28 Ekim 2011 Cuma

BİANET: DEMOKRASİ ZOR ZENAAT

28 EKİM 2011 : LONDRA İŞGALİNİN İKİNCİ HAFTASI - BİANET

http://bianet.org/bianet/bianet/133640-demokrasi-zor-zenaat

Londra işgalcileri, küresel hareketin yöntemleri ile kendi deneyimlerini birleştirerek, eylemin ilk gününde bir sokak meclisi oluşturdu. Bu meclis her gün öğle ve akşam oturumları yapıyor ve gündemdeki pratik ve siyasi konuları tartışıyor.
Londra - BİA Haber Merkezi
26 Ekim 2011, Çarşamba
Artık Londra'nın finans merkezinin göbeğinde örgütlü bir çadır-kent var. Daha doğrusu iki çadır kent var.
Muhafazakar milletvekili Mark Field çadırkentleri göz zevkini bozan bir "üçüncü dünya gecekondusu"na benzetti. Bankacılık krizinin faturasının halkın yüzde 99'una çıkarıldığını söyleyen protestoculara göre ise "kapitalizmin göbeğinde gerçek demokrasi nüveleri" yaratılıyor.

Finans merkezi ve demokrasi


Londra'nın en önemli tarihi, turistik ve ekonomik yapılarının toplandığı bir noktada, Saint Paul's katedrali önünde, Amerika'daki Wall Street işgaline destek amacıyla başlatılan eylem ikinci haftasında. İşgal hareketi haftaya ayrıca yine finans merkezindeki Finsbury meydanında ikinci bir kamp oluşturarak girdi. Ama daha örgütlü, daha büyük ve daha ayak altı oluşuyla asıl ilgi toplayan kamp hala birincisi.
Gün boyu sıcak ve soğuk yemek çıkaran kantini, çay kahve ve şefkat çadırı, ardarda ekonomik, sosyal konularda açıkhava dersleri verilen çadırkent üniversitesi, çocuklar için işgal okulu çadırı,  interaktif hukuk ve haklarınız atelyesi, katedral duvarında oynatılan işgal sineması ile ekonominin gidişinden hoşnutsuz bir çok kişi için bir cazibe merkezi aslında kamp.

Destekçiler ve katılımcılar


Eylemi sağdan ve soldan eleştirenler, çadırlarıyla gece gündüz kampta kalanları "profesyonel eylemci" diye tanımlıyor ve işi gücü olan insanların böyle bir yerde yaşamını sürdüremeyeceğini öne sürüyorlar.
Doğru, kampta kalmayı başarabilenlerin bir çoğu ya işsiz, ya emekli ya da üniversiteli. Fakat, gözden kaçırılmaması gereken bir şey var; gözlemleyebildiğim kadarıyla her gün hiç de profesyonel eylemciye benzemeyen işinde gücünde yüzlerce kişi kampı iş aralarında, uğrayabildiği günlerde ziyaret ediyor. Buradaki tartışmalara, çalışmalara katılıyor; gıda, malzeme ya da para bağışı yapıyor, evde yapılmış dövizlerini getiriyor, kendi talepleriyle ve eylemliliğiyle eklemleniyorlar. Başka şehirlerden tatil gününde işgali görmeye gelenlerle bile karşılaştım.

Dövizini alan geliyor

Buna ek olarak, İngiltere'nin önde gelen bazı sendikalarının, öğrenci derneklerinin, kampanyalarının, kamuoyunda isim yapmış bazı yazar, gazeteci, akademisyen, düşünür ve sanatçıların da bizzat gelerek, faaliyetlere katılarak ya da mesajlarıyla açık destek verdikleri görülüyor.
Kampın ve küresel işgal hareketinin sınıfsal ve siyasi yerini ve ne ölçüde başarılı olduğunu en iyi zaman ve bu zaman içinde alacağı şekiller gösterecek. Ama şu an neler yaptıkları da bir o kadar önemli görünüyor. Çünkü burası adeta bir demokrasi ve siyaset laboratuarı.
Londra işgalcileri, küresel hareketin yöntemleri ile kendi deneyimlerini birleştirerek, eylemin ilk gününde bir sokak meclisi oluşturdu. Bu meclis her gün öğle ve akşam oturumları yapıyor ve gündemdeki pratik ve siyasi konuları tartışıyor.
Eylemin onbirinci günü itibariyle izlediğim akşam oturumunda tartışmalar, işgalin önüne çıkan ve doğrudan demokrasiyi yer yer fena halde zorlayan meseleleri net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Her meclis oturumunda olduğu gibi önce pratik işleri yürüten 10 küsur komitenin sözcüleri gelip bir kaç cümleyle son çalışmaları hakkında bilgi verdiler.

