1 Kasım 2011 Salı

TERSYÜZ: HAVA DÖNDÜ İŞGALDEN ESİYOR YEL


1Kasım 2011 - TERS YÜZ 
http://www.tersyuz.org/makale/382-hava-doendue-galden-esiyor-yel-kumru-baer.html


LONDRA İŞGAL KAMPINDA ÜÇÜNCÜ HAFTA:
HAVA DÖNDÜ İŞGALDEN ESİYOR YEL
Kumru Başer-Londra
17 gün önce, 15 Ekim günü, internet üzerinden iletişime geçerek Londra Borsası’nın bulunduğu meydanı işgal etmek için toplanmışlardı. Amaç küresel finans krizinin faturasının halka çıkarılmasını protesto etmek üzere New York Wall Street Borsası önündeki işgal hareketine destek vermekti.
Londra borsası önündeki Paternoster meydanına giremeyince, polisin kendilerini sıkıştırıp hapsettiği Saint Paul’s katedralinin önüne çadırlarını kuruverdiler.
O gün, çoğu birbirini tanımayan yüzlerce kişiden hiçbiri bu eylemin ne kadar süreceğini, nasıl gelişeceğini, etkilerini ve bir kaç hafta içinde yaratacağı sarsıcı etkiyi tahmin edemezdi.
İşgal hareketi 3. haftasında, ömrünün daha epey uzun olabileceğine işaret eden büyük bir zafer kazandı. İşgalin sürdüğü alanın ortak sahipleri olan kilise ve finans merkezinin yerel yönetimi dün sürpriz açıklamalarla tahliye taleplerini askıya aldıklarını açıkladılar.
Kilise işgal karşısında sürekli yalpalamış, geçen hafta kampın tahliyesi için yasal yollara başvurma kararına kilise içinden ve kamuoyundan gelen eleştirilere dayanamayan başrahip iki gün önce istifa etmek zorunda kalmıştı.
Şimdi Katedral yönetimini toplayan Londra piskoposu sadece tahliye girişiminden vazgeçmiyor, daha da ileri giderek, işgalcilerin sosyal adalet talebinin arkasında olduklarını söylüyor.
“TEHLİKE ÇANLARI ÇALIYOR”
Piskoposun açıklaması katedralin merdivenlerinden okunurken işgalciler “Dünyanın dört bir yanında tehlike çanları çalıyor. St Paul’s bu sesi duymuştur ve bundan böyle sadece dışarda kamp kuranları değil İngiltere’de ve dünyada milyonlarca insanı kaygılandıran konuların yakından takipçisi olacaktır” satırlarını büyük tezahüratla karşıladılar.
Yerleşik düzenin en temel kurumlarından Anglikan kilisesinin üst düzey dinadamlarını arkasında durmak zorunda bırakan Londra işgali, 250 ye yakın düzenli çadırı, kütüphanesi,  gün boyu sıcak yemek sunan kantini, çay ocağı, ibadet, piyano, medya, teknik işler, hukuk ve çadırkent üniversitesi çadırlarıyla, her gün iki oturum yapan sokak meclisi, panel ve sohbetleri, konserleri ile kentin finansal, tarihi, turistik kalbinde yüzlerce kişiyi çeken alternatif bir cazibe merkezi olarak varlığını sürdürüyor.
Haftalık bir gazetesi, twitter hesapları ve internet sitesi ile kendisini İngiltere’nin diğer kentlerine ve başka ülkelerdeki hareketlere bağlıyor.
Kent merkezinde geçen hafta ikinci bir meydana daha kamp kuran ve üçüncü bir alanı da işgale hazırlanan eylemciler, “kendi demokratik Londra’mızı yavaş yavaş inşa edeceğiz” diyorlar.
ULUSAL GÜNDEMİ İŞGAL ETTİLER
İşgalin kilise ve yerel yönetim karşısında kazandığı zaferin arkasında, ortaya çıktığı günden itibaren büyük bir kolektif yaratıcılık, enerji ve kararlılık sergileyerek başarıyla kendisini tartıştırması ve izlediği yöntemlerle isyanını ulusal gündemin göbeğine oturtması var.
İki haftadır onlarca kamera ve bir gazeteci ordusu her gün işgal kampını izliyor, tartışmalarını ve ürettikleri alternatif yaşam biçimini gün gün ekranlara yansıtıyor.
Sadece Guardian ve Independent gibi muhalif hareketlere daha sıcak bakan gazeteler değil, muhafazakar Telegraph, merkez sağ Times, finans ve iş dünyasının gazetesi Financial Times, hatta küresel kapitalizmin bayraktarı Economist dergisinde sosyal adaletsizlik ve boyutları tartışılır oldu.
