20 Eylül 1988 Salı

SF KAKTÜS 3. SAYI: KİMLİKLERİMİZ ÜZERİNE BİR TARTIŞMA

https://dl.dropbox.com/u/28532560/sfkaktus_kimliklerimiz.docx



LONDRA'DAN BİR MEKTUP
Kumru Başer
Merhaba,
Derginizin ilk sayısında yer alan "Biz sosyalist feministiz" başlıklı yazıyla ilgili bir iki sözüm var. Özel olarak bir iki nokta üzerinde duracağım.
Yazının başlarında kafamı karıştıran bir noktadan başlamak istiyorum.
Erkek egemenliğinin tahlilinin yapıldığı ve kökenlerine ilişkin görüşlerin belirtildiği bölümde bir karışıklık var gibi geldi bana. Aslında bu bölümün sonunda erkek egemenliğinin kökeni ne olursa olsun bugün varolan bir olgu olduğu ve bundan sonra buna karşı nasıl mücadele edileceğine bakmak gerektiği söyleniyor.
Ama, bence bu egemenlik biçiminin kökenleri konusunda biraz daha net şeyler söylemek gerek ki, bu belaya karşı verilecek mücadelede alanlar, sloganlar ve hedefler açıklık kazansın.
"Erkeğin üstünlüğünü" biyolojik özelliklerimize bağlayarak varolan durumu değişmez kılmak isteyen anlayışa ben de karşı çıkıyorum.
Yani kadınların ve erkeklerin farklı biyolojik yapılara sahip olması, birinin diğerine "üstünlüğünü" veya baskısını gerektiren, bunu doğal olarak yaratan bir şey olamaz.
Ama bu biyolojik farklılıklar temelinde belirli bir toplumsal zaman ve mekan içinde cinsiyetler arasındaki toplumsal farklılıklar oluşmuştur. Bir başka deyişle, belirli toplumsal koşullarda cinsler arasındaki biyolojik farklılıklar cinsiyetçiliğin temelini oluşturan cinsiyetler arasındaki iş bölümüne yol açmış ve farklı toplumsal roller yüklemiştir cinslere.
Bunu söylemek, yani biyolojik farklılıkların, toplumsal belirlemelerle birlikte belirli koşullarda cinsiyetçiliğin temellerini oluşturduğunu söylemek, açıktır ki, cinsiyetçiliğin temelinde, kadınların ve erkeklerin farklı doğalarının veya biyolojik yapılarının olduğunu söylemekten hayli farklı bir şeydir.
Yani cinsiyetçiliğin erkeğin doğuştan egemen olmaya, yönetmeye yatkın yapısı ve saldırgan doğası ve kadının barışçı ve edilgen yönetmeye yatkın olmayan doğası nedeniyle ortaya çıktığını söylemekle aynı şey değildir. Dolayısıyla da değiştirilemez bir durumu ifade etmez.
Belirli toplumsal durumlarda cinsiyetçiliğin ortaya çıkmasına neden olan bu biyolojik farklılıklar, başka toplumsal durumlarda ve gelişmişlik düzeylerinde aynı şeye neden olmak zorunda değil.
Ancak, bu çok basit şekilde söylemeye çalıştığım şey, cinsiyetçiliğin ortaya çıkışını yalnızca toplumsal bazı etkenlerle açıklayan bir başka görüşten de farklıdır. Ben söz konusu yazıda, böyle bir eğilim farkettim.
"Cinsiyete dayalı işbölümünün, ille de eşitsizlik anlamına gelmediğini söylüyoruz" deniyor.
Daha sonra da bunun sonucu olan doğal önermeye varılıyor: "Çocuk bakımı ve eğitimin toplumsallaştığı koşullarda "cinsiyetçiliğin de ortadan kalkacağı".
Ben burada söylenenlere katılmıyorum. Cinsiyete dayalı işbölümünün varolduğu her durumda, cinsiyetler arasında toplumsal olarak bir farklılık ve farklı toplumsal rolleri üstlenmekten doğan bir eşitsizlik ortaya çıkmış demektir.
Burada aklıma yalnızca, "Evet ama, işler arasında prestij bakımından bir farklılık ortaya çıkmadığı bir dönemde böyle bir işbölümü cinsiyetçi baskıya yol açmaz" gibi bir açıklama geliyor.
İşlerin prestij olarak farklılaşmadığı bir toplum oldu mu, bundan emin değilim. Ama böyle olduğu bile varsayılsa bile, sürekli olarak bir cinsin bir tür, diğer cinsin de başka bir tür işleri yaptığı ve bunun da doğal yapılarının bir gereği sayıldığı bir durumun her iki cins açısından da eşitsizlik yaratan bir şey olduğunu düşünüyorum.
Cinsiyetçiliğin de kökenlerinin tam burada olduğunu sanıyorum. O nedenle de "cinsiyete dayalı işbölümünün eşitsizliğe dönüşmesi, ancak eşitsizliğe dayalı üretim ilişkileriyle birlikte yaşandığında mümkün" değerlendirmesini anlamlı bulmuyorum.
