30 Nisan 2006 Pazar

BBC TÜRKÇE RADYO: 2006 GÜNEYDOĞU İZLENİMLERİ-10 BÖLÜM




GİRİŞ (NİSAN 2006-BBC TÜRKÇE'DEN)

Türkiye'nin güneydoğusunda son 6–7 yıldır Kürt sorununun tanımlanışını ve çözüm önerilerini, bu konudaki tartışmaları derinden etkileyen çok önemli gelişmeler yaşanıyor.

Bölge, 1999 yılından geçen yıla kadar, PKK’nın ilan ettiği ateşkes ile son yirmi yılının en çatışmasız dönemini yaşadı. Olağanüstü Hal uygulaması resmen sona erdi.




2000'li yıllarla hızlanan Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği süreci bölgede yakından, izlendi. Kültürel ve siyasi haklar alanlarında bu sürece büyük umutlar bağlandı.

AB süreci bölgeye, yirmi yıldır devam eden şiddet ortamının en travmatik sonuçlarından zorunlu göçün yaralarının sarılması, anadilde yayın ve eğitim hakkı, sivil toplumun siyasi süreçlere katılımı ve güçlendirilmesi alanlarında bazı reformlar getirdi.

2003 yılında başlayan Irak'ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali, Kuzey Irak’taki Kürtler açısından, zaten körfez savaşından bu yana fiilen var olan özerk devlet yapılanmasının güçlenmesi, anayasal ve uluslararası meşruiyet kazanması anlamına geldi.

Türkiye'deki Kürtler açısından ise bu, en azından sınırın açılması ve ticaretin gelişmesi demekti.

Böylesi bir dönemde, güneydoğuda nelerin değiştiğini görmek, Kürtlerin, AB süreci, yapılan reformlar, devam eden şiddet, devletle ilişkileri, Irak’taki gelişmeler ve en önemli kendi yaşamları hakkındaki düşüncelerini dinlemek üzere üç haftalık bir geziye çıktım.

Mart ve Nisan aylarında sürdürdüğüm bu gezide yaptığım söyleşiler, Diyarbakır, Van ve Hakkâri il ve ilçeleri ile köylerine yoğunlaşıyor.

Her biri 15 dakikalik 10 bölümden oluşan bu radyo dizisine aşağıdaki linkten girip dinleyebilirsiniz.


http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/138_southeast/

DİZİDEN ÖZGÜR ÜNİVERSİTE SİTESİNCE ÇIKARILAN TRANSKRİPTler

DİYARBAKIR'IN BOŞALTILIP KISMEN GERİ DÖNÜLEN BİR KÖYÜNDEN: 