Meclis'te hararetli oturumlar


Bir kaç önemli haber-duyuru şöyleydi: İşgal Çarşamba gününden itibaren haftalık dergi çıkarmaya başlıyor, İngiltere'de ilk ve ortaokullar tatile girmişken, Çarşamba günü işgale davet edilen anne babalar ve çocuklarla buluşulacak. İşgalden artık rahatsız olduğunu gösteren Saint Paul's katedralinin mahkemeye gitme ihtimaline karşı hukukçularla görüşülüyor, pasif sivil itaatsizlik ve eylemcilerin hakları konusunda eğitim çalışmaları örgütleniyor.
Oturumun ana gündeminde ise çok tartışmalı iki konu vardı. Bunlardan birincisi şekle ilişkin görünse de hareketin özüne dair bir tartışma: Kampın dışardan görünen kısmına belirli siyasi parti, örgüt ve kampanyaların pankartlarının değil, ortak oluşturulmuş mesajların konması önerisi tartışmaya açıldı.
Çok basit gibi görünen bu teklif aslında harekete açık şekilde damgasını vuran yeni nesil "doğrudan demokrasi ve bireylerin konsensüsle aldığı kararlara dayalı" muhalif hareketi, bu popüler eyleme çeperinden katılıyor gibi görünen siyasi örgütlerle karşı karşıya getiriyordu. Çünkü siyasi örgütler adları üzerinde birey olarak değil blok olarak hareket ediyorlar ve zaman zaman eylemin ortak gündemi yerine kendi gündemlerini öne çıkarabiliyorlar, bağımsız katılımcılar bunun hareket içinde bir güce dönüşmesini istemiyorlardı.
Seattle ve küresel anti kapitalist eylemler, daha sonra savaş karşıtı hareketler sürecinde batıda yükselip yerleşen yeni hareketlerin, kendilerinden önceki muhalif örgütlenme geleneğiyle buluşmasının sancıları bunlar. Nitekim, birden hararetli bir tartışma koptu.
Daha önce izlediğim karar toplantılarında dikkatimi çekmeyen Sosyalist İşçi Partisinden (SWP) sözcüler "Partimiz başka örgütlerle bir tutulamaz, bu hareketin bir parçasıdır" dediler. Ama genel kurul yine de konsensüsle kampın dış görünümüne tamamıyla ortak sloganların yansıması gerektiğine karar verdi. İşgalin ikinci haftasında Abdullah Öcalan'a özgürlük pankartıyla görünür bir köşeye  çadır açan gruba da aynı mesajın verilmesine karar verildi.
Ama ikinci önerge olan, "kampta hiç bir siyasi parti ve hareket, yayınlarını pankartlarını açmasın" üzerinde konsensüs sağlanamadı. Böyle durumlarda karar başka bir tartışmaya ertelenebiliyor.

İçki içilsin mi?

Bu tartışma da bireysel özgürlükler ve toplumun güvenlik ve huzuru önceliklerini tartıştırdı işgalcilere. Kamp sakinleri genellikle içkiye karşı değiller konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla. Ama kampa kendilerini eklemleyen ve geceleri olay çıkaran, çevreyi ve çadırlarında uyumaya çalışanları rahatsız edenlerden büyük rahatsızlık ifade ediliyor.
Bu konuda ikinci tartışma tekniği izlendi. Herkes çevresindeki on kişiyle küçük bir grup oldu, harıl harıl konuşan gruplar on dakika sonra genel kurula eğilim bildirdiler.
"İçkiye karşı değiliz, isteyen gider çevre publarda içer ama buraya eğlenmeye değil, düzeni değiştirmeye, sesimizi duyurmaya geldik, bu kadar sorun yaratan bir konuda, fedakarlık yapmak zorundayız" görüşü çoğunluktaydı.
Küçük bir grup ise kararı veto ediyordu. Bu durumda konsensüs olmayan bazı durumlarda başvurulabileceği önceden kabul edilen üçte iki çoğunluk yöntemine gidildi ve kampta açıkta içki içilmemesi konusundaki karar, "içki sorunu olanlara şefkatli yaklaşım" notuyla birlikte onaylandı.

Banksy'den Monopol desteği


Sokak meclisinin karanlık ve soğukta zor tartışmalarla enerjisi tükenen katılımcıları efsane sokak sanatçısı Banksy'nın yolladığı Monopol oyunu şeklindeki dev enstalasyona bakmak üzere dağıldılar.
Bunu, kalabalık bir grubun katıldığı çok eğlenceli bir interaktif "hukuk ve sivil itaatsizin hakları" atelyesi izledi. Tüylü şapkası ve pelerini, uzun saçlarıyla teatral görünümlü bir hukukçu, ara ara neye uğradığını şaşıran polisi de tartışmaya katmayı başararak işgalcilere haklarını anlattı.
Hukukun inceliğini bilirlerse polise isimlerini bile vermek zorunda değildiler mesela, ya da suçlu durumuna düşmemek için kendilerine Saint Paul's işgalcisi değil, "Saint Paul'un olanaklarından yararlanan misafirler" demeleri gerekiyordu.

Taleplere ne oldu?

