş uçaklarının sesi. 4 tane geçiyor arka arkaya. 

Diyarbakırlılar gibi, jetlere endişeyle bakıp saydığımı farkettim.

NEWROZ'A AKIN

Diyarbakır trafiğine girip, üzerinde “Vatan sevgisi ruhları kirden kurtaran en kuvvetli rüzgardır” yazılı geçidin altından geçerken  taksiciyle sohbet iyice koyulaşmıştı.   “Çok gelen var, bu sene çok kalabalık olacak Newroz” diyor.

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) il örgütü de hummalı bir hazırlık içinde. 

5000 gönüllü ile 300 belediye zabıtasının güvenlik konusunda görev aldığı anlatılıyor.

Kentin ana caddeleri,  yerel yönetim binaları sarı, yeşil, kırmızı renkli “Newroz piroz be” pankartları, balonlar, çeşitli süslemeler ve çağrılarla donatılmış.

ÖCALAN’DAN MESAJ VE MUHATAP KONUSU

Barış süreciyle ilgili olarak bu yıl Nevruz’a özel bir önem atfeden Kürt siyasi hareketi, ilk kez 21 Mart günü tamamen tek bir kutlamaya, Diyarbakır’a odaklanacak.

“Öcalan’a özgürlük Kürtlere statü” sloganıyla yapılacak 2013 Newroz’u bir çok bakımdan tarihe geçmeye aday görünüyor.

Herşeyden önce, cezaevindeki PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır’ın “Newroz Parkı”nda toplanacak kalabalığa, çözüm süreciyle ilgili olarak yapacağı “hayati nitelikte çağrı” da ne diyeceği bundan sonra olacaklar açısından büyük önem taşıyor.

Bu mesajın içeriği, bir süre, Türkiye gündeminin en mühim tartışma konularından biri olacak kuşkusuz.

Ama içerik ne olursa olsun, çok önemli başka bir şey de gerçekleşmiş olacak. Öcalan’ın Diyarbakır “Newroz Parkı”na,  devletin izni ile bir “sesleniş” yollaması,  çözüm sürecinde kimin kiminle muhatap olduğunu, kuşkuya hiç yer bırakmayacak bir şekilde resmen kayda geçirecek.

TEDİRGİN İYİMSERLİK

Önemli gün yaklaşırken Diyarbakırlılar harıl harıl “süreç”i, söylenenlerden ne anlam çıkarılması gerektiğini, AKP hükümetinin barış konusunda samimi olup olmadığını,  sonunda nasıl bir yere varılabileceğini tartışıyorlar.

Katıldığım sohbetlerde genel bir iyimserlik var ama tedirginlik de. Nerede üç beş kişilik sohbetler yapılsa hemen bir kaç eğilim beliriyor.

Hepsi eski tanıdıklar olan Diyarbakırlılardan bir demirci “Artık burdan geri dönülmez, mutlaka olacak” diyor, bir taksici “Bu hükümet dört dörtlüktür yapacak” diyor, bir ayakkabıcı “Burası Türkiye her an her şey olabilir” diye kaygısını belli ediyor.

Kuşkulular arasında sık dile getirilen bir soru “Madem barış süreci var, o zaman niye hala tutuklamalar ve operasyonlar yapılıyor?”

İki farklı cevap geliyor.

Başbakan Erdoğan’ın sağa ve milliyetçiliğe karşı elini güçlü tutmak için, taktik olarak bu yola başvurduğunu düşünenler var. O yüzden sürecin kaçınılmaz olarak sancılı ve uzun olacağını söylüyorlar.

Ama hükümeti harekete geçirenin demokratikleşme arzusu değil, Ortadoğu dengeleri içinde Kürtlere müttefik olarak ihtiyaç duyması olduğunu söyleyenler de var. 

Bir başka endişe kaynağı sürecin somut olarak hangi adımlarla ilerleyeceğine ilişkin.

BDP’li bir lokanta sahibi, “geri çekilme ve silahsızlanma” konusunda geçmişteki tecrübelerden kaynaklanan kaygıların yaygın olduğunu, çok ciddi güvenceler sağlanması gerektiğini söylüyor.

1999’da Öcalan’ın yakalanması sonrasında, PKK tarafından ilan edilen “çatışmasızlık” sürecinde, yüzlerce savaşçının, geri çekilirken, operasyonlarla öldürülmesinin yarattığı güvensizliği,  BDP’li siyasetçiler de ifade ediyorlar.

‘KIBLELERİ AYNI’

Somut adımların şimdilik sayılı olduğu ve bu yüzden herkesin sembollerden anlam çıkarmaya çalıştığı Diyarbakır’ın gündeminde bir de Türkçe – Kürtçe Çanakkale zaferi afişleri tartışması var.

Kentin çeşitli yerlerindeki resmi ilan panolarına Diyarbakır Valiliği, Çanakkale zaferinin 98. yıl dönümü vesilesiyle iki dilde, Kürtlerin ve Türklerin tarihi kardeşliğini vurgulayan afişler astırmış.

Özellikle Kürt dilinin bu şekilde resmi makamlarca ikinci dil olarak kullanılması, Diyarbakırlılarda bir memnuniyet yaratmış.

Fakat, Diyarbakırlı bir gazeteci arkadaşım, afişlerde kullanılan “Dilleri, lehçeleri, türküleri ayrı, kaderleri aynı, düşmanları aynı, rableri aynı, kıbleleri aynı” ifadesine dikkat çekti.

 Meslektaşım “Bu afişler barış sürecini sembolize ediyorsa, dil çok sorunlu. Yurttaş tanımına uymuyor” diyor ve soruyor: “Mesajın sadece Müslüman Kürtlere verilmiş olması ve kardeşlik temasının odağına dinin konması aynı coğrafyanın halkları olan Ezidi, Süryani, Ermeni ve Keldanileri ötekileştirmiş olmaz mı?”


