12 Haziran 2012 Salı

AMARGİ: 12 EYLÜL: BİR DARBE OLDU HAYATIM DEĞİŞTİ


HAZİRAN 2012- AMARGİ DERGİSİ , sayı: 25

-->
 “Anne?... Benim ben.. Misafir gitti.”
“Yavrum, hakikaten mi gitti? Yaşasın Arslan, misafir gitmiş! Oh allahım, çok şükür misafir gitmiş!”
Bir Yunan adasının postanesinin kontürlü telefonu ile İstanbul’da bir ev arasında geçen bu tuhaf şifreli telefon konuşması, bir zorunlu göç hikayesinin bundan 26 yıl önceki başlangıcını oluşturuyor.
Kuşkulandığımız gibi annemlerin telefonu dinleniyorduysa, misafirin gidişine niye bu kadar sevinildiği çözülmüş müdür, bunu hiç bilemedim.
Hatta, çözebildilerse bir annenin, kızının belirsiz bir süreyle uzaklara gitmesine nasıl olup da bu kadar sevinebildiğini düşünen olmuş mudur acaba?
Az önce yazımın girişini okuduğum annem hatırlattı: “misafir gitti” şifresini ona Haydarpaşa’da gizlice son kez buluştuğumuzda söylemişim. O da bana bir altın bilezik takmış ve “Kızım lazım olur” demiş. Ben o buluşmayı tamamen unutmuşum.
Anılar, yaşayanlar arasında tekrarlanarak yeniden yeniden yazılmazlarsa unutuluyorlar.
xxx
Beni kimsenin daha önce tanımadığı bir yere gittim.
Kafamın bir yerinde “yeni baştan yazabilirim kendimi”, “sıfırdan bir hayat kurabilirim”, “nerede olsa ayakta durabilirim” gibi kabadayı kabadayı cümleler döndüğünü iyi hatırlıyorum.
Dönemediğim ilk beş yılda, memleketi hiç mi hiç özlemediğimi iddia edip, gurbet özlemi edebiyatını küçümsemeyi de denedim.
“Ne kadar boş bir çaba” denip geçilebilir, bir bakıma da doğrudur bu, ama kazın ayağı tam öyle değil.
Çünkü hayatının kontrolüne sahip olduğuna, olabileceğine inanmak, kısmen ya da tamamen yanılsama bile olsa, hayatları baştan başa değiştirilenler, parçalanmış oyuncaklar gibi oradan oraya atılanlar için hep önemli bir direniş yöntemi oldu.
Hele ki kadınlar için.
Xxx
12 Eylül faşizmi ülkenin tarihini değiştirirken, kadın- erkek milyonlarca insanın hayatıyla oynadı, geleceğini, hayallerini, sevdiklerini hoyratça elinden aldı.
Ama tıpkı büyük toplumsal çalkantıların yarattığı devrimci durumlar gibi,  büyük baskı ve zulüm dönemlerinin getirdiği ağır gerileme ve durgunluklar da, erkek egemenliği yüzünden ayrı yerlerde duran kadınları ve erkekleri farklı etkiliyor.
12 eylül öncesi ve sonrası buna çarpıcı örnekler verir.
Burada kuşkusuz cezaevi ve mahkeme süreçlerinde erkekleri daha çok içerde, kadınları daha çok onların eşi, kardeşi, annesi, yakını durumunda cezaevi ve mahkeme önünde bırakanın, siyasi yapıların  erkek egemen karakteri olduğunu not edebiliriz. Ama bu yazıda bahsetmek istediğim bu değil.
Amargi’nin bir önceki sayısında “Kim tutar seni bacım?” başlığıyla 12 Eylül’den hemen önce devrimci hareketler içinde kadın deneyiminden söz ederken,  “Benim gibi bir çok kadının, aileden devlete her türlü otoriteye karşı ‘kim tutar beni’ hissiyle yaşadığı yıllardı” demiştim.
Bu yazı işte o hikayenin devamı biraz.
Yani “devrimci bacı”ya darbeden sonra ne olduğu ve onun bu durumla nasıl başa çıktığının bin hikayesinden biri.
xxx
Kendi eski yazılarından alıntı yapan sıkıcı insan olmak bahasına küçük bir alıntı yapmalıyım.
