HAZİRAN 2012- AMARGİ DERGİSİ , sayı: 25
-->
“Anne?... Benim ben.. Misafir gitti.”
“Yavrum, hakikaten mi gitti?
Yaşasın Arslan, misafir gitmiş! Oh allahım, çok şükür misafir gitmiş!”
Bir Yunan adasının postanesinin
kontürlü telefonu ile İstanbul’da bir ev arasında geçen bu tuhaf şifreli telefon
konuşması, bir zorunlu göç hikayesinin bundan 26 yıl önceki başlangıcını
oluşturuyor.
Kuşkulandığımız gibi annemlerin
telefonu dinleniyorduysa, misafirin gidişine niye bu kadar sevinildiği çözülmüş
müdür, bunu hiç bilemedim.
Hatta, çözebildilerse bir
annenin, kızının belirsiz bir süreyle uzaklara gitmesine nasıl olup da bu kadar
sevinebildiğini düşünen olmuş mudur acaba?
Az önce yazımın girişini
okuduğum annem hatırlattı: “misafir gitti” şifresini ona Haydarpaşa’da gizlice
son kez buluştuğumuzda söylemişim. O da bana bir altın bilezik takmış ve “Kızım
lazım olur” demiş. Ben o buluşmayı tamamen unutmuşum.
Anılar, yaşayanlar arasında
tekrarlanarak yeniden yeniden yazılmazlarsa unutuluyorlar.
xxx
Beni kimsenin daha önce tanımadığı
bir yere gittim.
Kafamın bir yerinde “yeni
baştan yazabilirim kendimi”, “sıfırdan bir hayat kurabilirim”, “nerede olsa
ayakta durabilirim” gibi kabadayı kabadayı cümleler döndüğünü iyi hatırlıyorum.
Dönemediğim ilk beş yılda,
memleketi hiç mi hiç özlemediğimi iddia edip, gurbet özlemi edebiyatını
küçümsemeyi de denedim.
“Ne kadar boş bir çaba” denip
geçilebilir, bir bakıma da doğrudur bu, ama kazın ayağı tam öyle değil.
Çünkü hayatının kontrolüne
sahip olduğuna, olabileceğine inanmak, kısmen ya da tamamen yanılsama bile olsa,
hayatları baştan başa değiştirilenler, parçalanmış oyuncaklar gibi oradan oraya
atılanlar için hep önemli bir direniş yöntemi oldu.
Hele ki kadınlar için.
Xxx
12 Eylül faşizmi ülkenin
tarihini değiştirirken, kadın- erkek milyonlarca insanın hayatıyla oynadı, geleceğini,
hayallerini, sevdiklerini hoyratça elinden aldı.
Ama tıpkı büyük toplumsal
çalkantıların yarattığı devrimci durumlar gibi, büyük baskı ve zulüm dönemlerinin getirdiği
ağır gerileme ve durgunluklar da, erkek egemenliği yüzünden ayrı yerlerde duran
kadınları ve erkekleri farklı etkiliyor.
12 eylül öncesi ve sonrası buna
çarpıcı örnekler verir.
Burada kuşkusuz cezaevi ve mahkeme
süreçlerinde erkekleri daha çok içerde, kadınları daha çok onların eşi,
kardeşi, annesi, yakını durumunda cezaevi ve mahkeme önünde bırakanın, siyasi
yapıların erkek egemen karakteri
olduğunu not edebiliriz. Ama bu yazıda bahsetmek istediğim bu değil.
Amargi’nin bir önceki sayısında
“Kim tutar seni bacım?” başlığıyla 12 Eylül’den hemen önce devrimci hareketler
içinde kadın deneyiminden söz ederken, “Benim
gibi bir çok kadının, aileden devlete her türlü otoriteye karşı ‘kim tutar
beni’ hissiyle yaşadığı yıllardı” demiştim.
Bu yazı işte o hikayenin devamı
biraz.
Yani “devrimci bacı”ya darbeden
sonra ne olduğu ve onun bu durumla nasıl başa çıktığının bin hikayesinden biri.
xxx
Kendi
eski yazılarından alıntı yapan sıkıcı insan olmak bahasına küçük bir alıntı
yapmalıyım.
12
Eylül öncesinde sol içinde kadına bakarken, sosyalizme içkin eşitlik fikriyle
birlikte, “Devrimci durumlara has bir olgu olarak, bir kesim kadının,
patriyarkada meydana gelen arızi çatlaklardan kendilerini yukarı çekerek,
eşitleşme, özgürleşme fırsatı bulduğu bir durum”dan söz etmiştim.