12 Haziran 2012 Salı

AMARGİ: 12 EYLÜL: BİR DARBE OLDU HAYATIM DEĞİŞTİ


HAZİRAN 2012- AMARGİ DERGİSİ , sayı: 25

-->
 “Anne?... Benim ben.. Misafir gitti.”
“Yavrum, hakikaten mi gitti? Yaşasın Arslan, misafir gitmiş! Oh allahım, çok şükür misafir gitmiş!”
Bir Yunan adasının postanesinin kontürlü telefonu ile İstanbul’da bir ev arasında geçen bu tuhaf şifreli telefon konuşması, bir zorunlu göç hikayesinin bundan 26 yıl önceki başlangıcını oluşturuyor.
Kuşkulandığımız gibi annemlerin telefonu dinleniyorduysa, misafirin gidişine niye bu kadar sevinildiği çözülmüş müdür, bunu hiç bilemedim.
Hatta, çözebildilerse bir annenin, kızının belirsiz bir süreyle uzaklara gitmesine nasıl olup da bu kadar sevinebildiğini düşünen olmuş mudur acaba?
Az önce yazımın girişini okuduğum annem hatırlattı: “misafir gitti” şifresini ona Haydarpaşa’da gizlice son kez buluştuğumuzda söylemişim. O da bana bir altın bilezik takmış ve “Kızım lazım olur” demiş. Ben o buluşmayı tamamen unutmuşum.
Anılar, yaşayanlar arasında tekrarlanarak yeniden yeniden yazılmazlarsa unutuluyorlar.
xxx
Beni kimsenin daha önce tanımadığı bir yere gittim.
Kafamın bir yerinde “yeni baştan yazabilirim kendimi”, “sıfırdan bir hayat kurabilirim”, “nerede olsa ayakta durabilirim” gibi kabadayı kabadayı cümleler döndüğünü iyi hatırlıyorum.
Dönemediğim ilk beş yılda, memleketi hiç mi hiç özlemediğimi iddia edip, gurbet özlemi edebiyatını küçümsemeyi de denedim.
“Ne kadar boş bir çaba” denip geçilebilir, bir bakıma da doğrudur bu, ama kazın ayağı tam öyle değil.
Çünkü hayatının kontrolüne sahip olduğuna, olabileceğine inanmak, kısmen ya da tamamen yanılsama bile olsa, hayatları baştan başa değiştirilenler, parçalanmış oyuncaklar gibi oradan oraya atılanlar için hep önemli bir direniş yöntemi oldu.
Hele ki kadınlar için.
Xxx
12 Eylül faşizmi ülkenin tarihini değiştirirken, kadın- erkek milyonlarca insanın hayatıyla oynadı, geleceğini, hayallerini, sevdiklerini hoyratça elinden aldı.
Ama tıpkı büyük toplumsal çalkantıların yarattığı devrimci durumlar gibi,  büyük baskı ve zulüm dönemlerinin getirdiği ağır gerileme ve durgunluklar da, erkek egemenliği yüzünden ayrı yerlerde duran kadınları ve erkekleri farklı etkiliyor.
12 eylül öncesi ve sonrası buna çarpıcı örnekler verir.
Burada kuşkusuz cezaevi ve mahkeme süreçlerinde erkekleri daha çok içerde, kadınları daha çok onların eşi, kardeşi, annesi, yakını durumunda cezaevi ve mahkeme önünde bırakanın, siyasi yapıların  erkek egemen karakteri olduğunu not edebiliriz. Ama bu yazıda bahsetmek istediğim bu değil.
Amargi’nin bir önceki sayısında “Kim tutar seni bacım?” başlığıyla 12 Eylül’den hemen önce devrimci hareketler içinde kadın deneyiminden söz ederken,  “Benim gibi bir çok kadının, aileden devlete her türlü otoriteye karşı ‘kim tutar beni’ hissiyle yaşadığı yıllardı” demiştim.
Bu yazı işte o hikayenin devamı biraz.
Yani “devrimci bacı”ya darbeden sonra ne olduğu ve onun bu durumla nasıl başa çıktığının bin hikayesinden biri.
xxx
Kendi eski yazılarından alıntı yapan sıkıcı insan olmak bahasına küçük bir alıntı yapmalıyım.
12 Eylül öncesinde sol içinde kadına bakarken, sosyalizme içkin eşitlik fikriyle birlikte, “Devrimci durumlara has bir olgu olarak, bir kesim kadının, patriyarkada meydana gelen arızi çatlaklardan kendilerini yukarı çekerek, eşitleşme, özgürleşme fırsatı bulduğu bir durum”dan söz etmiştim.
12 Eylül’ü izleyen ilk bir kaç yıl ise, baskı ve zulümle yaratılan bir toplumsal hareketsizlik, durgunluk ve korku krallığı içinde, bu durumu aynı kadınlar açısından fena halde tersine döndürdü.
Günlük yaşamda erkeklerle eşitlik ve özgürlüğün tadının, serinliğinin, heyecan verici taze kokusunun, azımsanamayacak sayıda kadın tarafından bir nebze de olsa hissedildiği “78 baharı”nın sonu gelmişti.
Solun çevresini sararak onu bir çok düzeyde içinden çıktığı toplumdan ileriye fırlatan kolektif varoluş, ya da devrimci hale ortadan kalkınca, kadınlar açısından pandoranın kutusu bir kez daha açıldı. 
Binlerce solcu kadın ve erkek cezaevlerine konurken, onbinlercesi de kendilerini, bir şekilde saklanıp “araziye uymaya” çalıştıkları kentler ve köylerde, coğrafyamızın gündelik, banal, muhafazakar yaşam düzeni içinde, tutuklu buldular.
Kimi erkek bu süreçte “içindeki erkeği yeniden keşfeder” ve kendisine yine kral olacağı bir küçük orman bulurken, bir çok kadın çok şey kaybetti.
Kısacası çok kadın, bu yıllarda, devletten kaçarken patriyarkaya yakalandı, önemli bir kısmı ikisinden de kaçamadı.
