LONDRA'DAN BİR MEKTUP
Kumru Başer
Merhaba,
Derginizin ilk sayısında yer alan "Biz
sosyalist feministiz" başlıklı yazıyla ilgili bir iki sözüm var. Özel
olarak bir iki nokta üzerinde duracağım.
Yazının başlarında kafamı karıştıran bir noktadan
başlamak istiyorum.
Erkek egemenliğinin tahlilinin yapıldığı ve
kökenlerine ilişkin görüşlerin belirtildiği bölümde bir karışıklık var gibi
geldi bana. Aslında bu bölümün sonunda erkek egemenliğinin kökeni ne olursa
olsun bugün varolan bir olgu olduğu ve bundan sonra buna karşı nasıl mücadele
edileceğine bakmak gerektiği söyleniyor.
Ama, bence bu egemenlik biçiminin kökenleri konusunda
biraz daha net şeyler söylemek gerek ki, bu belaya karşı verilecek mücadelede
alanlar, sloganlar ve hedefler açıklık kazansın.
"Erkeğin üstünlüğünü" biyolojik
özelliklerimize bağlayarak varolan durumu değişmez kılmak isteyen anlayışa
ben de karşı çıkıyorum.
Yani kadınların ve erkeklerin farklı biyolojik
yapılara sahip olması, birinin diğerine "üstünlüğünü" veya
baskısını gerektiren, bunu doğal olarak yaratan bir şey olamaz.
Ama bu biyolojik farklılıklar temelinde belirli bir
toplumsal zaman ve mekan içinde cinsiyetler arasındaki toplumsal farklılıklar
oluşmuştur. Bir başka deyişle, belirli toplumsal koşullarda cinsler arasındaki
biyolojik farklılıklar cinsiyetçiliğin temelini oluşturan cinsiyetler
arasındaki iş bölümüne yol açmış ve farklı toplumsal roller yüklemiştir
cinslere.
Bunu söylemek, yani biyolojik farklılıkların,
toplumsal belirlemelerle birlikte belirli koşullarda cinsiyetçiliğin
temellerini oluşturduğunu söylemek, açıktır ki, cinsiyetçiliğin temelinde,
kadınların ve erkeklerin farklı doğalarının veya biyolojik yapılarının
olduğunu söylemekten hayli farklı bir şeydir.
Yani cinsiyetçiliğin erkeğin doğuştan egemen
olmaya, yönetmeye yatkın yapısı ve saldırgan doğası ve kadının barışçı ve
edilgen yönetmeye yatkın olmayan doğası nedeniyle ortaya çıktığını söylemekle
aynı şey değildir. Dolayısıyla da değiştirilemez bir
durumu ifade etmez.
Belirli toplumsal durumlarda cinsiyetçiliğin
ortaya çıkmasına neden olan bu biyolojik farklılıklar, başka toplumsal
durumlarda ve gelişmişlik düzeylerinde aynı şeye neden olmak zorunda değil.
Ancak, bu çok basit şekilde söylemeye çalıştığım şey, cinsiyetçiliğin ortaya çıkışını
yalnızca toplumsal bazı etkenlerle açıklayan bir başka görüşten de
farklıdır. Ben söz konusu yazıda, böyle bir eğilim farkettim.
"Cinsiyete
dayalı işbölümünün, ille de eşitsizlik anlamına gelmediğini söylüyoruz"
deniyor.
Daha
sonra da bunun sonucu olan doğal önermeye varılıyor: "Çocuk bakımı ve
eğitimin toplumsallaştığı koşullarda "cinsiyetçiliğin de ortadan
kalkacağı".
Ben burada
söylenenlere katılmıyorum. Cinsiyete dayalı işbölümünün varolduğu her
durumda, cinsiyetler arasında toplumsal olarak bir farklılık ve farklı
toplumsal rolleri üstlenmekten doğan bir eşitsizlik ortaya çıkmış demektir.
Burada
aklıma yalnızca, "Evet ama, işler arasında prestij bakımından bir
farklılık ortaya çıkmadığı bir dönemde böyle bir işbölümü cinsiyetçi baskıya
yol açmaz" gibi bir açıklama geliyor.
İşlerin
prestij olarak farklılaşmadığı bir toplum oldu mu, bundan emin değilim. Ama
böyle olduğu bile varsayılsa bile, sürekli olarak bir cinsin bir tür, diğer
cinsin de başka bir tür işleri yaptığı ve bunun da doğal yapılarının bir
gereği sayıldığı bir durumun her iki cins açısından da eşitsizlik yaratan
bir şey olduğunu düşünüyorum.
Cinsiyetçiliğin
de kökenlerinin tam burada olduğunu sanıyorum. O nedenle de "cinsiyete
dayalı işbölümünün eşitsizliğe dönüşmesi, ancak eşitsizliğe dayalı üretim
ilişkileriyle birlikte yaşandığında mümkün" değerlendirmesini anlamlı
bulmuyorum.