12 Eylül öncesinde sol içinde kadına bakarken, sosyalizme içkin eşitlik fikriyle birlikte, “Devrimci durumlara has bir olgu olarak, bir kesim kadının, patriyarkada meydana gelen arızi çatlaklardan kendilerini yukarı çekerek, eşitleşme, özgürleşme fırsatı bulduğu bir durum”dan söz etmiştim.
12 Eylül’ü izleyen ilk bir kaç yıl ise, baskı ve zulümle yaratılan bir toplumsal hareketsizlik, durgunluk ve korku krallığı içinde, bu durumu aynı kadınlar açısından fena halde tersine döndürdü.
Günlük yaşamda erkeklerle eşitlik ve özgürlüğün tadının, serinliğinin, heyecan verici taze kokusunun, azımsanamayacak sayıda kadın tarafından bir nebze de olsa hissedildiği “78 baharı”nın sonu gelmişti.
Solun çevresini sararak onu bir çok düzeyde içinden çıktığı toplumdan ileriye fırlatan kolektif varoluş, ya da devrimci hale ortadan kalkınca, kadınlar açısından pandoranın kutusu bir kez daha açıldı. 
Binlerce solcu kadın ve erkek cezaevlerine konurken, onbinlercesi de kendilerini, bir şekilde saklanıp “araziye uymaya” çalıştıkları kentler ve köylerde, coğrafyamızın gündelik, banal, muhafazakar yaşam düzeni içinde, tutuklu buldular.
Kimi erkek bu süreçte “içindeki erkeği yeniden keşfeder” ve kendisine yine kral olacağı bir küçük orman bulurken, bir çok kadın çok şey kaybetti.
Kısacası çok kadın, bu yıllarda, devletten kaçarken patriyarkaya yakalandı, önemli bir kısmı ikisinden de kaçamadı.
12 Eylül sonrası yıllarda aileleri tarafından “kendi iyilikleri için” zorla alakonan, kapatılan, evlenmeye zorlanan, hatta uyutularak yurt dışına kaçırılan, tanıdığı, birlikte çalıştığı ya da yaşadığı erkeklerin aşağılama taciz, şiddet ve kötü muamelesine maruz  kalan, siyaseten kenara itilen, üstüne üstlük “gizlilik koşulları” denen baskı ve zulüm dönemlerine has dar ceket içinde itiraz ve isyan mekanizmaları elinden alınan solcu kadınların hikayeleri ciltler doldurur.
xxx
12 Eylül anlatılırken ister istemez devletin, faşist rejimin işlediği suçlar, hakların ihlali, sömürü düzeninin sağlamlaştırılması, bunların toplum ve birey üzerindeki etkileri ve dahi bunları açığa çıkarma, lanetleme ve hesabını sorma ihtiyacı öne çıkar.
Bir grup insan uzun yıllar baskıya ve zülme maruz kaldığında, inandığı bütün değerlere cepheden saldırıldığında, arada derede kırılan bir çok kolun yen içinde kalması, daha çok kahramanlık, dayanışma, özveri ve direniş hikayelerinin hatırlanması kaçınılmaz.
Üstelik hepimizin, dağarcığında hazine gibi sakladığı bu hikayelerin çoğu gerçektir, heyecan ve gurur vericidir ve bunları tekrarlayıp hatırlamak, o yılların karanlık anılarıyla başetmenin önemli bir aracı da olmuştur.
Ama sadece başetmek değil, yaşananları geleceğe harç yapabilmek için gurur duyulmayan, unutulmak istenenler de hatırlanabilmeli ve konuşulabilmeli.
İşte bu noktada, özel yaşamı hemcinsleriyle zaten daha rahat konuşabilen ve bir de üstüne özel yaşamın politik olduğunu ve bilhassa bu açıdan konuşulması gerektiğini kavrayan kadınlar, bu koşuya yüz metre önde başladı.
Devrimci durumların kendi hayatları için neler ifade edebileceğini kısa bir süre için ve kısmen bile olsa deneyimleyen kadınlar 12 Eylül sonrası başlarına gelenleri de anlamlandırmakta gecikmediler.