12 Eylül sonrası yıllarda aileleri tarafından “kendi iyilikleri için” zorla alakonan, kapatılan, evlenmeye zorlanan, hatta uyutularak yurt dışına kaçırılan, tanıdığı, birlikte çalıştığı ya da yaşadığı erkeklerin aşağılama taciz, şiddet ve kötü muamelesine maruz  kalan, siyaseten kenara itilen, üstüne üstlük “gizlilik koşulları” denen baskı ve zulüm dönemlerine has dar ceket içinde itiraz ve isyan mekanizmaları elinden alınan solcu kadınların hikayeleri ciltler doldurur.
xxx
12 Eylül anlatılırken ister istemez devletin, faşist rejimin işlediği suçlar, hakların ihlali, sömürü düzeninin sağlamlaştırılması, bunların toplum ve birey üzerindeki etkileri ve dahi bunları açığa çıkarma, lanetleme ve hesabını sorma ihtiyacı öne çıkar.
Bir grup insan uzun yıllar baskıya ve zülme maruz kaldığında, inandığı bütün değerlere cepheden saldırıldığında, arada derede kırılan bir çok kolun yen içinde kalması, daha çok kahramanlık, dayanışma, özveri ve direniş hikayelerinin hatırlanması kaçınılmaz.
Üstelik hepimizin, dağarcığında hazine gibi sakladığı bu hikayelerin çoğu gerçektir, heyecan ve gurur vericidir ve bunları tekrarlayıp hatırlamak, o yılların karanlık anılarıyla başetmenin önemli bir aracı da olmuştur.
Ama sadece başetmek değil, yaşananları geleceğe harç yapabilmek için gurur duyulmayan, unutulmak istenenler de hatırlanabilmeli ve konuşulabilmeli.
İşte bu noktada, özel yaşamı hemcinsleriyle zaten daha rahat konuşabilen ve bir de üstüne özel yaşamın politik olduğunu ve bilhassa bu açıdan konuşulması gerektiğini kavrayan kadınlar, bu koşuya yüz metre önde başladı.
Devrimci durumların kendi hayatları için neler ifade edebileceğini kısa bir süre için ve kısmen bile olsa deneyimleyen kadınlar 12 Eylül sonrası başlarına gelenleri de anlamlandırmakta gecikmediler.
Bu süreçte bir kısım kadın için, bağımsız kadın hareketi ve erkek egemenliğini de sınıf egemenliği gibi sorgulayan feminizm, 12 Eylül karanlığından çıkışın, yaşadıklarıyla yüzleşmenin ve hayatının kontrolünü geri alarak yeni devrimlere yelken açmanın en önemli ideolojik ve örgütsel araçları oldu.
xxx
Ama buralara gelebilmek için, herşeyden önce 12 Eylül’ün yarattığı atomizasyonu aşıp diğer kadınlarla beraber olabilmek, konuşabilmek, kadınların en iyi başardığı şeylerden biri olan dayanışmanın yaşanabileceği ortamları bulabilmek gerekti.
12 Eylül’ü izleyen ve insanların vahşice savrulduğu, birbirine selam bile veremediği ilk beş yıl içinde bunun imkanları çok sınırlıydı.
Benim için bu süreç 1984’de atıldığım Mamak cezaevinde, kadınlar koğuşunda başladı.
Yeri gelmişken, bir kalıbı utanmadan tekrarlamak isterim. Cezaevi bütün siyasi tutsaklar için hakikaten müthiş bir siyaset okuludur.
Hikayeler paylaşılır, dersler değerlendirilir, düşünceler geliştirilir, bir daha sorgulanır, günlük yaşam örgütlenir, umutlar kıpırdanır, hayaller kurulur.
Ama en önemlisi bir tür inatçı sath-ı müdafaa ruhu ile hayatınızın her anını ve bütününü kontrol etmek isteyenlere, binlerce ayrıntıda dantel örer gibi direnebilmektir.
Üzüm hoşafını bu yüzden şaraba dönüştürür, içmenizi istedikleri sabah çorbasını ve şaplı bulguru bu yüzden döker, bu yüzden çayı şekersiz içip açlık grevi için biriktirir ve bu yüzden gülmek için hiç bir fırsatı kaçırmazsınız.
Daha önce kadınlarla dolu evlerde ya da yatılı okullarda yaşamamıştım.
Biraz da o yüzden gecikmeli de olsa, bu zorunlu ama unutulmaz kolektif yaşam, hemcinslerimin “normal koşullarda” gölgede bırakılan güç ve potansiyellerini kuvvetle farketme fırsatı oldu. Aynı resme bakıyor ama onu çok boyutlu çok renkli görebiliyordum sanki.
20 yaşında, evli ve iyice örgütlü olarak yakalandığım ve dört yıl içine kıstırıldığım darbe karanlığında tıkanan damarlarım açılmaya başlamıştı.
xxx
80 öncesi devrimci ortamlarda “bir erkeğin yaptığı herşeyi yapabilirim” diye şekillenen “yanlış eşitlikçi” iddiam, yerini “bana bir kaç kadın verin dünyayı değiştireyim” gibi bambaşka bir şeye bırakmaya başlamıştı.
Kadın, bizzat erkek egemenliğiyle sürekli olarak kendisi dahi bilmeden başetmek zorunda kaldığı için, sadece kuvvetli bir metal değil, ama her yana eğilip bükülebilen bir kuvvetli metal gibiydi sanki.
Çevresindeki koşulların başkaları tarafından değiştirilmesiyle şok olmuyor, hemen kendisini yeni duruma göre yeniden örgütleyebiliyordu.
Büyük kahramanlık menkıbeleri yazmaktan ziyade, sabırlı ve yaratıcı direniş dantelleri örmeye ve cevherini içinde gizlemeye meyyaldi.
Benzetmek gibi olsun, kadın bazı bakımlardan kapitalist sistem içinde proletaryayı da hatırlatıyordu.
Mahrum bırakılabileceği büyük egoları ve elinden alınan geniş otoriteleri yoktu, kendiyle çok kolay dalga geçebilirdi, aşağılama, hakaret, değersizleştirmeye idmanlıydı.