Londra'da da işgalciler tıpkı diğer kentlerdeki hareketlerden gelen haberlerden anlaşıldığı gibi, biran önce somut taleplerle ortaya çıkmak ile taleplerini gerçekten demokratik süreçlerde oluşturmak arasındaki gerilimi yaşıyor.
Birinci haftanın başlarında işgalin oluşturduğu sokak meclisi dokuz maddelik bir geçici manifesto yayınlamış, ama bunun taslak olduğunu üzerinde sürekli çalışılacağını duyurmuştu.
Hareket dışardan ve içerden genellikle anti kapitalist diye tanımlanmasına rağmen ilk manifestonun anti kapitalist değil ağırlıkla bankacılık krizinin darbesini yiyen sosyal refah devletini savunmaya ve sosyal adalete yönelik taleplerle ortaya çıkması ilginçti.
Bu hafta bu talepler ve bu taleplerin üzerinde daha ne kadar çalışmak gerektiği konusundaki tartışmaların iyice kızışması bekleniyor. (KB/HK)
* Fotoğraflar: Kumru Başer

17 Ekim 2011 Pazartesi

SENDİKA.ORG: DEMOKRASİ DEDİĞİN İŞTE BÖYLE OLUR!







Londra’da “birlikte işgal” eylemi üçüncü gününde.
İşgal, bir yandan Londra’nın hem en turistik ve merkezi alanlarından Saint Paul’s Katedrali önünde giderek detaylanan bir alternatif yaşam alanı oluşturdu, hem de bir doğrudan demokrasi deneyini dünyanın gözleri önünde hayata geçirdi
Ve, sokakta işgalciler tarafından oluşturulan “halk meclisi” iki gün harıl harıl çalıştıktan sonra, dün gece dünya ve İngiltere halklarına ve hükümetlere 9 mesaj verdi.
Esnek ve üretken bir hareket
Amaç 15 Ekim günü Wall Street borsası işgaline destek amacıyla Londra hisse senetleri borsasının önünü işgal etmekti.
Ama eylem randevusuna gidenler, alanın kendilerinden daha önce atlı polis tarafından işgal edilmiş olduğunu gördüler. Hem de “özel mülktür, geçemezsiniz” diyen genel mahkeme tebligatı deste deste önlerine atıldı.
Bunun üzerine,  sayıları en civcivli saatlerde üçbini aşan işgalciler,  hemen hedefi değiştirdi. Giremedikleri alanın bitişiğinde, Nazi uçaklarının Londra üzerine attığı tonlarca bombadan hiç birinin isabet etmemesiyle Britanya’nın yıkılmazlığının simgesine dönüşen  Saint Paul’s Katedrali önüne yerleştiler.
Polise, iki gün boyunca nadiren sert çıkış, çoğunlukla barışçı ama kararlı direniş, yer yer yuhlama, yer yer “siz de emekçisiniz, sizin de haklarınız gaspediliyor, onlara çalışmayın” mesajlarıyla, bire bir sohbetler ve pazarlıklarla bir çok kere geri adım attırmayı başardılar.
 “Sokaklar bizim, sahip çıkalım”
İşgalcilerin ilk ve en önemli tavrı sokağa sahip çıkmaktı. Eylem başlar başlamaz, sokakta alternatif bir yaşam örgütlendi.
İki gün boyunca yavaş yavaş önce ilk yardım çadırı, sonra geri dönüşümlü çöp bölgesi, yiyecek dağıtım merkezi, medya teknik destek bölgesi, kayıp eşya çadırı, müzik kolonları, enformasyon köşesi, bilgi ve gündemlerin yazıldığı kara tahtalar, gece hazırlıksız olanlara uyku tulumu, yorgan, battaniye köşesi, çocuk oyun alanları, namaz alanı, mobil tuvaletler, kitaplık çadırı ve özgür üniversite çardağı oluşturuldu.
Doğrusu önümüzdeki günlerde daha ne çadırlar köşeler kurulacağını, örgütlenmenin daha ne kadar detaylanacağını merak etmemek mümkün değil.
Sonuçta Saint Paul’s Katedrali çevresindeki L şeklindeki alanda, gece gündüz yaklaşık 150 çadır ve yüzlerce insanın aynı anda onlarca farklı faaliyet içinde olduğu basbayağı bir mahalle ortaya çıktı.
Bütün işler bir kaç saat arayla ya da gerektikçe toplanan bir “işler” komitesinin sürekli pratik sorunları çözücü önerileri tartışması ve gönüllüler bulmasıyla şaşılacak bir hızla halledildi.
Sosyal medya kullanılarak atılan mesajlar yoluyla,  yeni gelenlere işgal alanının eksikleri bildirildi. Tuvalet kağıdı, uyku tulumu, pil, battaniye, kitap lazımdı, getirildi.
Bunlar, aslında bugün birden ortaya çıkan beceriler değil.  İngiltere’de özellikle 11 Eylül 2001 sonrasında kabaran savaş karşıtı hareket, küresel kapitalizm karşıtı hareket ve öğrenci hareketi içinde kazanılan beceriler ve birikimler kendini yeni kampanyalar, yeni ittifaklarda yeniden yaratıyor.
 “Doğrudan demokrasi zor iş ama değer!”
İkinci gece işgal hareketi adına atılan bir twit aslında bir çok şeyi özetliyordu “Doğrudan demokraside kararlara katılımla, çabuk karar alma ihtiyacını dengelemek çok sıkıntılı! Gelgelelim, uğruna sıkıntı çekmeye değer bir yatırım.”
Çok doğru. Hareketin dünya ve İngiltere kamuoyuna vereceği 9 mesajı belirlemesi iki gün aldı. Ama süreç alınan kararların gerçekten asgari müşterekler olmasını sağladı.