Bu süreçte bir kısım kadın için, bağımsız kadın hareketi ve erkek egemenliğini de sınıf egemenliği gibi sorgulayan feminizm, 12 Eylül karanlığından çıkışın, yaşadıklarıyla yüzleşmenin ve hayatının kontrolünü geri alarak yeni devrimlere yelken açmanın en önemli ideolojik ve örgütsel araçları oldu.
xxx
Ama buralara gelebilmek için, herşeyden önce 12 Eylül’ün yarattığı atomizasyonu aşıp diğer kadınlarla beraber olabilmek, konuşabilmek, kadınların en iyi başardığı şeylerden biri olan dayanışmanın yaşanabileceği ortamları bulabilmek gerekti.
12 Eylül’ü izleyen ve insanların vahşice savrulduğu, birbirine selam bile veremediği ilk beş yıl içinde bunun imkanları çok sınırlıydı.
Benim için bu süreç 1984’de atıldığım Mamak cezaevinde, kadınlar koğuşunda başladı.
Yeri gelmişken, bir kalıbı utanmadan tekrarlamak isterim. Cezaevi bütün siyasi tutsaklar için hakikaten müthiş bir siyaset okuludur.
Hikayeler paylaşılır, dersler değerlendirilir, düşünceler geliştirilir, bir daha sorgulanır, günlük yaşam örgütlenir, umutlar kıpırdanır, hayaller kurulur.
Ama en önemlisi bir tür inatçı sath-ı müdafaa ruhu ile hayatınızın her anını ve bütününü kontrol etmek isteyenlere, binlerce ayrıntıda dantel örer gibi direnebilmektir.
Üzüm hoşafını bu yüzden şaraba dönüştürür, içmenizi istedikleri sabah çorbasını ve şaplı bulguru bu yüzden döker, bu yüzden çayı şekersiz içip açlık grevi için biriktirir ve bu yüzden gülmek için hiç bir fırsatı kaçırmazsınız.
Daha önce kadınlarla dolu evlerde ya da yatılı okullarda yaşamamıştım.
Biraz da o yüzden gecikmeli de olsa, bu zorunlu ama unutulmaz kolektif yaşam, hemcinslerimin “normal koşullarda” gölgede bırakılan güç ve potansiyellerini kuvvetle farketme fırsatı oldu. Aynı resme bakıyor ama onu çok boyutlu çok renkli görebiliyordum sanki.
20 yaşında, evli ve iyice örgütlü olarak yakalandığım ve dört yıl içine kıstırıldığım darbe karanlığında tıkanan damarlarım açılmaya başlamıştı.
xxx
80 öncesi devrimci ortamlarda “bir erkeğin yaptığı herşeyi yapabilirim” diye şekillenen “yanlış eşitlikçi” iddiam, yerini “bana bir kaç kadın verin dünyayı değiştireyim” gibi bambaşka bir şeye bırakmaya başlamıştı.
Kadın, bizzat erkek egemenliğiyle sürekli olarak kendisi dahi bilmeden başetmek zorunda kaldığı için, sadece kuvvetli bir metal değil, ama her yana eğilip bükülebilen bir kuvvetli metal gibiydi sanki.
Çevresindeki koşulların başkaları tarafından değiştirilmesiyle şok olmuyor, hemen kendisini yeni duruma göre yeniden örgütleyebiliyordu.
Büyük kahramanlık menkıbeleri yazmaktan ziyade, sabırlı ve yaratıcı direniş dantelleri örmeye ve cevherini içinde gizlemeye meyyaldi.
Benzetmek gibi olsun, kadın bazı bakımlardan kapitalist sistem içinde proletaryayı da hatırlatıyordu.
Mahrum bırakılabileceği büyük egoları ve elinden alınan geniş otoriteleri yoktu, kendiyle çok kolay dalga geçebilirdi, aşağılama, hakaret, değersizleştirmeye idmanlıydı.
Liderlikten çok dayanışma ve kolektivizme, paylaşım ve yatay ilişkilere yatkındı, kendisi farkında olmasa bile, çıkarları statükoya karşı ve devrimci olmasını gerektiriyordu.  
Bir yıl kadar sonra “çıkıyorsun, on dakika içinde hazırlan” dendiğinde beynimden vurulmuşa dönüp, kendimi ranzalara bağlamak istemiştim.
Bir tek ara sıra kadınların tünel kazma hikayeleri olmayışına yanarım.