Ekonomik olarak farklı sınıflara bölünmemiş bir toplumda da cinsiyetçilik pekala mümkün olabilir.
Doğru, üretim ilişkilerinin sömürüye dayanmadığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı bir toplumda, cinsiyetçiliğin yokedilmesinin maddi zeminleri oluşur.
Ama, böyle bir toplumda, farklı biyolojik yapıların, en belirgin olarak da doğurganlık olayının niye cinsiyetçiliğin farklı biçimde yeniden üretilmesine yol açamayacağını açıklamak mümkün değil.
Hiçbir sınıfın diğerini ekonomik olarak sömürmediği bir toplumda, özel olmaktan çıkarılıp toplumsallaştırılan belli tür işleri, örneğin çocuk bakımı, temizlik, beslenme gibi işleri, yani "kadın işlerini" kimler yapacaktır? Toplumsallaşan özel ev hizmetlerinin yine kadınlar tarafından yapılmamasının veya başka bir deyişle her iki cinsin de eşit olarak katılacağı işler haline gelmesinin garantisi nedir?
Yazıda söylenilenlerden, Engels'in "Doğal işbölümü"nü sizin de doğal bir işbölümü saydığınız çıkarılabilir.
Böyle bir değerlendirme de, cinsiyetçiliğin kökenlerinin değerlendirilmesinde bir yanlışlığa dolayısıyla da mücadelenin hedeflerinin saptanmasında bir karışıklığa yol açar bence.
Erkek egemenliğinin tarihsel tahlilinde klasik marksist yaklaşımın görmezden gelerek, kadınların kurtuluşunun üretime kitlesel olarak katılmalarında ve özel ev içi hizmetlerinin toplumsallaşmasına mümkün olduğunu söylediği ve feminist tahlillerin parmak bastığı bu noktanın çok önemli olduğunu ve feminist politikaların buralarda farklılaştığını düşünüyorum.
Üzerinde çok kısaca durmak istediğim ikinci bir nokta var. O da yazının "cinsiyetçi sistem" ara başlığı altında yer alan, cinsiyetçi sistemin tarih boyunca hep üretim tarzları ile eklemlenerek varolduğu, tek başına kendi iç dinamikleriyle yaşayan bir sistem olmadığı şeklindeki ifade.
Toplumdaki her türlü ilişki ve çelişkinin son tahlilde (!) üretim tarzı ile bütünlüğü içinde açıklanabildiği doğru tabi.
Ancak bu son derece soyutlama düzeyindeki sözün çok sık kullanılmasının bazı tehlikeleri olduğunu düşünüyorum. Cinsiyetçiliğin kendi iç dinamikleri olmayan bir egemenlik sistemi olduğunu söylemenin pratik olarak kazanabileceği anlamları bir düşünelim.
Her egemenlik sisteminin, bütünleştiği üretim tarzından bağımsız kendi iç dinamikleri vardır. Bu bana çok açık gibi geliyor.
Tıpkı ırklar arasında ayrımcılık veya yaşlıların genç kuşaklara tahakkümü veya ulusların birbirleri üzerindeki baskıları gibi.
Her bir çelişkinin kendi iç dinamiklerini reddetmenin tehlikesi, bir toplumda bir kez sınıf tahlili yaptığınızda, aynı zamanda varolan tüm ilişki ve çelişkileri de açıkladığınızı sanmaktır.
Yazının bütünlüğünden böyle bir anlam çıkmayabilir. Ancak, bazı noktalarda daha hassas olmak gerek diye düşünüyorum.
Biraz da yazının "Sosyalist feminizm"e ilişkin bölümü üzerinde bir şeyler söylemek istiyorum. Bu tanımlama beni özel olarak çok ilgilendiriyor.
Çünkü ben de bir feministim ve bir sosyalistim. Aynı zamanda da anti-emperyalist, anti-faşist, ırkçılık karşıtı, çevre korumacı ve hayvanları korumacı olduğumu da söyleyebilirim.
Toplumsal kimliklerimiz söz konusu olduğunda hepimizin böyle hayli uzun listeler çıkarması mümkün. Tüm bunlar hayatımızın çeşitli alanlarında yaşadığımız ilişki ve çelişkiler karşısında aldığımız tavırları yansıtan toplumsal kimlikler ve hayat kendi içinde tutarlı bütünlüklü ve de şemalar ve formüllerle açıklanabilir bir sistem oluşturmuyor. Belli bazı iç bağları olsa da.
Dolayısıyla niye toplumsal kimliklerimizi tutarlı hale getirmeye çalıştığımızı tam olarak anlayabilmiş değilim. Dahası, bu toplumsal kimliklerimizin niye hepsini değil de ikisini birbirine bağlamaya çalıştığımızı da kavrayamıyorum.