Sokakta halk meclisi kurulmasına karar verildiği anda, binlerce kişi vardı alanda. Megafonla söz alarak konuşanların önerileri onaya sunuluyor, uzlaşma yoluyla karar belirleniyordu.
“Bu eylemle ne amaçladığımızı ne talep ettiğimizi dünyaya ve İngiltere’ye duyurmalıyız, ama hepimiz bir çok şeye öfkeliyiz, önce ortak noktalarımızı bulmalıyız” dediler.
Tartışmanın mümkün olabilmesi için küçük gruplara bölünme kararı aldılar. Bir tür atelye gibi çalıştı bu gruplar. Grupların sözcüleri ara ara gidip genel oturuma bilgi verecekti.
Bıkmadan usanmadan, çoğunlukla başkasının sözünü çiğnemeden, ama vakit israfına da itiraz etmekten çekinmeden tartışıldığını görmek çok etkileyiciydi.
İki gün sonra “henüz taslak mahiyetinde ve daima üzerinde çalışılmak kaydıyla” diyerek sokaktaki halk meclisi 9 mesaj yolladı dünya ve İngiltere halklarına ve hükümetlere.
9 mesaj
Bu bir tür manifesto kendi içinde. Dili ve içeriği itibariyle çok tutarlı, etkileyici, ve açık bir metin oluşturmuyor belki ama hareketin bugün durduğu yer, ve dinamikleri hakkında bir çok ipucu veriyor.
İlk olarak “niye buradayız?” sorusuna ucu oldukça açık bir cevap verilmiş. “Mevcut sistem devam edemez. Anti-demokratik ve adaletsizdir. Alternatiflere ihtiyacımız var. Burada bunları arıyoruz” deniyor.
Londra işgal hareketi ikinci olarak “Peki biz kimiz?” sorusunu yanıtlamaya çalışıyor. “Farklı etnik, sosyo ekonomik köken, cinsiyet, yaş cinsel tercih, yetenek ve eksiklikler ve inançlardan bizler, dünyanın heryerinde işgallerde omuz omuzayız”
Sonra gelsin somut olarak “öfkemizin nedeni”.  Hareket,  “Bankaların krizinin faturasını ödemeyi reddediyoruz” diyerek somut ve güncel bir çerçeve koyuyor ve  bu çerçevede vergi adaletsizliği, demokrasinin zenginler ve sermayeden yana işlemesi gibi ve kemer sıkma önlemlerine karşı çıktığını bildiriyor.
Londra işgalcileri bu doğrultuda daha da somut bir eylem planıyla sosyal güvenlik sistemine, kamu sağlık ve eğitim hizmetlerine yönelik kesintilere karşı, işsizliğe, öğrenci harçlarının aşırı yükselişine karşı İngiltere’de yapılacak her türlü eyleme destek sözü veriyor.
Ülke içindeki gündem böyle belirlenirken dünya çapında savaşa, silah ticaretine son verilmesini istiyor, “kaynaklar insanlar ve gezegenin çıkarları için kullanılsın” diyor.
Ve işgalciler en sonunda “Demokrasi dediğin böyle olur! Gelin katılın bize” diye noktalıyor çağrılarını.
Anti kapitalist mi değil mi?
Bu talepler, kapitalizmin şu anki işleyişine çok ciddi eleştiriler getirmesine karşın neresinden bakarsanız bakın sosyal demokrat bir manifesto oluşturuyor. 
İkinci dünya savaşından bu yana artık özellikle Avrupa’da geri alınamayacak kazanım sayılan sosyal refah devletinin, kapitalizmin her krizinde, hem de hızla tırpanlanması sürecinde bıçak kemiğe dayanıyor.
Bir iki yıl içinde yükseltilen emeklilik yaşları, küçülen emeklilik hakları, artan işsizlik, ulaştırmadan sonra sağlık, eğitim hizmetlerinin de kar ve rekabete göre düzenlenmesi ve hızla özelleştirilmesi, öğrenci harçlarının artırılması, vergilerin artırılması, belki hayli tevekkül sahibi bir millet olan İngilizler çoğunu sineye çekebilirdi. Sonuçta hep büyük sıkıntılara milletçe sessizce ve sabırla katlanmakla övünülen bir milli tarih algısı çok yaygın bu ülkede.
Ama çoğunluk böylesi bir bedel öderken, devletin kurtardığı bankaların yöneticilerine dağıtılan ikramiyeler, şirketlere, bankalara sağlanan destek ve kolaylıklar ve kural istisnaları geniş kesimlerde sosyal adalet duygusunu şiddetle zedeledi.
İşgalcilerin “Biz yüzde 99’uz” sloganı da bu anlamda kaybedecek ufak tefek şeyleri olan ve adaletsizliğe içerleyen herkese yani orta sınıflara önemli bir mesaj. Dolayısıyla ittifaklar genişledikçe mesajlar da bunu yansıtıyor.
Fakat bu hareketin radikalizmi veya dönüştürücülüğü ya da geleceğe dair umut veren yanı, belki de sözlü mesajlarının içeriği ya da lafzından ziyade, dünya televizyonlarının kameraları önünde başarıyla sahnelediği uygulamalı doğrudan demokrasi ve alternatif düzen örneğinde.
İki gündür işgale bizzat katılan, gelip geçerken merak edip izleyen, ya da haberlerden takip eden bir çok kişi “başka bir dünya mümkün” sloganını, ütopyaları, daha iyi bir gelecek ihtimalini düşündü. Daha da düşüneceğinden başka. Çünkü işgal belirsiz bir süre için kalıcı olmak niyetini açıkladı.