Xxx
Dışarda önce çok dinamik, farklı sınıfsal, kültürel ve siyasi yerlerden gelen müthiş kadınları biraraya getiren bağımsız bir feminist hareket, ve sonra görüşe gitmeye devam ettiğim cezaevinin kapısında, içerde kocası, kardeşi, babası olan  kadınların uzun süre belkemiğini oluşturacağı insan hakları hareketlenmesini buldum. İHD bu kadınların omuzları üzerinde yükseldi.
İngiltere’de çok sonra izlediğim, üzerimde büyük etki bırakan bir belgeselde, hemen arkadaş olmak isteyeceğiniz türden neşeli ihtiyar kadınlar, ikinci dünya savaşında bütün erkekler savaşa gittiğinde nasıl çelikte ve her türlü fabrikada işçi olarak çalıştıklarını, nasıl üretimi artırdıklarını, ve bundan nasıl büyük bir zevk aldıklarını anlatıyorlardı. “Müthiş günlerdi” diye iç geçirirken hala gözleri parlıyordu.
Ta ki erkekler savaştan dönüp fabrikadaki işlerini ve bedava ev hizmetlerini geri isteyene kadar. O zaman epey kıyamet kopmuş, kadınlar her ne kadar işlerin çoğunu erkeklere bırakmak zorunda kalmışlarsa da başladıklarından çok daha ileri bir noktaya dönmüşlerdi. 
Tarihin ve coğrafyanın çok farklı bir yerinde yaşanmış bu olay aslında özünde erkek egemenliğine dair evrensel bir hikayeyi ve kadınlar üzerindeki etkilerini anlatır.
Türkiye’de 80’lerin ortalarında artık gruplar halinde tahliye olmaya başlayan yüzlerce erkek de kadınları bıraktıkları gibi bulmadılar.
Herşey bir daha sallandı, mübalağa cenk edildi, epey bir “yuva” yıkıldı ve “bir küçük burjuva sapma” ya da “burjuva yozlaşması” diye tarif edilen feminizm suçlanarak nafile huzur arandı.
xxx
12 Eylül ile hayatları değişen ve göçmek zorunda kalan kadınların önemli bir kısmı benim gibi, gittikleri yerlerde de kadınları buldular, kadın grupları kurdular, varsa katıldılar, kendileri gibi soldan gelmeyen kadınlarla buluşarak, dünyanın, Türkiye’nin, kadınlığın hallerine, yeni siyaset yapma biçimlerine, toplumsal ve gündelik devrimlere kafa yordular.
1989’da, Londra ve Hamburg kadın gruplarının inisiyatifiyle Almanya’da biraraya gelen ve üç gün üç gece kucaklaşıp, kavga edip, anlaşıp, ağlaşan, gülen ve çoşan, çoğu siyasi mülteci 400’ü aşkın, bir kaç kuşak Türkiyeli kadının heyecanını anlatmaya kelimeler yetersiz kalır.
90’ların ortalarına kadar tekrarlanan, zaman zaman dergisini çıkaran ve yerel klonlarını yaratan bu toplantılarda kadınlar, salonlarda, koridorlarda, yataklarının üzerinde, uyumaya bile cesaret edemeden, devletin, kapitalizmin ve patriyarkanın başlarına ördüğü çorapları, göçmen ve kadın olmayı, kocaları, sevgilileri, çocukları, örgütleri, savaşı ve barışı, tecavüzü, dayağı, tacizi, cinselliği, aşkı, işçi ya da orta sınıf,  Kürt veya Türk olmayı, geçmişi ve geleceği konuştular.
Kadınlar bu arada 12 Eylül’ün başlarına getirdiği şeyler silsilesinden zorunlu göç ile de başetmekte ve onu da kendileri için bir avantaja dönüştürmede büyük maharet gösterdi.
Ayrımcılık, ikinci sınıf sayılma, yabancısı oldukları şeyler değildi. Başkalarının kral olduğu ortamlara zaten alışkındılar.
Ama ırkçılığın, milliyetçiliğin, azınlık olmanın, ana dilini konuşamamanın, varsayılan ya da varolan dini inancından dolayı aşağılanmanın günlük yaşamlarındaki farklı anlamlarını da bolca konuşup , yeni refleksler geliştirdiler.