GÖRÜNÜR KILMAK
Aslında İngiltere’de zengin ve yoksullar arasında giderek büyüyen gelir dağılımı bozukluğu, uçurumlar bilinmiyor değildi.
Daha Ekim ayı içinde 17 yılın en yüksek işsizlik rakamlarına ulaşıldığı açıklanmıştı. Emeklilik yaşı, hakları, sosyal yardımlar, kıdem tazminatları tırpanlanıyor, krizin faturası toplumun zaten en zor durumdaki kesimlerini vuruyordu.
“Ekonomi büyük bir kriz yaşıyor, herkes üzerine düşen fedakarlığı yapacak yoksa batarız hep birlikte”  deniyordu ama rakamlar hep ortadaydı. Devlet tarafından para dökülerek kurtarılan bankaların karları , yöneticilerinin maaşları, ikramiyeleri, transfer paraları, emeklilik paketleri küçülmek bir yana hızla büyüyordu.
Artık kimse krizden çıkmak için herkesin eşit fedakarlık yaptığına inanmıyordu ama hiç bir siyasi parti bu farkındalığın sesi olmuyordu. 30 yıldır siyasetteki etkinlikleri çok geriletilen sendikalar üç ay sonraya eylem günleri planlamak gibi etkisiz adımlar atıyorlar ve çoğunun bağlı olduğu İşçi Partisi’nden bile destek alamıyorlardı.
YÜZDE 99
İşgal hareketi işte böyle bir ortamda mucizevi bir şeyi başardı. Kendisini hafife alanları yanılttı ve sosyal adaletsizliği görünür kılarak gündemin orta yerine atıverdi. Ve en önemlisi cepheyi çok geniş tutup kapitalizmden ve krizden nemalanmayan herkesi kendilerine katılmaya çağırdı:
“Londra işgali, dünyanın dört bir yanındaki işgallerle omuz omuzadır; biz yüzde 99’uz. Barışçı, hiyerarşisi olmayan bir forumuz. Mevcut sistemin anti-demokratik ve adaletsiz olduğunda hemfikiriz. Alternatiflere ihtiyacımız var. Davetlisiniz, herkes için daha iyi bir gelecek alternatiflerini tartışma ve oluşturma sürecine siz de katılın”  (işgal sitesi http://occupylsx.org/)
Bu davet sözden ibaret değil, kampa şöyle bir uğrayanı bile kolayca içine alıveren, makul hakkaniyetli kuralları olan bir hiyerarşisiz düzen  ve yalınlık hakim bütün faaliyetlere.
KİM BUNLAR?
İşgalin sınıfsal yapısını tanımlamak ise kolay değil, çünkü aslında “yeter artık” asgari müştereğinde ya da “neyi istemediği” konusunda birbirini bulan çok geniş bir ittifak bu.
İki hafta boyunca kampta görüştüğüm onlarca insanın arasında, evsizler, işsizler hemşireler, öğretmenler, kütüphaneciler, sanatçılar, öğrenciler, akademisyenler, yazarlar, bankacılar, iktisatçılar, her inançtan dinadamları, avukatlar, emeklilere kadar kapitalizmin krizinin faturasının kendilerine çıkarıldığını ya da çıkarılacağını düşünen çok farklı kültürel ve sosyo ekonomik kesimlerden insanlar vardı. Bu bakımdan “Yüzde 99” pek yanlış bir tanımlama değil.
NE İSTİYORLAR?
Bir hareketin yapısını belirleyen unsurlardan biri onu oluşturanların kim olduğuysa diğeri de ne istedikleri olmalı.
Londra işgal hareketi oluşturduğu sokak meclisinin her gün iki kez yaptığı genel kurul oturumlarında henüz bir talepler listesini kesinleştirmiş değil. Ama işgalin üçüncü gününe girerken belirledikleri taslak manifesto asgari müşterekler konusunda bir fikir veriyor. (İşgal sitesi http://occupylsx.org/?p=221 )
Önce neleri istemediklerine bakmak ilginç olabilir bu listede.
Bankacılık krizinin faturasını ödemeye, sosyal refah devletinden yapılan kesintilere, vergi adaletsizliğine, demokrasinin insanlar yerine şirketlere hizmet etmesine, kaynakların savaşlara, ordulara, silah ticaretine harcanmasına karşı olduklarını ifade ediyorlar.  “Mevcut sistem bu şekilde sürdürülemez. Anti-demokratik ve adaletsizdir. Alternatifler üretmemiz lazım” diyorlar.
Ne istedikleri bu kadar net değil ama çıkarsamalar yapabiliriz. Sosyal güvenlik fonlarının korunması ve geliştirilmesini, eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerine para harcanmasını, gelir uçurumlarını gidermeye yönelik vergi reformları yapılmasını, ve demokrasinin halkın yüzde 99’unun sesini duyuracak şekilde düzenlenmesini istiyorlar.