16 Ekim 2011 Pazar

BİANET: TAHRİR’DEN LONDRA’YA


16 Ekim 2011- Bianet 


http://bianet.org/bianet/bianet/133450-tahrirden-londraya

16 Ekim 2011 - Sol Defter

http://www.soldefter.com/tag/tahrir-meydani/

ABD'de bankacılık krizinin faturasının halka çıkarıldığını söyleyenlerin başlattığı Wall Street işgali 15 Ekim'de dünyanın dört bir yanında yüzlerce kentin finans merkezinde devam eden küresel bir harekete dönüştü.
Londra işgali de ikinci gününde. Dün öğle üzeri sırt çantalı herkes işgale mi gidiyor diye düşünerek Saint Paul’s a vardığımda atlı ve yaya polis işgalcilerden erken davranmış, mahkemeden tebligat bile çıkartmıştı işgale yelteneceklere dağıtmak üzere.
Tebligata göre, borsanın bulunduğu Paternoster meydanına girmek yasaktı, çünkü özel mülktü.
Önce 50 sonra 100 kişi vardı çevrede. Sonra 1000 sonra 3000 kadar oldu.
Paternoster meydanına bitişik Saint Paul’s Katedrali ikinci dünya savaşındaki yoğun nazi bonbardımanında hiç isabet almamasıyla İngiliz ulusal bilincinde efsaneleşmiş bir yapı. Kentin kalbinde. Biraz ötede Londra kalesi, karşıda Thames’i geçen ünlü yaya köprüsü ve öte yakada Tate Modern.
“Sokaklar bizim, sahip çıkalım”
Paternoster yerine derhal Tahrir Square levhası asıldıktan sonra bu alan gün ve gece boyu bir tür çadır mahalle-yaşam alanı haline getirildi. Göstericiler “şehrin kalbinde bir sosyal sorumluluk alanı yaratıyoruz” dediler ve bunun gereklerini yaptılar.
Eylemin ikinci gününde bu alanda 100 civarında çadır, yüzlerce insan, kütüphane, ilkyardım, enformasyon, yiyecek dağıtım, kayıp eşya çadırları, geri dönüşümlü çöp köşesi, mobil tuvaletler, masalar, yer minderleri, hoparlörler ve top oynayan, danseden, kitap okuyan, tartışan, müzik dinleyen, çalışanların oluşturduğu bir günlük yaşam var.
Bir günde bu nasıl mı başarıldı? “Doğrudan demokrasi” şiarıyla hareket eden topluluk öncelikle bir halk meclisi kurulmasına karar verdi. İlk adım olarak önce on onbeş gruba bölünüp daireler etrafında gündemi tartıştı.
Benim izlediğim bir grupta 15 ila 75 yaş arası 30-40 kişi vardı.
Müthiş bir hız ve netlikle, öneriler dinleniyor, oylanıyor, not alanlar belli aralarla önerileri özetleyip oya sunuyor, itiraz varsa lehte ve aleyhte konuşmalar dinlenip tekrar oylanıyor, kararlar sıralanıyordu. Uzun konuşmalarla konunun dağıtılmasına dinleyiciler izin vermiyor, not alanlar ve toplantıyı yönetenler gönüllülük esasına göre sürekli değişiyor ama tartışma aksamıyordu.
İki üç saat süren bu tartışmada, tartışma yöntemi belirlendikten sonra bu eyleme ilişkin hedefler, kamuoyuna hangi mesajların iletilmesi gerektiği ve uzun vadeli hedefler tartışıldı.
Sonunda halk meclisi genel kuruluna iletmek üzere alınan kararlardan bazıları şöyleydi: Gece meydan terkedilmeyecek, dünya ve İngiltere kamuoyuna beş altı açık acil taleple gidilecekti. “Sosyal refah devletinden yanayız, iş alanları açılmasından yanayız, krizde en yoksullara destek olunmasından yanayız. Savaşlara karşıyız, serbest piyasa düzenine karşıyız, vergi cennetlerine karşıyız, vergilerimizle bankalara, büyük uluslararası şirketlere destek olunmasına karşıyız.”