Ekonomik
olarak farklı sınıflara bölünmemiş bir toplumda da cinsiyetçilik pekala mümkün
olabilir.
Doğru,
üretim ilişkilerinin sömürüye dayanmadığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı
bir toplumda, cinsiyetçiliğin yokedilmesinin maddi zeminleri oluşur.
Ama,
böyle bir toplumda, farklı biyolojik yapıların, en belirgin olarak da doğurganlık olayının niye cinsiyetçiliğin farklı biçimde yeniden üretilmesine
yol açamayacağını açıklamak mümkün değil.
Hiçbir
sınıfın diğerini ekonomik olarak sömürmediği bir toplumda, özel olmaktan
çıkarılıp toplumsallaştırılan belli tür işleri, örneğin çocuk bakımı,
temizlik, beslenme gibi işleri, yani "kadın işlerini" kimler
yapacaktır? Toplumsallaşan özel ev hizmetlerinin yine kadınlar tarafından yapılmamasının
veya başka bir deyişle her iki cinsin de eşit olarak katılacağı işler haline
gelmesinin garantisi nedir?
Yazıda
söylenilenlerden, Engels'in "Doğal işbölümü"nü sizin de doğal bir
işbölümü saydığınız çıkarılabilir.
Böyle
bir değerlendirme de, cinsiyetçiliğin kökenlerinin değerlendirilmesinde bir
yanlışlığa dolayısıyla da mücadelenin hedeflerinin saptanmasında bir
karışıklığa yol açar bence.
Erkek
egemenliğinin tarihsel tahlilinde klasik marksist yaklaşımın görmezden
gelerek, kadınların kurtuluşunun üretime kitlesel olarak katılmalarında ve
özel ev içi hizmetlerinin toplumsallaşmasına mümkün olduğunu söylediği ve
feminist tahlillerin parmak bastığı bu noktanın çok önemli olduğunu ve
feminist politikaların buralarda farklılaştığını düşünüyorum.
Üzerinde
çok kısaca durmak istediğim ikinci bir nokta var. O da yazının "cinsiyetçi
sistem" ara başlığı altında yer alan, cinsiyetçi sistemin tarih boyunca hep
üretim tarzları ile eklemlenerek varolduğu, tek başına kendi iç dinamikleriyle
yaşayan bir sistem olmadığı şeklindeki ifade.
Toplumdaki
her türlü ilişki ve çelişkinin son tahlilde (!) üretim tarzı ile bütünlüğü
içinde açıklanabildiği doğru tabi.
Ancak bu
son derece soyutlama düzeyindeki sözün çok sık kullanılmasının bazı tehlikeleri
olduğunu düşünüyorum. Cinsiyetçiliğin kendi iç dinamikleri olmayan bir
egemenlik sistemi olduğunu söylemenin pratik olarak kazanabileceği anlamları
bir düşünelim.
Her egemenlik
sisteminin, bütünleştiği üretim tarzından bağımsız kendi iç dinamikleri
vardır. Bu bana çok açık gibi geliyor.
Tıpkı
ırklar arasında ayrımcılık veya yaşlıların genç kuşaklara tahakkümü veya
ulusların birbirleri üzerindeki baskıları gibi.
Her bir
çelişkinin kendi iç dinamiklerini reddetmenin tehlikesi, bir toplumda bir kez
sınıf tahlili yaptığınızda, aynı zamanda varolan tüm ilişki ve çelişkileri
de açıkladığınızı sanmaktır.
Yazının
bütünlüğünden böyle bir anlam çıkmayabilir. Ancak, bazı noktalarda daha hassas
olmak gerek diye düşünüyorum.
Biraz da
yazının "Sosyalist feminizm"e ilişkin bölümü üzerinde bir şeyler
söylemek istiyorum. Bu tanımlama beni özel olarak çok ilgilendiriyor.
Çünkü
ben de bir feministim ve bir sosyalistim. Aynı zamanda da anti-emperyalist,
anti-faşist, ırkçılık karşıtı, çevre korumacı ve hayvanları korumacı
olduğumu da söyleyebilirim.
Toplumsal
kimliklerimiz söz konusu olduğunda hepimizin böyle hayli uzun listeler
çıkarması mümkün. Tüm bunlar hayatımızın çeşitli alanlarında yaşadığımız
ilişki ve çelişkiler karşısında aldığımız tavırları yansıtan toplumsal
kimlikler ve hayat kendi içinde tutarlı bütünlüklü ve de şemalar ve
formüllerle açıklanabilir bir sistem oluşturmuyor. Belli bazı iç bağları olsa
da.
Dolayısıyla
niye toplumsal kimliklerimizi tutarlı hale getirmeye çalıştığımızı tam olarak
anlayabilmiş değilim. Dahası, bu toplumsal kimliklerimizin niye hepsini
değil de ikisini birbirine bağlamaya çalıştığımızı da kavrayamıyorum.
Yine
sosyalist feminist tanımlamasına açıklamalar getirilirken, "arı bir feminizm"den tam olarak ne anlaşıldığını bilemiyorum ama bu özelliğin sosyalizmle
karşılaştırılması bana biraz tuhaf geldi.