Liderlikten çok dayanışma ve kolektivizme, paylaşım ve yatay ilişkilere yatkındı, kendisi farkında olmasa bile, çıkarları statükoya karşı ve devrimci olmasını gerektiriyordu.  
Bir yıl kadar sonra “çıkıyorsun, on dakika içinde hazırlan” dendiğinde beynimden vurulmuşa dönüp, kendimi ranzalara bağlamak istemiştim.
Bir tek ara sıra kadınların tünel kazma hikayeleri olmayışına yanarım.
Xxx
Dışarda önce çok dinamik, farklı sınıfsal, kültürel ve siyasi yerlerden gelen müthiş kadınları biraraya getiren bağımsız bir feminist hareket, ve sonra görüşe gitmeye devam ettiğim cezaevinin kapısında, içerde kocası, kardeşi, babası olan  kadınların uzun süre belkemiğini oluşturacağı insan hakları hareketlenmesini buldum. İHD bu kadınların omuzları üzerinde yükseldi.
İngiltere’de çok sonra izlediğim, üzerimde büyük etki bırakan bir belgeselde, hemen arkadaş olmak isteyeceğiniz türden neşeli ihtiyar kadınlar, ikinci dünya savaşında bütün erkekler savaşa gittiğinde nasıl çelikte ve her türlü fabrikada işçi olarak çalıştıklarını, nasıl üretimi artırdıklarını, ve bundan nasıl büyük bir zevk aldıklarını anlatıyorlardı. “Müthiş günlerdi” diye iç geçirirken hala gözleri parlıyordu.
Ta ki erkekler savaştan dönüp fabrikadaki işlerini ve bedava ev hizmetlerini geri isteyene kadar. O zaman epey kıyamet kopmuş, kadınlar her ne kadar işlerin çoğunu erkeklere bırakmak zorunda kalmışlarsa da başladıklarından çok daha ileri bir noktaya dönmüşlerdi. 
Tarihin ve coğrafyanın çok farklı bir yerinde yaşanmış bu olay aslında özünde erkek egemenliğine dair evrensel bir hikayeyi ve kadınlar üzerindeki etkilerini anlatır.
Türkiye’de 80’lerin ortalarında artık gruplar halinde tahliye olmaya başlayan yüzlerce erkek de kadınları bıraktıkları gibi bulmadılar.
Herşey bir daha sallandı, mübalağa cenk edildi, epey bir “yuva” yıkıldı ve “bir küçük burjuva sapma” ya da “burjuva yozlaşması” diye tarif edilen feminizm suçlanarak nafile huzur arandı.
xxx
12 Eylül ile hayatları değişen ve göçmek zorunda kalan kadınların önemli bir kısmı benim gibi, gittikleri yerlerde de kadınları buldular, kadın grupları kurdular, varsa katıldılar, kendileri gibi soldan gelmeyen kadınlarla buluşarak, dünyanın, Türkiye’nin, kadınlığın hallerine, yeni siyaset yapma biçimlerine, toplumsal ve gündelik devrimlere kafa yordular.
1989’da, Londra ve Hamburg kadın gruplarının inisiyatifiyle Almanya’da biraraya gelen ve üç gün üç gece kucaklaşıp, kavga edip, anlaşıp, ağlaşan, gülen ve çoşan, çoğu siyasi mülteci 400’ü aşkın, bir kaç kuşak Türkiyeli kadının heyecanını anlatmaya kelimeler yetersiz kalır.
90’ların ortalarına kadar tekrarlanan, zaman zaman dergisini çıkaran ve yerel klonlarını yaratan bu toplantılarda kadınlar, salonlarda, koridorlarda, yataklarının üzerinde, uyumaya bile cesaret edemeden, devletin, kapitalizmin ve patriyarkanın başlarına ördüğü çorapları, göçmen ve kadın olmayı, kocaları, sevgilileri, çocukları, örgütleri, savaşı ve barışı, tecavüzü, dayağı, tacizi, cinselliği, aşkı, işçi ya da orta sınıf,  Kürt veya Türk olmayı, geçmişi ve geleceği konuştular.
Kadınlar bu arada 12 Eylül’ün başlarına getirdiği şeyler silsilesinden zorunlu göç ile de başetmekte ve onu da kendileri için bir avantaja dönüştürmede büyük maharet gösterdi.
Ayrımcılık, ikinci sınıf sayılma, yabancısı oldukları şeyler değildi. Başkalarının kral olduğu ortamlara zaten alışkındılar.
Ama ırkçılığın, milliyetçiliğin, azınlık olmanın, ana dilini konuşamamanın, varsayılan ya da varolan dini inancından dolayı aşağılanmanın günlük yaşamlarındaki farklı anlamlarını da bolca konuşup , yeni refleksler geliştirdiler.
Xxx
12 Eylül çoğumuz ve Türkiye solu için hala bir milat.
Milattan sonra, sadece başımıza neler geldiğini anlamak ve bununla yaşamakta değil, daha iyi bir dünyaya gitmeyi kolaylaştıran yeni politika yapma biçimlerinin hayata geçirilmesinde kadınlar önü aldı. Bunu yaparken herkesi de bir ölçüde değişmeye zorladılar, zorluyorlar.
Xxx
Son söz: Hiç bir koşulda unutulmayan şeyler
“Onu benim yanıma verin”
Daracık hücrenin sürgülü kapıları açılıp içeri itiliş.
Karanlıkta yüzü seçilmeyen iri yarı genç bir kadın.
Uzun süre yıkanmamışlık, bisküvi ve rutubet kokusu.
Masaj yapıyor ağrıyan yerlerime.
Bir aydır ordaymış. “Herşey çok basit” diyor şaşırtıcı bir neşeyle.
“Ne sorsalar aynı cevabı vereceksin: bilmiyorum. Bir süre sonra sıkılıyorlar.”
Polisler Latife’nin deli olduğunu düşünüyor.
O aslında cin gibi.
Sorgusuz saatlerde birbirimize filmler anlatıyoruz.
Üç gün sonra beni başka şehre götürüyorlar.
Latife, okuyorsan bul beni.  Seni hiç unutmadım.