Gruptan 70 li yaşlarındaki beyaz saçlı bir kadın sözcü olarak bu kararları genel kurula iletmeye gönderildi. Yanımda duran Asyalı İngiliz genç, utangaç utangaç “hay allah kendimi bir an milletvekili gibi hissettim” dedi. Sanırım herkes bu tartışmalar sırasında kendisini bir süre anarşist ütopya filminin veya romanının içinde gibi hissetmiştir.
Halk meclisi genel kurulu sürekli toplantıda olacak eylem boyunca ve herşey sürekli yeniden değişkenler ışığında yeniden tartışılacak dendi.
Başka bir köşede sürekli toplantıda olan “işler” grubu ise yaşam alanının düzenlenmesine ilişkin pratik kararları üretiyor, gönüllülere dağıtıyordu. Mesela yemek dağıtımı için masalar yapmalıyız önerisi kabul edilince hemen gönüllüler yarım saat içinde döviz çıtalarından masa üretiyorlar, yemek dağıtım köşesi tamamlanıyordu.
Kim bunlar?
Kuşkusuz işgal eylemleri de tıpkı “Arap baharı” gibi dünyanın, yüzünü değişime dönmüş insanları arasında tartışmalar yaratacak.
Londra için konuşmak gerekirse, bu ittifak  “devrimci”bir hareket olarak tanımlanamaz şu anda. İçindeki etkili devrimci, anarşist nüveye ve bütün “Küresel rejim değişikliği” sloganlarına karşın burada devrim iradesinden çok sosyal demokrasi iradesi ifade ediliyor an itibariyle.
Ama aynı zamanda bu ittifak sürekli bileşenleri ve dinamikleri değişen ve aslında son on-onbeş yıldır pişmekte olan bir hareket ve şu andaki ivmesini küresel mali krizden alıyor. Mali krizden en çok etkilenen ülkelerde en etkili bir şekilde ortaya çıkışı ve yeni müttefikler edinmiş olması hatta ünlü “reformcu” isimlerin desteğini almış olması bundan.
FOTO 6 : ÇADIRLAR
Hareket bu son dalgası içinde belki de zincirlerinden başka kaybedecek bir kaç şeyi olanları, olmayanların yanına çekiyor denebilir.
Londra Paternoster, ya da yeni adıyla Tahrir meydanındaki topluluğa baktığınızda NewYork’da Wall Street işgalinde olduğu gibi bunu açıkça görüyorsunuz. Burada yalnızca küresel kapitalizm, savaş ve sömürü karşıtları değil, işlerini, paralarını, emeklilik haklarını kaybedenler ve kaybetmek üzere olduklarını şiddetle hissedenler var.
Reformcu mu devrimci mi?
Ama bir hareketin karakterini sadece içinde yer alanlarla belirleyip bu bir orta sınıf reformist hareketidir deyip geçmek de büyük yanlış olur.
Çünkü bu tekil bir hareket değil, yeni nesil küresel muhalefetin karşısına çıkan siyasi ve ekonomik gündeme göre ittifaklarını ve direniş yöntemlerini çeşitleyip sürdürdüğü bir sürekli isyan olarak da görülebilir.
Eyleme katılanların bütün hiyerarşisizliğe karşın büyük bir organizma kadar bütünlüklü ve çevik olması, taktiklerin gerektiğinde direnişten, polisin moralini çökertmeye, onu kuşkuya yöneltmeye kadar ustalıkla çeşitlenebilmesi de belki bunun bir göstergesi. Sürekli kendisini sorgulayan ve değiştiren bir yapıyı adeta görüyorsunuz.
Ama hepsinin üzerinde bu hareketin karakterini belirleyen onu radikal bir dönüşüm dinamiği haline getiren en önemli unsur, kapitalizme, sömürüye, bireyciliğe, rekabetçiliğe toptan meydan okuyan bir doğrudan demokrasi denemesini, dünyanın en büyük finans merkezlerinden birinin göbeğinde hem de televizyon kameralarının önünde bilfiil hayata geçirmiş olması. 