Xxx
12 Eylül çoğumuz ve Türkiye solu için hala bir milat.
Milattan sonra, sadece başımıza neler geldiğini anlamak ve bununla yaşamakta değil, daha iyi bir dünyaya gitmeyi kolaylaştıran yeni politika yapma biçimlerinin hayata geçirilmesinde kadınlar önü aldı. Bunu yaparken herkesi de bir ölçüde değişmeye zorladılar, zorluyorlar.
Xxx
Son söz: Hiç bir koşulda unutulmayan şeyler
“Onu benim yanıma verin”
Daracık hücrenin sürgülü kapıları açılıp içeri itiliş.
Karanlıkta yüzü seçilmeyen iri yarı genç bir kadın.
Uzun süre yıkanmamışlık, bisküvi ve rutubet kokusu.
Masaj yapıyor ağrıyan yerlerime.
Bir aydır ordaymış. “Herşey çok basit” diyor şaşırtıcı bir neşeyle.
“Ne sorsalar aynı cevabı vereceksin: bilmiyorum. Bir süre sonra sıkılıyorlar.”
Polisler Latife’nin deli olduğunu düşünüyor.
O aslında cin gibi.
Sorgusuz saatlerde birbirimize filmler anlatıyoruz.
Üç gün sonra beni başka şehre götürüyorlar.
Latife, okuyorsan bul beni.  Seni hiç unutmadım.

http://www.amargidergi.com/node/2

5 Şubat 2012 Pazar

ÖZGÜR GÜNDEM: İŞGAL HAREKETİ'NDE KABUK DEĞİŞİMİ

5 Şubat 2012, ÖZGÜR GÜNDEM

http://www.ozgur-gundem.com/index.php?module=nuce&action=haber_detay&haberID=31378&haberBaslik=%C4%B0%C5%9Fgal%20Hareketi%E2%80%99nde%20kabuk%20de%C4%9Fi%C5%9Fimi&categoryName=&authorName=%20&categoryID=&authorID=


İŞGAL HAREKETİ’NDE KABUK DEĞİŞİMİ
LONDRA'DAN İZLENİMLER
KUMRU BAŞER

Soğuk bir Ocak günü Londra’nın tarihi Saint Paul’s Katedrali önünde 15 Ekim’den beri inatçı varlığını sürdüren işgal çadırkentindeyim. Zorla tahliye ihtimali her an kapıda.
Aklımda kritik sorular var. İngiltere özelinde kamuoyuna aylarca kendi gündemini yani sosyal adaletsizliği, kapitalizmin krizinin halka çıkarılan faturasını tartıştırmayı başaran işgal hareketi sönümleniyor mu? Yok hala ayakta ise, nasıl bir dönüşüm gösteriyor? İşgal, taleplerinde reformcu ama yöntemlerinde devrimci üslubunu yani “başka bir hayat mümkün” iddiasını sürdürüyor mu?
İlk bakışta Ekim ve Kasım aylarındaki canlılık yok çadırkentte. Televizyonların gazetelerin ilgisi azalmış, çadırların ve içinde kalanların sayısı da. Bir ara 250 ye kadar çıkmış olan çadır sayısı şimdi100 civarında. Zaten soğuk yüzünden çoğu faaliyet çadırların içine çekilmiş görünüyor. Büyükçe ortak çadırların içinde öbek öbek insanlar bir şeyler tartışıyor.
Önce mutfak çadırına uğrayıp çay bir bisküvi alarak başlıyor ve işgalcilere, çok memnun oldukları tahin helva desteğimi iletiyorum. Bir kantin boyutlarında, ve günde iki öğün düzenli sıcak yemek çıkaran mutfak çadırıyla yakınındaki çay ve empati çadırı işgal alanının en sosyal alanlarından. 
İSTENMEYENLER KENT MERKEZİNDE
Bu iki çadırdaki sosyallik işgal ve işgalcilere ait ilk önemli resmi veriyor. İngiltere başkentinin sokaklarında normal olarak büyük binaların kapı eşikleri, havalandırma mazgallarının üstleri, merdiven altlarında kışı atlatmaya çalışan evsiz, işsiz, alkolik, madde bağımlısı, zihinsel özürlü onlarca insan da işgale eklemlenmiş ve yavaş yavaş sorumluluk almaya işlere katılmaya başlamışlar. Haftalar önce sohbet ettiğim bir evsiz “hayatımda hiç bu kadar güzel bir ortamda yaşamamıştım, çok mutluyum” demişti.