12 Eylül’ü
izleyen ilk bir kaç yıl ise, baskı ve zulümle yaratılan bir toplumsal hareketsizlik,
durgunluk ve korku krallığı içinde, bu durumu aynı kadınlar açısından fena
halde tersine döndürdü.
Günlük
yaşamda erkeklerle eşitlik ve özgürlüğün tadının, serinliğinin, heyecan verici
taze kokusunun, azımsanamayacak sayıda kadın tarafından bir nebze de olsa hissedildiği
“78 baharı”nın sonu gelmişti.
Solun
çevresini sararak onu bir çok düzeyde içinden çıktığı toplumdan ileriye
fırlatan kolektif varoluş, ya da devrimci hale ortadan kalkınca, kadınlar
açısından pandoranın kutusu bir kez daha açıldı.
Binlerce
solcu kadın ve erkek cezaevlerine konurken, onbinlercesi de kendilerini, bir
şekilde saklanıp “araziye uymaya” çalıştıkları kentler ve köylerde,
coğrafyamızın gündelik, banal, muhafazakar yaşam düzeni içinde, tutuklu
buldular.
Kimi
erkek bu süreçte “içindeki erkeği yeniden keşfeder” ve kendisine yine kral
olacağı bir küçük orman bulurken, bir çok kadın çok şey kaybetti.
Kısacası
çok kadın, bu yıllarda, devletten kaçarken patriyarkaya yakalandı, önemli bir
kısmı ikisinden de kaçamadı.
12
Eylül sonrası yıllarda aileleri tarafından “kendi iyilikleri için” zorla
alakonan, kapatılan, evlenmeye zorlanan, hatta uyutularak yurt dışına
kaçırılan, tanıdığı, birlikte çalıştığı ya da yaşadığı erkeklerin aşağılama
taciz, şiddet ve kötü muamelesine maruz
kalan, siyaseten kenara itilen, üstüne üstlük “gizlilik koşulları” denen
baskı ve zulüm dönemlerine has dar ceket içinde itiraz ve isyan mekanizmaları
elinden alınan solcu kadınların hikayeleri ciltler doldurur.
xxx
12
Eylül anlatılırken ister istemez devletin, faşist rejimin işlediği suçlar, hakların
ihlali, sömürü düzeninin sağlamlaştırılması, bunların toplum ve birey
üzerindeki etkileri ve dahi bunları açığa çıkarma, lanetleme ve hesabını sorma
ihtiyacı öne çıkar.
Bir
grup insan uzun yıllar baskıya ve zülme maruz kaldığında, inandığı bütün
değerlere cepheden saldırıldığında, arada derede kırılan bir çok kolun yen
içinde kalması, daha çok kahramanlık, dayanışma, özveri ve direniş hikayelerinin
hatırlanması kaçınılmaz.
Üstelik
hepimizin, dağarcığında hazine gibi sakladığı bu hikayelerin çoğu gerçektir,
heyecan ve gurur vericidir ve bunları tekrarlayıp hatırlamak, o yılların
karanlık anılarıyla başetmenin önemli bir aracı da olmuştur.
Ama
sadece başetmek değil, yaşananları geleceğe harç yapabilmek için gurur duyulmayan,
unutulmak istenenler de hatırlanabilmeli ve konuşulabilmeli.
İşte
bu noktada, özel yaşamı hemcinsleriyle zaten daha rahat konuşabilen ve bir de üstüne
özel yaşamın politik olduğunu ve bilhassa bu açıdan konuşulması gerektiğini
kavrayan kadınlar, bu koşuya yüz metre önde başladı.
Devrimci
durumların kendi hayatları için neler ifade edebileceğini kısa bir süre için ve
kısmen bile olsa deneyimleyen kadınlar 12 Eylül sonrası başlarına gelenleri de
anlamlandırmakta gecikmediler.
Bu
süreçte bir kısım kadın için, bağımsız kadın hareketi ve erkek egemenliğini de
sınıf egemenliği gibi sorgulayan feminizm, 12 Eylül karanlığından çıkışın,
yaşadıklarıyla yüzleşmenin ve hayatının kontrolünü geri alarak yeni devrimlere yelken
açmanın en önemli ideolojik ve örgütsel araçları oldu.
xxx
Ama
buralara gelebilmek için, herşeyden önce 12 Eylül’ün yarattığı atomizasyonu
aşıp diğer kadınlarla beraber olabilmek, konuşabilmek, kadınların en iyi
başardığı şeylerden biri olan dayanışmanın yaşanabileceği ortamları bulabilmek
gerekti.
12
Eylül’ü izleyen ve insanların vahşice savrulduğu, birbirine selam bile
veremediği ilk beş yıl içinde bunun imkanları çok sınırlıydı.