 Hangi köyden göçtünüz?
(Bir erkek): Biz Kocaköy ilçesine  bağlı Tepecik köyü; bizim gelişimizin tarihi de 92’nin 12. ayın 20’si.
Siz köyden ayrıldığınız günü hatırlıyor musunuz?
(Bir kadın): İyice hatırlıyorum; ben içerde oturuyordum. Korucular ilk önce geldiler. Köyü taradığı zaman ben penceredeydim. Tam kurşun başımın üstünden geçti. Kahvaltıyı ben sermiştim, çocuklarım üstünde oturuyordu. Sonra panzer falan sesi geldi; ben dedim, ‘Zaten panzer, asker gelirse çatışma duracak. Artık durmadı; ben de “eşşedümü” getirdim, dedim son şeydir.
Saat kaçtı?
Saat 8’len 9 arasında idi; sabah. Ben tekrar çıktım, dedim ‘tek çocuklarımın canını kurtarayım.’ Çocuklarım çırım çıplak, ayakkabısız, elbisesiz içerden çıkarttım, gittim caddenin üstüne; arkamızdan önümüzden kurşunlar sıkılıyor, evler yanıyor. Hayvanlar içerde diri diri yandılar; hayvanların sesi geliyor. Benim küçük oğlum, şimdi gördünüz, birbuçuk yaşındaydı. Ben aldım o çocukları, getirdim Diyarbakır’a; hiçbir şeyim kalmadı.
Zorunlu göçle ilgili programlarımızın sonuncusuna Diyarbakır’da, köylerini 14 yıl önce terk ettikleri günü unutamayanların anlattıklarıyla başladık. 1998 yılında yayınlanan TBMM komisyonu raporu., sorunlu göçü ‘en uzun süreli ve en kapsamlı hak ihlali’ diye tarif etmiş; ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti: “Zorunlu göçe maruz kalan insanlar uzun süreye yayılmış bir yer değişim yaşamıyorlar; yani köyü yıkılan insanın köyü en fazla on Dakka içersinde yerlebir ediliyor. Yıllarca ikamet ettikleri, oturdukları o toprağa bağlılıkları bir anda koparılıyor; evlerine bağlılıkları bir anda koparılıyor. Hak ihlalleri açısından baktığınızda zaten sadece tek bir hakkın ihlali değil yani; sadece bir yaşam hakkının, sadece bir mülkiyet hakkının, yani bir spesifik hak ihlali yok burada. Burada pozitif hukuk, evrensel hukukun güvenceye bağlamış olduğu, neredeyse bütün haklarınız ihlal ediliyor. Yani bir haklar zinciriniz ihlale maruz kalıyor.” Diyarbakır barosundan Av. Mahsuni Karaman, yaraları hala sarılamayan göçün insanlarda yol açtığı travmanın, Diyarbakır’da yaşanan her sorunda etkisi olduğunu düşünüyor; sokak gösterilerindeki şiddetten, artan kadın intiharlarına, uyuşturucu bağımlılığından sokak çocuklarına, hatta kaçak elektrik kullanımına kadar.
Ama yaraların sarılması artık göçün geriye döndürülmesi anlamına gelmiyor. 1980’li yılların ortalarında başlayan zorunlu göç sürecinin çocukları, artık göç ettikleri kentlerde büyümüş olan yetişkinler; ve çoğu geri dönmek istemiyor. Diyarbakır Bağlar mahallesinde görüştüğüm sorunlu göç mağduru ailenin büyükleriyle gençleri, geri dönüş konusunda çok farklı düşünüyorlar. Örneğin, kimin isteğinin ağır basacağı ise belli:
Siz Diyarbakır’da mı büyüdünüz?
6 yaşında buradayım.
Siz?
Ben de üç yaşından beri buradayım.
Burada okula gittiğiniz zaman Diyarbakır’da yerleşik diğer ailelerden farklı hissettiniz mi kendinizi; ya da zorluklarınız oldu mu?
Evet, yeni geldiğimizde tam Türkçe bilmiyorduk. Onlar Türkçe konuşuyor, biz Kürtçe. Yavaş yavaş Türkçe’ye alıştık. Ben hatırlamıyorum; işte bu Fatih caminin orasında, bir bodrum katta yatıp kalkıyorduk. Babam hapisteydi, ağabeyimgil bizi geçindiriyordu.
Peki siz okula gidiyor musunuz hala?
Ben gitmiyorum…
Ben lise bir…
Ne yapmak istiyorsun?
Valla, öğretmen olmak istiyorum
Ne öğretmeni?
Sınıf öğretmeni, ya da coğrafya…
Siz ne yapıyorsunuz şu anda, çalışıyor musunuz?
Çalışıyorum
Ne iş yapıyorsunuz?
Belediyede, ilaçlama…
Ne kadar zaman oldu?
5 sene
Peki sizler dönmeyi düşünüyor musunuz?
Elimize düşerse düşünüyoruz. Kendi köyün hali başka; her şey bedavadır, hiçbir şeysi paraylan değil. Yumurtası bedava, yoğurdu bedava.
Peki, ya gençler gelmezse; onlar Diyarbakır’da kalmak isteyebilir.
Ben gençlerimi Diyarbakır’da yalnız bırakamam; onlar neredeyse ben de ordayım.
Kadınların durumu genellikle çocuklarına, eşlerine ya da babalarına göre şekilleniyor; Tepecik köyüne geri dönenlerden Sezi ve annesi örneğin:
Sezi merhaba
Merhaba!
Kaç senedir köye geri gelmişsin?