Arı bir
sosyalizm mümkün mü acaba, "arı" sözü eğer, tutarlılık, bütünlük veya bir çizgi
etrafında toplanabilen bir ideolojiyi ifade ediyorsa?
Feminizmin
odak noktasının, cinsler arasındaki egemenlik ilişkisi olduğu söyleniyor,
sosyalizm de odağına sınıflar arasındaki çelişkileri koyuyor.
Bana
göre, her ikisi de toplumdaki diğer ezilmişlik biçimlerini yadsımamak
noktasında bir ortaklık gösteriyor.
Evet, feminizm "kendi mücadele alanına girmeyen diğer egemenlik ilişkileriyle,
kendi politik perspektifine girdikleri ölçüde ilgilenir" ama bu bence
yazıda sözü edildiği gibi, toplumsal düzeyde bir anayasa oluşturulması ya da
bir eğitim sistemi önerilmesi konusunda feministlerin söyleyecekleri sözleri
olmadığı anlamına gelmez.
Toplumsal
düzeyde yeniden oluşturulacak, ya da değiştirilecek her şey üzerine
feministlerin söyleyecekleri sözleri var. Çünkü cinsiyetçilik tüm bu alanlarda
her türlü siyasal sistem içinde yeniden örgütlüyor kendisini. Veya tersinden
söyleyecek olursak, sosyalizm, tüm toplumsal ilişki ve çelişkileri
kavrayacak, açıklayacak ve düzenleyecek bir ulemalar yönetimi olamaz. Herkes adına
ve tüm ezilmişlikler adına konuşan birileri olduğunda neler olabileceğinin
örnekleri de gözlerimize dikenler gibi her gün batıyor.
Ekonominin,
üretim tarzlarının (son tahlilde) tüm düzeyler üzerinde belirleyici rolünün
farkında olmak ve tahlillerini buralara oturtmak yani materyalist olmak, bu
nedenle de toplumu dönüştürecek dinamiğin üretim ilişkilerini
değiştirmekten geçtiğini söylemek, toplumda, bence ayrı ayrı dinamikleri,
özneleri ve nesnelerle olan tüm ilişki ve çelişkileri açıklamaya yetmez.
Tüm
bunlardan dolayı, feministliğimi ve sosyalistliğimi bir sıfat altında
bütünleştirmeyi anlamlı bulmuyorum. Ayrıca böyle bir niteleme bana, asallık-tabilik, birincillik-ikincillik, parça-bütün gibi ikilileri
çağrıştırıyor. Tüm toplumsal düzeylerde, alanlarda varolan sistem
karşıtlarının, genel olarak ve uzun bir erimde birbirlerini güçlendirdiklerini
ve birçok noktada çakıştıklarını düşünmekle beraber, bunlar arasında zaman
zaman son derece acımasız çatışmalara yol açabilecek çelişkiler de
olabileceğini düşünüyorum. Hele de bu kimlikler birbirlerine dizi dizi
bağlandıkları takdirde, ortaya çıkabilecek ivedilikler, önem sıralamaları,
içinde bulunulan koşullar ve güçlükler ve de zorunluluklar diye başlayan
bir dizi açıklama ile nasıl bazı hayati sorunların hasır altı veya kulak arkası
edilebildiği yakın ve uzak tarihten örnekleriyle birbir aklıma geliyor.
Son
olarak, bir noktaya daha değinmek istiyorum. Benim cinsiyetçiliğe karşı
mücadele programını sosyalist görüşlerim belirlemiyor. Yani bir kadın olarak
ezilmişliğimin kökenlerini, içinde yaşadığım çevre, deneyimlerim, yetişme
tarzım ve benzeri şeyler bağlamında ele alıyor ve mücadele hedeflerimi
belirliyorum.
Evet toplumdaki diğer ezilmişliklerin farkında olarak, hatta bu
ezilmişliklere karşı mücadele ederek de olsa kadın ezilmişliğinin
özgünlüğünü kavramak herhalde feminizm.
Kendini bir türlü feminist olarak
tanımlarken, herhalde, diğer türlü feminizmlerden ayrım noktalarının ne olduğunu açıklamak durumunda olmalı kadınlar. Yani mücadele alanları,
sloganları, hedefleri ve çalışma biçimleri bakımından diğer türlü
feministlerden mesela bu kadar kesin ayrımlar varsa, radikallerden ve
eşitlikçilerden farklarını koymalı.
Eğer, savunulan feminizm, "ne özel alanla
ne de kamu alanıyla sınırlı bir mücadele ama her ikisinin anlamlı
birlikteliğiyle hem cinsiyetçi kapitalist sisteme hem de tek tek bunun
yürütücüsü olan erkeklere karşı mücadele" temeline oturuyorsa, bunu savunmak
için kendini sosyalist feminist diye tanımlamak gerekmiyor bence. Bunu
söyleyebilecek kişilerin sosyalist olması bile gerekmiyor çünkü.