http://www.amargidergi.com/node/2

5 Şubat 2012 Pazar

ÖZGÜR GÜNDEM: İŞGAL HAREKETİ'NDE KABUK DEĞİŞİMİ

5 Şubat 2012, ÖZGÜR GÜNDEM

http://www.ozgur-gundem.com/index.php?module=nuce&action=haber_detay&haberID=31378&haberBaslik=%C4%B0%C5%9Fgal%20Hareketi%E2%80%99nde%20kabuk%20de%C4%9Fi%C5%9Fimi&categoryName=&authorName=%20&categoryID=&authorID=


İŞGAL HAREKETİ’NDE KABUK DEĞİŞİMİ
LONDRA'DAN İZLENİMLER
KUMRU BAŞER

Soğuk bir Ocak günü Londra’nın tarihi Saint Paul’s Katedrali önünde 15 Ekim’den beri inatçı varlığını sürdüren işgal çadırkentindeyim. Zorla tahliye ihtimali her an kapıda.
Aklımda kritik sorular var. İngiltere özelinde kamuoyuna aylarca kendi gündemini yani sosyal adaletsizliği, kapitalizmin krizinin halka çıkarılan faturasını tartıştırmayı başaran işgal hareketi sönümleniyor mu? Yok hala ayakta ise, nasıl bir dönüşüm gösteriyor? İşgal, taleplerinde reformcu ama yöntemlerinde devrimci üslubunu yani “başka bir hayat mümkün” iddiasını sürdürüyor mu?
İlk bakışta Ekim ve Kasım aylarındaki canlılık yok çadırkentte. Televizyonların gazetelerin ilgisi azalmış, çadırların ve içinde kalanların sayısı da. Bir ara 250 ye kadar çıkmış olan çadır sayısı şimdi100 civarında. Zaten soğuk yüzünden çoğu faaliyet çadırların içine çekilmiş görünüyor. Büyükçe ortak çadırların içinde öbek öbek insanlar bir şeyler tartışıyor.
Önce mutfak çadırına uğrayıp çay bir bisküvi alarak başlıyor ve işgalcilere, çok memnun oldukları tahin helva desteğimi iletiyorum. Bir kantin boyutlarında, ve günde iki öğün düzenli sıcak yemek çıkaran mutfak çadırıyla yakınındaki çay ve empati çadırı işgal alanının en sosyal alanlarından. 
İSTENMEYENLER KENT MERKEZİNDE
Bu iki çadırdaki sosyallik işgal ve işgalcilere ait ilk önemli resmi veriyor. İngiltere başkentinin sokaklarında normal olarak büyük binaların kapı eşikleri, havalandırma mazgallarının üstleri, merdiven altlarında kışı atlatmaya çalışan evsiz, işsiz, alkolik, madde bağımlısı, zihinsel özürlü onlarca insan da işgale eklemlenmiş ve yavaş yavaş sorumluluk almaya işlere katılmaya başlamışlar. Haftalar önce sohbet ettiğim bir evsiz “hayatımda hiç bu kadar güzel bir ortamda yaşamamıştım, çok mutluyum” demişti.
İşgal, toplumda çoğu kesimin farklı sebeplerle görmezden geldiği, korktuğu, ittiği “en alttakiler”i ilk kez böylesi kitlesel biçimde siyasi bir eylemliliğin ve sosyal yaşamın içine alıyor ve görünür kılıyor.
İşte iktidarın büyük ortağı muhafazakarların televizyon kanallarında işgalle ilgili tartışmalarda yüzlerini tiksintiyle buruşturmalarına yol açan tablo bu. Tertemiz, steril, zengin kent merkezlerinde bir “utanç tablosu”!
“YÜZDE 99” BİRBİRİNİ BULUYOR
Bu tablonun diğer unsurları da iktidar açısından bir o kadar rahatsız edici. İşgalin çok etkili sloganı “Biz yüzde 99’uz” aslında sayısal olarak gerçekleşmiş olmasa da, biraraya getirdiği yelpazeye bakıldığında temsili olarak çok da abartılı görünmüyor.
Bu hareket belki de daha önce biraraya gelmemiş insanları buluşturdu çünkü: anarşistler, komünistler, çevreciler, işçiler, orta sınıf çalışanlar, işsizler, marjinal muamelesi görmüş akademisyenler, ünlü ve ünsüz yazarlar, gazeteciler, liberaller, demokratlar, feministler, lgbtt eylemcileri, sansür karşıtları, sosyal adaletsizliğe isyan edenler, okulların hastanelerin özelleştirilmesine, sosyal yardımların tırpanlanmasına kızanlar, karakollarda ölenlerin aileleri, savaş karşıtları, ucuz ve güvencesiz işgücü olmaktan bezmiş her milletten göçmenler, farklı dinlerden eşitlikçi gruplar, ateistler, öfkeli siyah gençler, geleceklerinin ellerinden alındığını düşünen üniversite öğrencileri ve daha niceleri.


İŞGALİN BİR GÜNÜ
İşgal kampının, enformasyon, kütüphane, teknik destek ve medya çadırları ve en çok da popüler Çadır Üniversitesi’nde kümeleşip, tartışan, planlayan, sohbet edenlere katılmak için kampta kalmanız gerekmiyor. Herşey herkese açık.
Enformasyon çadırında, battaniyelere sarınmış, gelenlere bilgi veren Lilias ile sohbet ettik bir süre. Sohbetimize gelen giden onlarca kişiyi de kattık ara ara.
Lilias çevreci. Yeşil partiye oy veriyor. İşgale ikinci ayında katılmış. İşgal kadınlar için çok kolay değil diyor. Geceleri kampın güvenliğinden sorumlu nöbetçiler ve “güvenli yaşam alanı kılavuzu” var ama yine de işgal gazetesinde bile itiraf edildiği gibi sorunlar çıkabiliyormuş.
Lilias’a çay getiren ve mutfak çadırındaki işine dönmek için acele eden Betty işsiz, parasız ve evsiz kalınca işgale katılmaya karar vermiş. “Politik biri değilim aslında” diyor, ama işgalin duruşunu benimsiyor. Kadınlar için oluşturulan büyük bir ortak çadırda beş kadın kalıyorlar.
“Sabahları kalkınca yakında bir yardım kuruluşunun parasız banyo yapılabilen yeri var, oraya gidiyorum” diyor. Sabun, şampuan, havlu veriliyormuş, hatta makinada giysilerini yıkayıp kurutup giyebiliyormuşsun.
Kamp, bir toplum minyatürü olarak 24 saat zorlu bir kolektif çalışmayı gerektiriyor.
Lilias, 6 saat soğuk enformasyon çadırında oturduktan sonra, bir tartışma toplantısına, sonra da her akşam saat 7’de yapılan ve gerek pratik işlerin gerekse teorik konuların tartışılıp karara bağlandığı Halk Meclisi genel kuruluna katılacak.