Yine sosyalist feminist tanımlamasına açıklamalar getirilirken, "arı bir feminizm"den tam olarak ne anlaşıldığını bilemiyorum ama bu özelliğin sosyalizmle karşılaştırılması bana biraz tuhaf geldi.
Arı bir sosyalizm mümkün mü acaba, "arı" sözü eğer, tutarlılık, bütünlük veya bir çizgi etrafında toplanabilen bir ideolojiyi ifade ediyorsa?
Feminizmin odak noktasının, cinsler arasındaki egemenlik ilişkisi olduğu söyleniyor, sosyalizm de odağına sınıflar arasındaki çelişkileri koyuyor.
Bana göre, her ikisi de toplumdaki diğer ezilmişlik biçimlerini yadsımamak noktasında bir ortaklık gösteriyor.
Evet, feminizm "kendi mücadele alanına girmeyen diğer egemenlik ilişkileriyle, kendi politik perspektifine girdikleri ölçüde ilgilenir" ama bu bence yazıda sözü edildiği gibi, toplumsal düzeyde bir anayasa oluşturulması ya da bir eğitim sistemi önerilmesi konusunda feministlerin söyleyecekleri sözleri olmadığı anlamına gelmez.
Toplumsal düzeyde yeniden oluşturulacak, ya da değiştirilecek her şey üzerine feministlerin söyleyecekleri sözleri var. Çünkü cinsiyetçilik tüm bu alanlarda her türlü siyasal sistem içinde yeniden örgütlüyor kendisini. Veya tersinden söyleyecek olursak, sosyalizm, tüm toplumsal ilişki ve çelişkileri kavrayacak, açıklayacak ve düzenleyecek bir ulemalar yönetimi olamaz. Herkes adına ve tüm ezilmişlikler adına konuşan birileri olduğunda neler olabileceğinin örnekleri de gözlerimize dikenler gibi her gün batıyor.
Ekonominin, üretim tarzlarının (son tahlilde) tüm düzeyler üzerinde belirleyici rolünün farkında olmak ve tahlillerini buralara oturtmak yani materyalist olmak, bu nedenle de toplumu dönüştürecek dinamiğin üretim ilişkilerini değiştirmekten geçtiğini söylemek, toplumda, bence ayrı ayrı dinamikleri, özneleri ve nesnelerle olan tüm ilişki ve çelişkileri açıklamaya yetmez.
Tüm bunlardan dolayı, feministliğimi ve sosyalistliğimi bir sıfat altında bütünleştirmeyi anlamlı bulmuyorum. Ayrıca böyle bir niteleme bana, asallık-tabilik, birincillik-ikincillik, parça-bütün gibi ikilileri çağrıştırıyor. Tüm toplumsal düzeylerde, alanlarda varolan sistem karşıtlarının, genel olarak ve uzun bir erimde birbirlerini güçlendirdiklerini ve birçok noktada çakıştıklarını düşünmekle beraber, bunlar arasında zaman zaman son derece acımasız çatışmalara yol açabilecek çelişkiler de olabileceğini düşünüyorum. Hele de bu kimlikler birbirlerine dizi dizi bağlandıkları takdirde, ortaya çıkabilecek ivedilikler, önem sıralamaları, içinde bulunulan koşullar ve güçlükler ve de zorunluluklar diye başlayan bir dizi açıklama ile nasıl bazı hayati sorunların hasır altı veya kulak arkası edilebildiği yakın ve uzak tarihten örnekleriyle birbir aklıma geliyor.
Son olarak, bir noktaya daha değinmek istiyorum. Benim cinsiyetçiliğe karşı mücadele programını sosyalist görüşlerim belirlemiyor. Yani bir kadın olarak ezilmişliğimin kökenlerini, içinde yaşadığım çevre, deneyimlerim, yetişme tarzım ve benzeri şeyler bağlamında ele alıyor ve mücadele hedeflerimi belirliyorum. 
Evet toplumdaki diğer ezilmişliklerin farkında olarak, hatta bu ezilmişliklere karşı mücadele ederek de olsa kadın ezilmişliğinin özgünlüğünü kavramak herhalde feminizm. 
Kendini bir türlü feminist olarak tanımlarken, herhalde, diğer türlü feminizmlerden ayrım noktalarının ne olduğunu açıklamak durumunda olmalı kadınlar. Yani mücadele alanları, sloganları, hedefleri ve çalışma biçimleri bakımından diğer türlü feministlerden mesela bu kadar kesin ayrımlar varsa, radikallerden ve eşitlikçilerden farklarını koymalı. 
Eğer, savunulan feminizm, "ne özel alanla ne de kamu alanıyla sınırlı bir mücadele ama her ikisinin anlamlı birlikteliğiyle hem cinsiyetçi kapitalist sisteme hem de tek tek bunun yürütücüsü olan erkeklere karşı mücadele" temeline oturuyorsa, bunu savunmak için kendini sosyalist feminist diye tanımlamak gerekmiyor bence. Bunu söyleyebilecek kişilerin sosyalist olması bile gerekmiyor çünkü.