10 Ekim 2011 Pazartesi

AMARGİ: KİM TUTAR SENİ BACIM? BACI'YA SEVECEN BİR İÇ BAKIŞ DENEMESİ (10.10.2011)

10 Ekim 2011 AMARGİ

http://www.amargidergi.com/node/48

Kim Tutar Seni Bacım? 'Bacı'ya Sevecen Bir İç Bakış Denemesi

Kumru Başer

“Anne sana gençken partide bacı derler miydi?”
“Yoo, o sonradan sizin zamanınızda olan bi şey.”
Bir türlü kafamda şekillenemeyen yazım için annemden medet umarak konuya girdim. 1963-1968 arasında Türkiye İşçi Partisi içinde aktif olarak çalışmış, önemli sorumluluklar almıştı.
Haklıydı. Benim de çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım annemli babamlı sol ortamlarda içki sofraları, şiirler okumak, ortalık yerde aşk ilan etmek, dans etmek, şarkı söylemek vardı. Kadınlara ya isimleriyle ya da hanım, hanımefendi diye hitap edilirdi.
‘Bacı’nın hayatıma girişi aslında kendimi bilebildiğim kadar eskilere, Yozgatlı saygıdeğer bir matriyark olan babaannemin arkadaşlarıyla ‘kele bacım’lı sohbetlerine dayanır. Bu yüzden mi bilmem ama bana hep daha çok kadının kadına pek sevecen bir hitabıymış gibi gelir ‘bacı’nın bu orijinal hali.
Ama büyük şehirlerdeki akranlarım arasında tutunmadığı için midir nedir bir türlü doğallıkla kullanamamışımdır. Oysa kulağı, sonradan uydurulmuş cilalı taş dili gibi acıtan ‘kız kardeş’, ‘bacı’nın yerini hiç bir şekilde dolduramaz.
‘Bacı’nın Anadolu dağarcığındaki bu geleneksel orijinal anlamından koparılarak, 1970’lerin sonlarındaki özel bir tarihi dönem ve o dönem içinde belli alanlarda günlük sol söyleme giren ikinci hali ise bambaşka bir şey.
Her şeyden önce bu ‘bacı’ ya da ‘devrimci bacı’ esasen kadının kadına değil, erkeğin kadına hitabıdır.
İlk bakışta ‘arkadaş’, ‘yoldaş’, ‘hocam’ gibi sol içinde yaygınlaşan diğer bazı hitap biçimlerine benzetilebilirse de bu ‘bacı’nın tamamen farklı bir çıkış noktası ya da varoluş sebebi var.
Devrimci durumlara, toplumsal çalkantı dönemlerine has bir olgu olarak önemli bir kesim kadının, patriyarkada meydana gelen arızi çatlaklardan kendilerini yukarı çekerek eşitleşme-özgürleşme fırsatı bulduğu bir durumun ve devrimciliğe-sosyalistliğe içkin eşitlik fikrinin, sol örgütlenmelerdeki hızlı kitleselleşme ve kırsallaşmanın getirdiği ahlakçılıkla havada çarpıştığı anın bir ürünü de diyebiliriz bu ikinci ‘bacı’ya.

 “Bacı size uğrayacak, nöbete de kalacak”
Kişisel olarak ‘bacı’lıkla tanışmam üniversiteye girdiğim 1976 yılına değil, bir yıl sonrasında, köy köy göçüp Ankara’nın etrafındaki yamaçlara konmuş gecekonduları geceli gündüzlü dolaşmaya başladığım günlere rastlıyor.
Türkiye ortalamasının üzerinde bir işsizlik ve yoksullukla boğuşmalarına rağmen bu gecekonduların çoğunda o sırada en yakıcı sorun can güvenliğiydi.
Alevilikleri ya da belki geleneksel olarak CHP’ye oy verişleriyle solcu diye ün yapmış mahallelerin kahveleri, otobüsleri, evleri ve sakinlerinin silahlı saldırılara uğraması, taciz atışları ahval-i adiyeden. Mahalleli geceleri nöbet tutuyor.
Devletin güvenlik güçlerinin de kendilerine baskıya yöneldiğini görüyor ve daha önce ve sonraki dönemlerde görülmemiş bir hızla radikal sol ile, devrimcilerle kucaklaşıyorlardı.
İşte o günlerden bir gün ben de kapısı çalınan bir konduya yanımdaki erkek arkadaşım tarafından “Bacı size sık sık uğrayacak, nöbete de kalacak” gibi sözlerle tanıştırıldığımı hayal meyal hatırlıyorum.
Benim gibi birçok kadının aileden devlete her türlü otoriteye karşı ‘kim tutar beni’ hissiyle yaşadığı yıllardı.