YEREL, ULUSAL, BÖLGESEL, ENTERNASYONAL
İşgalde günlük yaşam arı gibi çalışan günde bir kaç kez toplanan komiteler tarafından örgütleniyor.
Bazılarının özel çadırları var. Mutfak, Temizlik ve Atık ve Geri Dönüşüm, Teknik Destek, Medya, İç İletişim, Mali İşler, Dış İlişkiler, İşgal Gazetesi, Hukuk, Güvenlik, Halk Meclisi Planlama, Çadırkent Üniversitesi komiteleri bunlardan bazıları.
Bir de işgalin çeşitli konulardaki sesini bulmak için teorik ve düşünsel çalışma yürüten, ekonomi, demokrasi, eğitim, enerji , hukuk sisteminde reform gibi konularda talep deklarasyonları hazırlayan ve bunları Halk Meclisi genel kuruluna sunan çalışma grupları var. Bu gruplara bilfiil kampta kalmayan çok sayıda insan katılıyor.
Londra düzeyinde çadırın önündeki büyük tahtada ve internette ilan edilen çok sayıdaki tartışma, atelye çalışması, toplantı, sadece burada değil, 2. işgal alanı Finsbury Square’de ya da geçen hafta polis zoruyla boşaltılana kadar aylardır işgalde olan UBS bankasına ait 6 katlı boş bir binada yapılabiliyordu.
İşgalin ulusal ve bölgesel bağlantıları ve toplantıları var. Örneğin Belfast ve Sheffield işgallerinden gelenlerle konuştum. 21 Ocak’ta yapılan ulusal ve bölgesel işgal konferansı için gelmişler. İngiltere, İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti’nde 20 den fazla ilde işgal hareketi bulunduğunu anlatıyorlar.
ABD işgalleri ile Londra arasında da ziyaretler ve canlı bağlantılarla süren bir görüş ve deneyim alışverişi var. Enformasyon çadırına uğrayan New Jersey işgal hareketinden genç Amerikalı Emily, “işgal hareketinin hedefleri net değil” diye şikayet ediyor. “İnsanlar tam olarak ne istediklerini bilmiyorlar”.
O sırada içeri bir enerji topu gibi dalan Ethan ise Londra işgaline geçen hafta katılmış. “Bütün işgallerin anası” diyebileceğimiz Wall Street’ten gelmiş genç siyah bir Amerikalı. Üzerinde “büyük yerden” gelmiş insanlara özgü bir sorumluluk havası var. Bu çevreye de sirayet ediyor. Okula müfettiş gelmiş gibi biraz. “Sanırım buradaki Halk Meclisi genel kurullarında bazı usul hataları yapılıyor” diyor ve genel kurul tutanaklarını görmek istiyor.  
O noktada işgal hareketinin nasıl uluslararası bir hareket olduğunu ortaya koyan hararetli bir tartışma kopuyor.
Halk Meclisi genel kuruluna sunulan bir teklif, veto edilir, yani bir kişinin ciddi muhalefeti ile karşılaşırsa ne olacak? Tamamen düşecek mi, yoksa yerine planlama komitesi tarafından hemen alternatif bi öneri mi sunulacak? Ethan, ikincisinin uygulanması gerektiğini, planlama komitesinin iyi çalışmadığını söylüyor.
Bütün bunların yanında, işgal büyük ve geniş bir yerel eylemliliğin de odağında. Adeta bir muhalefet şemsiyesi işlevi görüyor. Grevci işçiler, eylemdeki çevre grupları, polis gözetiminde yakınları ölenler, eylemci öğrenciler, Tahrir meydanı bağlantılı Mısırlılar, Filistinliler, Kürtler, kamp alanlarının boşaltılmasına direnen Romanlar, Wikileaks kurucusu J. Assange için kampanya yürütenler işgale destek veriyor, destek istiyorlar.
GELECEK TARTIŞMALARI
İşgalin haftada bir çıkarttığı Occupied Times gazetesinin 4 Ocak tarihli 8. sayısı 2011’i dünyada ve İngiltere’de kuşaklar boyunca hatırlanacak bir sivil itaatsizlik yılı olarak tanımlıyor.
“Sol’un onlarca yıldır yapmak için çabaladığı şeyi başardık” diyorlar. Eşitlik fikrini bir kaç ay içinde ülke gündeminin orta yerine oturtmuş olmakla gururlular.
İşgalciler yeni yılda yeni taktikler, yeni varoluşlarla, yeni yöntemler ve teknolojiyle hareketi devamlı kılma, yine gündemi belirleme arayışında oldukları mesajını veriyorlar. Teknolojiyi daha iyi kullanmaktan, interneti dünya muhalefetinin sanal meydanı haline getirmekten söz ediyorlar.
Ama bütün bunları söylerken, mesajlarının bu kadar etkili olmasında çok önemli ve vurucu bir rol oynayan fiziki işgalden vazgeçmeye hazır olduklarına dair ipuçları da veriyorlar.
Artık gün be gün tahliye tehdidiyle karşı karşıya olan Saint Paul’s işgalinin önünde Wall Street deneyimi, Zuccotti Parkı’nın zorla boşaltılmasından sonra farklı eylemlerle  sürdürülen bir hareket örneği var. 
Noam Chomsky’den alıntı yapıyorlar Occupied Times başyazılarında. Chomsky, yeni yılda işgalcilere “Taktiklere fazla takılmayın, hedefe kilitlenen. Taktiklerin ömrü kısa olur” demişti.
Çadırlarda bir hayatı sürdürmeye ne kadar büyük bir enerji harcandığını, belki de bu enerjinin başka alanlara harcanmasının çok daha iyi olabileceğini anlatıyorlar.
İŞGALSİZ İŞGAL HAREKETİ OLUR MU?
İşgal hareketi belki yeni yollar bulacak akmak için. Fakat ben hareketin görülmemiş etkisini, mesajları kadar yöntemlerine de borçlu olduğunu düşünenlerdenim.
 Kuşkusuz sosyal adalet, eşitlik, ve halktan yana bir demokrasi talebi batı toplumlarında derinleşen ekonomik krizinin yükünü sırtında taşıyan emekçi ve orta sınıflara merhem gibi geldi.
Ama bunlar, yanında sunulan deneysel alternatif demokrasi labaratuarı ile can buluyordu. Kamuoyunun daha önce hiç isyan etmemiş kesimlerini kendisine çeken şeylerden biri buydu.
Görünürlük ve erişim kolaylığı, bir yandan aslında herkesin bildiği taleplere uzun zamandır ilk kez “gerçekleşmesi mümkün” fikrini katarak radikalleştiriyor, devrimcileştiriyor, diğer yandan ise katılanlar için “daha iyi bir dünya mümkün” okuluna dönüşüyordu.
İşgal hareketi kamp hayatının güçlükleri konusunda haklı olabilir. Gerçekten çok ilkel yaşam koşullarında tüketici bir çalışmayla gün gün varolabilmek kolay değil. Ama işgal henüz bunun sağladığı siyasi etkiyi sürdürebilecek net bir dönüşüm ve yapılanma fikri üretebilmiş görünmüyor.
Şu an için ABD’nde olduğu gibi, ülkenin dört bir yanında fiziki işgal olmasa da düzenli olarak toplanacak Halk Meclisleri ağı ile alternatif bir demokrasi arayışı eyleminin sürdürülmesi buna en yakın fikir gibi. Onun yanında, ekonomik ve sosyal adaletle ilgili uzmanlaşan çalışma gruplarının kendi ilişki ağlarını oluşturan ayrı birer dinamik haline gelebileceği gibi daha belirsiz fikirlerden bahsediliyor.
ŞİŞMAN HANIM ŞARKI SÖYLEYENE KADAR
Gün boyu birlikte çeşitli toplantılara girip çıktığım işgalci Lilias’a “zorla tahliye emri gelirse direnecek misiniz?” diye sordum.
Lilias diğer bütün işgalciler gibi sadece kendi adına konuşmaya özen göstererek, “ben bir çatışmaya girmek istemem şahsen, ama zor kullanmaya kalkarlarsa nasıl tepki vereceğimi kestiremiyorum” dedi.
“Peki fiziken işgallere son verilirse, bu hareket biter mi?” sorusunu ise o komik, muğlak ama umutlu İngiliz deyişiyle yanıtladı: “Şişman kadın şarkı söyleyene kadar hiç bir şey bitmez”
İşgal hareketi geçen yıl başladığında herkesi şaşırtan, beklenmeyenleri önümüze seren bir çeviklik, cesaret, esneklik ve dinamizm göstermişti.
“Kimbilir, belki işgalsiz bir işgal hareketi konusunda da yine şaşırtır ve düşündürür 2012’de” umuduyla ayrıldım Saint Paul’s işgal kampından.