 “Gerçek küresel eşitlik için yapısal değişiklik” talebinin ise içinin doldurulması gerekiyor.
Bu olgunlaşmamış asgari liste bize aslında hareketin, hem çok parçalılığı ve hem de kendisini biraraya getiren krizin koşulları tarafından belirlenen sınırlarını da çiziyor.
Nitekim işgalin ikinci haftasında çıkarmaya başladığı Occupied Times of London gazetesinde yer alan “anti-kapitalist miyiz, değil miyiz?” tartışması bu bakımdan gerçekten çok anlamlı.
Hareketin bu aslında anti-kapitalist olmama ihtimali bir çok siyasetçiyi ve sermaye çevresini rahatlatıyor. Ama buna bakıp işgali bildik “reformist-radikal gibi kalıplara sokmaya çalışmak doğru olmaz. Gördüğümüz aslında birden ortaya çıkmış bir hareket değil, daha ziyade batı ülkelerinde son on-onbeş yıldır büyümekte olan yeni muhalif halk hareketleri dalgasının son ekonomik kriz karşısında aldığı yeni bir biçim gibi.
Billdiğimiz eski örgütler ittifakı yerine bir eşit bireyler ittifakı üzerine oturması belki soldan bakıldığında “bireyciliğin zaferi” diye okunabilir. Ama tam tersinden de bakmak mümkün. Belki de kapitalizmin ve onun demokrasisinin eski örgütlenmeleri etkisiz hale getirmekteki başarısı karşısında organik bir halk refleksi olarak gelişmiştir.
KOMÜN –DEMOKRASİ- HAYAL KATSAYISI
Bir hareketin karakterini sadece bileşenleri ve talepleri değil, aynı zamanda yöntemleri de belirler.
Bana göre, bu hareketin en heyecan ve ilham verici, en orijinal ve en radikal yanı da ne yaptığından çok nasıl yaptığı. Zihinleri zorlayan,  hayal katsayısını, tecessüsü ve katılımı artıran özellikleri.
Hareket dünyanın bir çok yerine yayılan işgal hareketlerinin geleneğine uygun olarak, “başka bir dünya mümkün” fikrini mini bir çadır kentte hem yaşarken hem siyaset üretirken deniyor.
Bir yandan finans kapitalizmin merkez üssünde, paranın geçmediği, insanların imkanları ölçüsünde katılıp ihtiyaçları ölçüsünde yararlandığı görev ve sorumlulukların gönüllülük usulüyle belirlendiği bir komünal yaşam oluşturuyor.
Diğer yandan ise, oluşturduğu sokak meclisi ve çalışma gruplarında, dünya kameralarının ve gelen geçenin meraklı bakışları arasında her gün saatlerce farklı düzeylerde bir çok karmaşık konuyu hararetle tartışıp kararlar üretmeye çalışıyor.
Doğrudan demokrasinin kuralı olarak kararların konsensüsle alınması hedefleniyor. Detaylı tartışma ihtiyacı varsa mini gruplar halinde halkalaşılıyor, herkes konuşma fırsatı buluyor. Gruplardan eğilimler çıkıyor.
Katılımcıların bu süreçte nasıl piştiğini, tecrübe ve kendine güven kazandığını, izleyenlerin hayranlığının ve şaşkınlığının arttığını gün gün izlemek mümkün. Bir çok izleyicinin, ilk gelişinden sonra, buradaki yaşamı ve karar süreçlerini görsünler diye çocuklarını, torunlarını da getirdiğine tanık oldum.
DEMOKRASİNİN ZORLUKLARI
Doğru, büyük bir açmaz var. Karar almak çok zor. Herşeye bir itiraz eden çıkıyor. Konsensüs sağlamak çok zorlaşıyor. Bu yüzden mesela bir türlü bir talepler listesi kesinleştirilemiyor. “Artık taleplerimizi açıklamalıyız” diye sabırsızlananlar oluyor.
Ama aynı zamanda insan bazen karar almanın çok da önemli olmadığını, eğilimlerin belirmesinin de yetebileceğini görüyor.
İşte ABD”de ve İngiltere’de  işgali bölen tartışmalardan biri talepler arasındaki farklılıklarda yatıyorsa ise diğeri de  burada yatıyor. İnsanlığın tarihi kadar eski bir tartışmanın bir kez daha yeni deneyler ışığında gözden geçirildiğini de söyleyebiliriz:
Hızla kararlar alabilmek, talepler üretebilmek mi önemli yoksa karar üretmek çok uzun sürse bile demokratik süreçleri tam anlamıyla hayata geçirebilmek mi?