Benim
için bu süreç 1984’de atıldığım Mamak cezaevinde, kadınlar koğuşunda başladı.
Yeri
gelmişken, bir kalıbı utanmadan tekrarlamak isterim. Cezaevi bütün siyasi
tutsaklar için hakikaten müthiş bir siyaset okuludur.
Hikayeler
paylaşılır, dersler değerlendirilir, düşünceler geliştirilir, bir daha
sorgulanır, günlük yaşam örgütlenir, umutlar kıpırdanır, hayaller kurulur.
Ama
en önemlisi bir tür inatçı sath-ı müdafaa ruhu ile hayatınızın her anını ve
bütününü kontrol etmek isteyenlere, binlerce ayrıntıda dantel örer gibi direnebilmektir.
Üzüm
hoşafını bu yüzden şaraba dönüştürür, içmenizi istedikleri sabah çorbasını ve
şaplı bulguru bu yüzden döker, bu yüzden çayı şekersiz içip açlık grevi için
biriktirir ve bu yüzden gülmek için hiç bir fırsatı kaçırmazsınız.
Daha
önce kadınlarla dolu evlerde ya da yatılı okullarda yaşamamıştım.
Biraz
da o yüzden gecikmeli de olsa, bu zorunlu ama unutulmaz kolektif yaşam, hemcinslerimin
“normal koşullarda” gölgede bırakılan güç ve potansiyellerini kuvvetle farketme
fırsatı oldu. Aynı resme bakıyor ama onu çok boyutlu çok renkli görebiliyordum
sanki.
20 yaşında,
evli ve iyice örgütlü olarak yakalandığım ve dört yıl içine kıstırıldığım darbe
karanlığında tıkanan damarlarım açılmaya başlamıştı.
xxx
80
öncesi devrimci ortamlarda “bir erkeğin yaptığı herşeyi yapabilirim” diye
şekillenen “yanlış eşitlikçi” iddiam, yerini “bana bir kaç kadın verin dünyayı
değiştireyim” gibi bambaşka bir şeye bırakmaya başlamıştı.
Kadın,
bizzat erkek egemenliğiyle sürekli olarak kendisi dahi bilmeden başetmek
zorunda kaldığı için, sadece kuvvetli bir metal değil, ama her yana eğilip
bükülebilen bir kuvvetli metal gibiydi sanki.
Çevresindeki
koşulların başkaları tarafından değiştirilmesiyle şok olmuyor, hemen kendisini
yeni duruma göre yeniden örgütleyebiliyordu.
Büyük
kahramanlık menkıbeleri yazmaktan ziyade, sabırlı ve yaratıcı direniş
dantelleri örmeye ve cevherini içinde gizlemeye meyyaldi.
Benzetmek
gibi olsun, kadın bazı bakımlardan kapitalist sistem içinde proletaryayı da hatırlatıyordu.
Mahrum
bırakılabileceği büyük egoları ve elinden alınan geniş otoriteleri yoktu, kendiyle
çok kolay dalga geçebilirdi, aşağılama, hakaret, değersizleştirmeye idmanlıydı.
Liderlikten
çok dayanışma ve kolektivizme, paylaşım ve yatay ilişkilere yatkındı, kendisi
farkında olmasa bile, çıkarları statükoya karşı ve devrimci olmasını
gerektiriyordu.
Bir
yıl kadar sonra “çıkıyorsun, on dakika içinde hazırlan” dendiğinde beynimden
vurulmuşa dönüp, kendimi ranzalara bağlamak istemiştim.
Bir
tek ara sıra kadınların tünel kazma hikayeleri olmayışına yanarım.
Xxx
Dışarda
önce çok dinamik, farklı sınıfsal, kültürel ve siyasi yerlerden gelen müthiş
kadınları biraraya getiren bağımsız bir feminist hareket, ve sonra görüşe
gitmeye devam ettiğim cezaevinin kapısında, içerde kocası, kardeşi, babası
olan kadınların uzun süre belkemiğini
oluşturacağı insan hakları hareketlenmesini buldum. İHD bu kadınların omuzları
üzerinde yükseldi.
İngiltere’de
çok sonra izlediğim, üzerimde büyük etki bırakan bir belgeselde, hemen arkadaş
olmak isteyeceğiniz türden neşeli ihtiyar kadınlar, ikinci dünya savaşında
bütün erkekler savaşa gittiğinde nasıl çelikte ve her türlü fabrikada işçi
olarak çalıştıklarını, nasıl üretimi artırdıklarını, ve bundan nasıl büyük bir
zevk aldıklarını anlatıyorlardı. “Müthiş günlerdi” diye iç geçirirken hala
gözleri parlıyordu.