1 Aralık 2011 Perşembe

TERSYÜZ: 33 YIL SONRA HOŞNUTSUZLUK KIŞI

1 Aralık 2011 - TERS YÜZ


http://www.tersyuz.org/ana-sayfa/470-ngilterede-33-yl-sonra-honutsuzluk-k.html


33 YIL SONRA HOŞNUTSUZLUK KIŞI
Kumru Başer
İngiltere’de dün 30 kamu sendikasına üye 2 milyona yakın öğretmen, okul müdürü, sağlıkçı, gümrükçü, müze memuru, kütüphaneci, çöpçü, hava tahmincisi, ambulansçı, gardiyan, bakanlık memuru, hademe, metro ve demiryolu işçisi ve daha bir çokları emeklilik haklarını savunmak için grevdeydi.
İskoçya ve Galler’de okulların hemen tamamı kapandı. Bir çok işçi ve memur hayatında ilk kez greve çıktı, bazı sendikalar da tarih yazdılar. Örneğin Fizyoterapistler Sendikası, dün 117 yıllık tarihinde ikinci kez greve çıkıyordu.
Herkes kabul ediyordu ki İngiltere yakın tarihine Hoşnutsuzluk Kışı (Winter of Discontent) adıyla geçen 1978-79 kamu grevlerinden bu yana,  bu boyutta bir işçi eylemi yaşanmamıştı.
İŞGALLE GREV SOKAKTA BULUŞUNCA
İngiltere’nin dört bir yanında yapılan1000’den fazla yürüyüş ve gösteriye onbinler katıldı. Grev gözcüleri, yürüyüşçüler ve onlara destek verenler canlı ve heyecanlıydı.
30’a yakın şehir ve kasabada oluşan işgal hareketleri ve okullarını işgal eden üniversite öğrencileri de eylemlere katıldılar.
Son anketler grevlere halk desteğinin de  %70lere ulaştığına işaret ediyor ki bu, sendikaların çatır çatır ezildiği, kamuoyu nezdinde grevin meşruiyetinin zedelendiği 80’li yıllardan beri nadir görülen bir şey.
ÖFKENİN KAYNAĞI
Grevin yasal ve en önemli sebebi Muhafazakar – Liberal Demokrat koalisyon hükümetinin kamu çalışanlarının emeklilik haklarında yapmayı planladığı değişiklikler.
Aslında genel olarak işçi ve memur hakları 1970’lerden bu yana sürekli geriletiliyor. Ama bu kez saldırı öyle hızlı ve kapsamlı ki, bütün dengeler sarsılıyor.
Kısaca söylemek gerekirse, kamu emekçisinin daha çok prim ödemesi, daha uzun çalışması, ama daha düşük bir maaşa razı olması bekleniyor.
Zaten ancak geçineceği kadar bir emekli maaşı almayı uman işçi ve memur şimdi cebinden parasının çalındığını hissediyor.
Ama aslında bu grevin resmi gerekçesi olmasa da katılımın ve öfkenin ardında yatan bir dizi başka faktör var.
 “ÖZEL SEKTÖRE BAKIP HALİNİZE ŞÜKREDİN”
Kamu çalışanları diğer haklarının örneğin kıdem tazminatlarının, dolayısıyla iş güvenliklerinin de ciddi boyutlarda tırpanlandığını, ayrıca enflasyonun altında ücret artışlarıyla reel gelirlerinin yıl be yıl azaldığını görüyorlar.
Enflasyon yüzde 5’lerde seyrederken, Maliye Bakanının, grevden bir gün önce, kamu çalışanlarına 2 yıl sadece yüzde 1 zam yapılacağını söylemesi de herhalde öfkeyi iyice kabartıp greve katılımı biraz daha artırmıştır.
Hükümet ve iş çevreleri bu koşullarda bile kamu çalışanını aç gözlülük ve nankörlükle suçlayıp “Sizin durumunuz özel sektörden çok daha iyi. Daha ne istiyorsunuz?” diyor.
Üstelik argüman yanlış olsa da dayandığı bilgi doğru. 23 milyon özel sektör işçisi içinde, şirketinden emekli maaşı alacakların sayısı sadece 3 milyon. İşgüvencesi çok daha düşük, sendikalılık oranı hızla düşüyor.
Şu işe bakın ki, özel sektörde insanların emeklilik hakkından ve işgüvencesinden yoksun çalıştırılıyor olması zül sayılacakken, kamu çalışanına karşı koz olarak kullanılıyor. Özel sektör ve kamu sektörü çalışanı karşı karşıya getirilmek isteniyor.
%1’İN KRİZİNİN FATURASINI %99 ÖDÜYOR
Genel ekonomik resme baktığımızda, dar gelirlinin sırtına yüklenen dev fatura konusunda hiç bir veri sıkıntısı çekmiyoruz.