İşgal, toplumda çoğu kesimin farklı sebeplerle görmezden geldiği, korktuğu, ittiği “en alttakiler”i ilk kez böylesi kitlesel biçimde siyasi bir eylemliliğin ve sosyal yaşamın içine alıyor ve görünür kılıyor.
İşte iktidarın büyük ortağı muhafazakarların televizyon kanallarında işgalle ilgili tartışmalarda yüzlerini tiksintiyle buruşturmalarına yol açan tablo bu. Tertemiz, steril, zengin kent merkezlerinde bir “utanç tablosu”!
“YÜZDE 99” BİRBİRİNİ BULUYOR
Bu tablonun diğer unsurları da iktidar açısından bir o kadar rahatsız edici. İşgalin çok etkili sloganı “Biz yüzde 99’uz” aslında sayısal olarak gerçekleşmiş olmasa da, biraraya getirdiği yelpazeye bakıldığında temsili olarak çok da abartılı görünmüyor.
Bu hareket belki de daha önce biraraya gelmemiş insanları buluşturdu çünkü: anarşistler, komünistler, çevreciler, işçiler, orta sınıf çalışanlar, işsizler, marjinal muamelesi görmüş akademisyenler, ünlü ve ünsüz yazarlar, gazeteciler, liberaller, demokratlar, feministler, lgbtt eylemcileri, sansür karşıtları, sosyal adaletsizliğe isyan edenler, okulların hastanelerin özelleştirilmesine, sosyal yardımların tırpanlanmasına kızanlar, karakollarda ölenlerin aileleri, savaş karşıtları, ucuz ve güvencesiz işgücü olmaktan bezmiş her milletten göçmenler, farklı dinlerden eşitlikçi gruplar, ateistler, öfkeli siyah gençler, geleceklerinin ellerinden alındığını düşünen üniversite öğrencileri ve daha niceleri.


İŞGALİN BİR GÜNÜ
İşgal kampının, enformasyon, kütüphane, teknik destek ve medya çadırları ve en çok da popüler Çadır Üniversitesi’nde kümeleşip, tartışan, planlayan, sohbet edenlere katılmak için kampta kalmanız gerekmiyor. Herşey herkese açık.
Enformasyon çadırında, battaniyelere sarınmış, gelenlere bilgi veren Lilias ile sohbet ettik bir süre. Sohbetimize gelen giden onlarca kişiyi de kattık ara ara.
Lilias çevreci. Yeşil partiye oy veriyor. İşgale ikinci ayında katılmış. İşgal kadınlar için çok kolay değil diyor. Geceleri kampın güvenliğinden sorumlu nöbetçiler ve “güvenli yaşam alanı kılavuzu” var ama yine de işgal gazetesinde bile itiraf edildiği gibi sorunlar çıkabiliyormuş.
Lilias’a çay getiren ve mutfak çadırındaki işine dönmek için acele eden Betty işsiz, parasız ve evsiz kalınca işgale katılmaya karar vermiş. “Politik biri değilim aslında” diyor, ama işgalin duruşunu benimsiyor. Kadınlar için oluşturulan büyük bir ortak çadırda beş kadın kalıyorlar.
“Sabahları kalkınca yakında bir yardım kuruluşunun parasız banyo yapılabilen yeri var, oraya gidiyorum” diyor. Sabun, şampuan, havlu veriliyormuş, hatta makinada giysilerini yıkayıp kurutup giyebiliyormuşsun.
Kamp, bir toplum minyatürü olarak 24 saat zorlu bir kolektif çalışmayı gerektiriyor.
Lilias, 6 saat soğuk enformasyon çadırında oturduktan sonra, bir tartışma toplantısına, sonra da her akşam saat 7’de yapılan ve gerek pratik işlerin gerekse teorik konuların tartışılıp karara bağlandığı Halk Meclisi genel kuruluna katılacak.


YEREL, ULUSAL, BÖLGESEL, ENTERNASYONAL
İşgalde günlük yaşam arı gibi çalışan günde bir kaç kez toplanan komiteler tarafından örgütleniyor.