Bacı konjonktürü
Deneyimler eminim bazı farklılıklar gösterecektir ama ‘bacı’nın sol popüler kültüre girişinin, sol hareketin aynı anda kitleselleştiği, kırsallaştığı-Anadolulaştığı, hızla militanlaştığı ve hem de bendini aşıp akmak isteyen bir sürü kadının varlığıyla günlük hayatta nasıl baş edeceğini bilemediği o kavşakta gerçekleştiğini düşünüyorum.
Bu kavşakta ‘devrimci’ kavramının erkekleri ve kadınları bir yere kadar da olsa eşitlemeye yetmediği yerlerde ve zamanlarda ‘bacı’ giriyordu devreye.
‘Bacı’nın altında katmer katmer birçok anlam ve çelişki bulmak mümkündür.
Kız kardeşini ya da kızını ‘hava karardıktan sonra sokaklarda fink atıyorsun’ diye dövebilen bir erkeğin, olmadık saatlerde hem de erkeklerle beraber sokak sokak gezerek siyasi çalışma yapan solcu kadının namusunu sorgulamamayı kabullendiği geçici bir akdin ifadesidir mesela.
Bunu ancak kadını rahibeler gibi cinsiyetinden, cinselliğinden ayırarak, dolayısıyla da ‘kadınlık’ durumundan müstesna sayarak yapabilir. Ama ‘devrimci bacı’nın kadınlığa konan sınırlardan müstesna sayılması, çoğu zaman çevredeki tüm kadınların statüsünü etkilemediğinden, ‘bacı’lık müessesesinin kadınlar arasında tuhaf bir ayrışma ve hiyerarşi yarattığını, bu anlamda kız kardeşlikle bir ilgisi bulunmadığını, hatta yer yer kız kardeşlik duygusunu zedeleyebildiğini söyleyebiliriz.
‘Bacı’ erkeklerce birçok başka nüansla da kullanılır. Bazen aslında kadının zayıflığına inanmış bir erkeğin ‘kadınsın ama yine de sana güveniyorum’ demek istemesidir, bazen bir kadınla aynı ortamı nasıl paylaşacağını bilememenin paniği içinde ‘kadınsın ama dünya ahret bacımsın’ deme gereği duyması. Birçok zaman da yalandır. Yani erkek, yüreğini yakan, uykularını kaçıran kıza, dışarıdan ‘yanlış anlaşılmasın’ diye ‘bacı’ diyordur aslında.
Sonuçta neresinden bakarsak bakalım ‘devrimci bacılık’ müessesesinin tıpkı kendisini yaratan ortam gibi bir çelişki yumağı olduğunu, aynı anda hem özgürleştirici hem muhafazakâr olabildiğini fark ederiz.
Bir yandan kadının normal koşullarda yapamayacağı şeyleri yapmasını, giremeyeceği yerlere girmesini sağlayan bir koruyucu zırh, bir görünmezlik pelerinidir. Diğer yandan ise bunu ancak kadının kadınlığını gizleyerek yapabilmesiyle ve sadece ‘devrimci’ kadınlara bu ayrıcalığı tanıyabilmesiyle, ahlakçı, tutucu, ikiyüzlü ve inkârcıdır.
Ama bütün bu söylenenlerden sakın ola ki, ‘bacı’lık icat olundu da bir dönem herkes mutluluğu erteledi sonucu çıkarılmasın. ‘Bacı’lık müessesesine rağmen, dönem solunun tarihi başka bir çok şeyle birlikte, genel popülasyonun katiyen gerisinde kalmayacak, romantik, fırtınalı veya sıradan binlerce aşk hikâyesi ile de doludur.
Demem o ki, ‘bacılık’ da coğrafyamızın o muhteşem pragmatizmi içinde aşırı ciddiye alınmamış, meyvelerinden yararlanılıp, gerçekçi olmayan yanları törpülenmiş müesseseler arşivinde yerini almıştır.

Kovalasın sizi mor bacılar
‘Bacı’nın, bu yazının esas konusu olan bu ikinci ve bir hayli esnek bir şekilde yorumlanan konjonktürel anlamını, kendisini daha ziyade gazete sütunlarında ifade eden üçüncü ve pejoratif kullanımından mutlaka ayırt etmeliyiz.
En çok kadını, bazen solu ve çoklukla da hem kadını hem solu aşağılamak için otuz küsur yıldır kullanılan, gerçek hayatta karşılığı olmayan bir mitik nefret nesnesi veya karikatürü olarak ‘devrimci bacı’.
Artık aşinası olduğumuz ‘Kara kuru, kısa boylu, zevksiz giyimli, kadınlıktan nasibini almamış, çirkin, pasaklı, mutsuz, tatminsiz, cırlak, küstah, cadaloz’ diye uzayıp giden bacı tarifleri, yazarlarının devasa kadın nefreti ve hastalıklı dehşetinden fazla bir şey ifade etmiyor.
Bu düşman ‘bacı’ imajı yaratıcıları hakkında böylesi nezih bir kadın derginin sayfalarında fazla söz sarf etmeye gerek yok. Sadece, erkek egemenliğinin kalıbına uymayan, sesini yükselten kadının nasıl doğru kişileri gerektiği gibi rahatsız ettiğini keyifle bir kenara not edebilir ve kendilerine ‘bacı’larla yüklü kâbuslar dileyebiliriz.