Herşeyden önce işsizlik resmi rakamlara göre yüzde 8,3 ile 17 yılın en yüksek düzeyine çıkmış bulunuyor. Önümüzdeki bir kaç yıl içinde sadece kamuda 400 bin kişi daha işten çıkarılacak. Kamu sektörü küçültülürken özel sektörde de bir istihdam artışı görünmüyor.
İşsizlere, evsizlere, özürlülere, çocuklulara yapılan sosyal yardımlarda, orta halli ve yoksul bölgelerde büyük önem taşıyan kütüphane, okul, hastane, gençlik merkezleri, toplu taşıma gibi hizmet ve yatırımlarında büyük kesintiler yapıldı ve bu önümüzdeki yıllarda sürecek.
Eğitim ve sağlık hizmetlerinde özelleştirmeye gidilmesi, üniversite harçlarının üç misline çıkarılması sadece dar gelirlilerde değil, orta sınıflarda da gelecek korkularını derinleştiren başka gelişmeler.
“Kriz var, hepimiz payımıza düşeni yapmalıyız” yalanını açığa çıkaran ve yüzde 1’lik bir kesimin, icraatlarıyla ekonomiyi zora sokan devlet tarafından kurtarılan, zarar eden bankaların ve büyük şirketlerin yöneticilerinin üzerine düşeni yapmak bir yana gelirlerini katladığını ve gelir dağılımının giderek daha hızlı bozulduğunu gösteren rakamlar da öfkeyi büyütüyor.
“BÜTÜN İKTİDAR %99’A” – İŞGALİN ROLÜ
İşte böyle bir ortamda bütün bu isyan ve kaygıların can damarını yakalayarak 7 haftadır bir halk lobisi gibi gelir dağılımı adaletsizliğini tartıştıran işgal hareketi de grevlere verilen destekte ve eylemliliğin siyasi bir yörüngeye oturmasında önemli rol oynuyor.
İşgal hareketi, yasal sınırlamalarla iyice kokusuz, renksiz hale getirilen, dişleri sökülen sendikaların eylemini kanlı canlı bir genel siyasi tablonun içine oturtmayı ve hükümetin özel sektör ile kamu sektörü çalışanları arasında husumet yaratma planlarını büyük ölçüde bozarak rüzgarın yönünü değiştirmeyi başardı.
Londra’da dün işgalciler devrimler tarihiyle kendi geleneklerinden üretiverdikleri “Bütün İktidar %99’a” pankartlarıyla yürüdüler.
Vurucu mesajlarının ikinci kısmı da, krizin kaymağını yiyen %1’in en besili temsilcisi olarak belirlenen dev bir madencilik şirketinin yöneticisini halk adına tutuklama girişimiydi.
BUNDAN SONRA
İngiltere’de 33 yıl önce James Callaghan başbakanlığındaki İşçi Partisi hükümeti, yüksek enflasyon ortamında kamu çalışanlarının maaş artışlarını dondurmaya kalkınca sendikalar ayağa kalkmıştı.
Toplanmayan çöpler, çalışmayan trenler, gömülemeyen ölüler, açılmayan okullar ve hastaneler onlarca yılın en soğuk kışıyla birleşti ve 1978-79 Shakespeare’in ünlü oyunu 3. Richard’ın girişindeki “Now is the winter of discontent” dizesinden esinlenilerek tarihe  “Hoşnutsuzluk Kışı” adıyla geçti.
O yıl yaşananlar Callaghan’ın1979 seçimlerini Muhafazakar Parti’ye yitirmesine neden oldu. İzleyen yıllarda Muhafazakar Margareth Thatcher hükümeti, sendikal hareketi ezmeye yönelik önemli adımları atacaktı.
Ama bu “Hoşnutsuzluk Kışı”nın 33 yıl öncekine benzemeyen yanları çok. Kapitalizmin krizi çok daha yaşamsal ve küresel boyutta, iktidarda kendi iç çelişkileriyle bir Muhafazakar-Liberal koalisyon var, İşçi Partisi grevlere sahip çıkmıyor ama muhalefette. Seçime daha çok zaman var ve sendikalar 33 yıl öncesine göre çok daha güçsüz. Diğer yandan küresel işgal hareketi gibi sosyal adalet talep eden popüler, ele avuca sığmayan yeni, sürprizli bir siyasi unsur var denklemde.
Bunlar ve öngörülmesi daha güç başka değişkenlerin değişim yönünde nasıl bir etkiye tekabül edeceğini şu anda kestirmek kolay değil. Şimdilik yalnızca sendikalardan gelen son mesajlar ve hükümetin uzlaşmaz görünen tutumunun yeni grevlerin habercisi olduğunu söyleyebiliriz.