Bazılarının özel çadırları var. Mutfak, Temizlik ve Atık ve Geri Dönüşüm, Teknik Destek, Medya, İç İletişim, Mali İşler, Dış İlişkiler, İşgal Gazetesi, Hukuk, Güvenlik, Halk Meclisi Planlama, Çadırkent Üniversitesi komiteleri bunlardan bazıları.
Bir de işgalin çeşitli konulardaki sesini bulmak için teorik ve düşünsel çalışma yürüten, ekonomi, demokrasi, eğitim, enerji , hukuk sisteminde reform gibi konularda talep deklarasyonları hazırlayan ve bunları Halk Meclisi genel kuruluna sunan çalışma grupları var. Bu gruplara bilfiil kampta kalmayan çok sayıda insan katılıyor.
Londra düzeyinde çadırın önündeki büyük tahtada ve internette ilan edilen çok sayıdaki tartışma, atelye çalışması, toplantı, sadece burada değil, 2. işgal alanı Finsbury Square’de ya da geçen hafta polis zoruyla boşaltılana kadar aylardır işgalde olan UBS bankasına ait 6 katlı boş bir binada yapılabiliyordu.
İşgalin ulusal ve bölgesel bağlantıları ve toplantıları var. Örneğin Belfast ve Sheffield işgallerinden gelenlerle konuştum. 21 Ocak’ta yapılan ulusal ve bölgesel işgal konferansı için gelmişler. İngiltere, İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti’nde 20 den fazla ilde işgal hareketi bulunduğunu anlatıyorlar.
ABD işgalleri ile Londra arasında da ziyaretler ve canlı bağlantılarla süren bir görüş ve deneyim alışverişi var. Enformasyon çadırına uğrayan New Jersey işgal hareketinden genç Amerikalı Emily, “işgal hareketinin hedefleri net değil” diye şikayet ediyor. “İnsanlar tam olarak ne istediklerini bilmiyorlar”.
O sırada içeri bir enerji topu gibi dalan Ethan ise Londra işgaline geçen hafta katılmış. “Bütün işgallerin anası” diyebileceğimiz Wall Street’ten gelmiş genç siyah bir Amerikalı. Üzerinde “büyük yerden” gelmiş insanlara özgü bir sorumluluk havası var. Bu çevreye de sirayet ediyor. Okula müfettiş gelmiş gibi biraz. “Sanırım buradaki Halk Meclisi genel kurullarında bazı usul hataları yapılıyor” diyor ve genel kurul tutanaklarını görmek istiyor.  
O noktada işgal hareketinin nasıl uluslararası bir hareket olduğunu ortaya koyan hararetli bir tartışma kopuyor.
Halk Meclisi genel kuruluna sunulan bir teklif, veto edilir, yani bir kişinin ciddi muhalefeti ile karşılaşırsa ne olacak? Tamamen düşecek mi, yoksa yerine planlama komitesi tarafından hemen alternatif bi öneri mi sunulacak? Ethan, ikincisinin uygulanması gerektiğini, planlama komitesinin iyi çalışmadığını söylüyor.
Bütün bunların yanında, işgal büyük ve geniş bir yerel eylemliliğin de odağında. Adeta bir muhalefet şemsiyesi işlevi görüyor. Grevci işçiler, eylemdeki çevre grupları, polis gözetiminde yakınları ölenler, eylemci öğrenciler, Tahrir meydanı bağlantılı Mısırlılar, Filistinliler, Kürtler, kamp alanlarının boşaltılmasına direnen Romanlar, Wikileaks kurucusu J. Assange için kampanya yürütenler işgale destek veriyor, destek istiyorlar.
GELECEK TARTIŞMALARI
İşgalin haftada bir çıkarttığı Occupied Times gazetesinin 4 Ocak tarihli 8. sayısı 2011’i dünyada ve İngiltere’de kuşaklar boyunca hatırlanacak bir sivil itaatsizlik yılı olarak tanımlıyor.
“Sol’un onlarca yıldır yapmak için çabaladığı şeyi başardık” diyorlar. Eşitlik fikrini bir kaç ay içinde ülke gündeminin orta yerine oturtmuş olmakla gururlular.
İşgalciler yeni yılda yeni taktikler, yeni varoluşlarla, yeni yöntemler ve teknolojiyle hareketi devamlı kılma, yine gündemi belirleme arayışında oldukları mesajını veriyorlar. Teknolojiyi daha iyi kullanmaktan, interneti dünya muhalefetinin sanal meydanı haline getirmekten söz ediyorlar.