Ta ki
erkekler savaştan dönüp fabrikadaki işlerini ve bedava ev hizmetlerini geri
isteyene kadar. O zaman epey kıyamet kopmuş, kadınlar her ne kadar işlerin
çoğunu erkeklere bırakmak zorunda kalmışlarsa da başladıklarından çok daha
ileri bir noktaya dönmüşlerdi.
Tarihin
ve coğrafyanın çok farklı bir yerinde yaşanmış bu olay aslında özünde erkek
egemenliğine dair evrensel bir hikayeyi ve kadınlar üzerindeki etkilerini
anlatır.
Türkiye’de
80’lerin ortalarında artık gruplar halinde tahliye olmaya başlayan yüzlerce
erkek de kadınları bıraktıkları gibi bulmadılar.
Herşey
bir daha sallandı, mübalağa cenk edildi, epey bir “yuva” yıkıldı ve “bir küçük
burjuva sapma” ya da “burjuva yozlaşması” diye tarif edilen feminizm suçlanarak
nafile huzur arandı.
xxx
12
Eylül ile hayatları değişen ve göçmek zorunda kalan kadınların önemli bir kısmı
benim gibi, gittikleri yerlerde de kadınları buldular, kadın grupları kurdular,
varsa katıldılar, kendileri gibi soldan gelmeyen kadınlarla buluşarak,
dünyanın, Türkiye’nin, kadınlığın hallerine, yeni siyaset yapma biçimlerine,
toplumsal ve gündelik devrimlere kafa yordular.
1989’da,
Londra ve Hamburg kadın gruplarının inisiyatifiyle Almanya’da biraraya gelen ve
üç gün üç gece kucaklaşıp, kavga edip, anlaşıp, ağlaşan, gülen ve çoşan, çoğu
siyasi mülteci 400’ü aşkın, bir kaç kuşak Türkiyeli kadının heyecanını
anlatmaya kelimeler yetersiz kalır.
90’ların
ortalarına kadar tekrarlanan, zaman zaman dergisini çıkaran ve yerel klonlarını
yaratan bu toplantılarda kadınlar, salonlarda, koridorlarda, yataklarının
üzerinde, uyumaya bile cesaret edemeden, devletin, kapitalizmin ve
patriyarkanın başlarına ördüğü çorapları, göçmen ve kadın olmayı, kocaları,
sevgilileri, çocukları, örgütleri, savaşı ve barışı, tecavüzü, dayağı, tacizi,
cinselliği, aşkı, işçi ya da orta sınıf,
Kürt veya Türk olmayı, geçmişi ve geleceği konuştular.
Kadınlar
bu arada 12 Eylül’ün başlarına getirdiği şeyler silsilesinden zorunlu göç ile
de başetmekte ve onu da kendileri için bir avantaja dönüştürmede büyük maharet
gösterdi.
Ayrımcılık,
ikinci sınıf sayılma, yabancısı oldukları şeyler değildi. Başkalarının kral
olduğu ortamlara zaten alışkındılar.
Ama
ırkçılığın, milliyetçiliğin, azınlık olmanın, ana dilini konuşamamanın,
varsayılan ya da varolan dini inancından dolayı aşağılanmanın günlük
yaşamlarındaki farklı anlamlarını da bolca konuşup , yeni refleksler
geliştirdiler.
Xxx
12
Eylül çoğumuz ve Türkiye solu için hala bir milat.
Milattan
sonra, sadece başımıza neler geldiğini anlamak ve bununla yaşamakta değil, daha
iyi bir dünyaya gitmeyi kolaylaştıran yeni politika yapma biçimlerinin hayata
geçirilmesinde kadınlar önü aldı. Bunu yaparken herkesi de bir ölçüde değişmeye
zorladılar, zorluyorlar.
Xxx
Son söz: Hiç bir koşulda unutulmayan
şeyler
“Onu benim yanıma verin”
Daracık hücrenin sürgülü kapıları açılıp içeri itiliş.
Karanlıkta yüzü seçilmeyen iri yarı genç bir kadın.
Uzun süre yıkanmamışlık, bisküvi ve rutubet kokusu.
Masaj yapıyor ağrıyan yerlerime.
Bir aydır ordaymış. “Herşey çok basit” diyor şaşırtıcı bir neşeyle.
“Ne sorsalar aynı cevabı vereceksin: bilmiyorum. Bir süre sonra
sıkılıyorlar.”
Polisler Latife’nin deli olduğunu düşünüyor.
O aslında cin gibi.
Sorgusuz saatlerde birbirimize filmler anlatıyoruz.
Üç gün sonra beni başka şehre götürüyorlar.
Latife, okuyorsan bul beni. Seni hiç unutmadım.