Ama bütün bunları söylerken, mesajlarının bu kadar etkili olmasında çok önemli ve vurucu bir rol oynayan fiziki işgalden vazgeçmeye hazır olduklarına dair ipuçları da veriyorlar.
Artık gün be gün tahliye tehdidiyle karşı karşıya olan Saint Paul’s işgalinin önünde Wall Street deneyimi, Zuccotti Parkı’nın zorla boşaltılmasından sonra farklı eylemlerle  sürdürülen bir hareket örneği var. 
Noam Chomsky’den alıntı yapıyorlar Occupied Times başyazılarında. Chomsky, yeni yılda işgalcilere “Taktiklere fazla takılmayın, hedefe kilitlenen. Taktiklerin ömrü kısa olur” demişti.
Çadırlarda bir hayatı sürdürmeye ne kadar büyük bir enerji harcandığını, belki de bu enerjinin başka alanlara harcanmasının çok daha iyi olabileceğini anlatıyorlar.
İŞGALSİZ İŞGAL HAREKETİ OLUR MU?
İşgal hareketi belki yeni yollar bulacak akmak için. Fakat ben hareketin görülmemiş etkisini, mesajları kadar yöntemlerine de borçlu olduğunu düşünenlerdenim.
 Kuşkusuz sosyal adalet, eşitlik, ve halktan yana bir demokrasi talebi batı toplumlarında derinleşen ekonomik krizinin yükünü sırtında taşıyan emekçi ve orta sınıflara merhem gibi geldi.
Ama bunlar, yanında sunulan deneysel alternatif demokrasi labaratuarı ile can buluyordu. Kamuoyunun daha önce hiç isyan etmemiş kesimlerini kendisine çeken şeylerden biri buydu.
Görünürlük ve erişim kolaylığı, bir yandan aslında herkesin bildiği taleplere uzun zamandır ilk kez “gerçekleşmesi mümkün” fikrini katarak radikalleştiriyor, devrimcileştiriyor, diğer yandan ise katılanlar için “daha iyi bir dünya mümkün” okuluna dönüşüyordu.
İşgal hareketi kamp hayatının güçlükleri konusunda haklı olabilir. Gerçekten çok ilkel yaşam koşullarında tüketici bir çalışmayla gün gün varolabilmek kolay değil. Ama işgal henüz bunun sağladığı siyasi etkiyi sürdürebilecek net bir dönüşüm ve yapılanma fikri üretebilmiş görünmüyor.
Şu an için ABD’nde olduğu gibi, ülkenin dört bir yanında fiziki işgal olmasa da düzenli olarak toplanacak Halk Meclisleri ağı ile alternatif bir demokrasi arayışı eyleminin sürdürülmesi buna en yakın fikir gibi. Onun yanında, ekonomik ve sosyal adaletle ilgili uzmanlaşan çalışma gruplarının kendi ilişki ağlarını oluşturan ayrı birer dinamik haline gelebileceği gibi daha belirsiz fikirlerden bahsediliyor.
ŞİŞMAN HANIM ŞARKI SÖYLEYENE KADAR
Gün boyu birlikte çeşitli toplantılara girip çıktığım işgalci Lilias’a “zorla tahliye emri gelirse direnecek misiniz?” diye sordum.
Lilias diğer bütün işgalciler gibi sadece kendi adına konuşmaya özen göstererek, “ben bir çatışmaya girmek istemem şahsen, ama zor kullanmaya kalkarlarsa nasıl tepki vereceğimi kestiremiyorum” dedi.
“Peki fiziken işgallere son verilirse, bu hareket biter mi?” sorusunu ise o komik, muğlak ama umutlu İngiliz deyişiyle yanıtladı: “Şişman kadın şarkı söyleyene kadar hiç bir şey bitmez”
İşgal hareketi geçen yıl başladığında herkesi şaşırtan, beklenmeyenleri önümüze seren bir çeviklik, cesaret, esneklik ve dinamizm göstermişti.
“Kimbilir, belki işgalsiz bir işgal hareketi konusunda da yine şaşırtır ve düşündürür 2012’de” umuduyla ayrıldım Saint Paul’s işgal kampından.