2 senedir gelmişim.
Daha önce bu köyde mi yaşıyordun?
Daha önce, evet bu köyde yaşıyorduk
Burada mı doğdun?
Evet, burada doğdum.
92’de mi sizde buradan kaçtınız, ayrıldınız?
Evet.
Sonra buraya dönme kararını nasıl verdiniz?
Yani şimdi dönme kararı; benim ailem başka bir köydeydi, ben İzmir’de kalıyordum, ağabeymin yanında. Ben işte babamlar zaten sürekli gidip geliyordu köye işte. Babam çok istiyordu. Şimdi millet de yerleşince köye; e, babam da birden aynı kararda aslında. Yani, ‘Gitcem’ dedi; benim pek annem gitmeye-gelme taraftarı değildi. Ama işte, babamın dediği dediktir.
Bir de yarı köyde, yarı şehirde yaşayanlar var; Diyarbakır’a yakın Mermer köyünden Dilan gibi: Askerim şu anda.”
Nerde askerliğini yapıyorsun?
İszmit(te askerim, Kocaeli’de askerim.
Süresi ne kadar karlı?
Süresi, 150 günüm var daha. 150 gün sonra inşallah teskeremi alıp, tekrar gelirim buralara.
Nerde yaşıyorsun?
Ben normalde Antalya’dayım.
Ne zaman göçtün Antalya’ya?
8 senedir gidip geliyorum işte; köye gidiyorum, Mermer. Bizim karakol var orda.
Peki Antalya’da ne yapıyorsun?
Antalya’da barmen, dj’cilik yapıyorum.
Ne tür müzikler?
Yabancı, ondan sonra Slow olsun… O tür müzikleri, şarkıları biz…
Türistlerin geldiği bir yer mi?
Türistlerin geldiği bir yer; otel şey, bar olduğu için.
Arkadaşların ne oldu? Mesela köydeki arkadaşların falan…
Şimdi gençler, fazla bulamazsınız köylerde. İş zamanı, bu vakitler çıkıyorlar, işte şehirlere… Kışın gene geri geliyorlar; gurbet çekilmiyor, geliyorlar tekrar.
Köylerine dönemeyen ve 15-20 yıldır şehirlerde yaşayanların ne kadarı acaba, bütün koşullar uygun olsa geri döner? Ya da bunca yıldır ne kadar kentli oldular? Bu anlamda göçtükleri kentleri nasıl etkilediler?
Dicle Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Yard. Doç. Mahzar Bağlı, Diyarbakır’da bu sorulara cevap arayan bir araştırma yapmış. 1990 ile 2000 yılları arasındaki 10 yıllık bir dönemi kapsıyor ve 416 kişinin katıldığı bir anket çalışmasına dayanıyor: “Üç temel hipotezimiz vardı; bunlardan birincisi, buraya göç eden insanların çok ciddi anlamda kentli bir tutumla karşılaşamadıkları ve dolayısıyla kentleşmenin gittikçe uzayan, yani aksayan bir süreç olarak ortaya çıktığını gördük. Bir de bununla beraber, psikolojik olarak kişinin, kendisini göçe hazır hissetmemesinden kaynaklanan sorunlar var.
Bir diğeri de, geri dönme isteğinin hakkaten çoğunlukla dile getirildiği bir biçimde güçlü bir şekilde devam edip etmediğidir. Çünkü Türkiye’nin diğer bölgelerinde, göç edenlerin önemli bir kısmı geri dönmek istemiyorlardır. Zaten bunu psikolojik olarak, kendilerini hazır hissetmiyorlar ve belli bir gerekçeyle göç ediyorlar. buradan, nerdeyse insanların kendilerinden kaynaklanan bir gerekçe yok; başkalarından kaynaklanan birtakım gerekçeler var. Ve dolayısıyla bu, başkalarından kaynaklanan gerekçeler ortadan kalkarsa, ‘Acaba geri dönmek isteyecekler mi?’ diye sormuştuk. 96’da yapılan araştırmada %70 civarında; 99’daki araştırmalarda %60; bizim araştırmamızda %50 civarında çıktı, geri dönme isteği.
Kadınlarda geri dönme isteğini daha düşük gördük ki, bu da kentin, belki onlara sunmuş olduğu imkanların varlığı ile açıklanabilir. Yani imkanlara kavuşmuş olmak değil, görüyor olmak ve belki, ‘Bir gün bunlara kavuşabilirim!’ özlemiyle burada kalmayı arzu ediyorlar. Doğrusu buradaki problem, başta da söylediğim gibi, yani buraya göç eden insanlar, geldikleri zaman kentte, kentli bir sınıfla –deyim yerindeyse- karşılaşmamışlardır. Ve bunun da çeşitli nedenleri var; belki Diyarbakır’ın çok yerlilerinin önemli bir kısmı bu süreçte buradan göç etmiş olmaları. Zaten Diyarbakır’ın göçle ilgili en büyük özelliklerinden birisi, aldığı göçün iki katı bir göç veriyor olmasıdır da. Yani kent merkezinden göç veriyor: aynı zamanda kent merkezine de göç alıyor. Mesela İstanbul’da da bu problem var, belki Ankara’da da var bu problem; ama oralardaki insanlar, gittiklerinde Ankaralı bir kesimle karşılaşıyorlar ve İstanbullu birileriyle karşılaşabiliyorlar. Ha, burada böyle bir şeyle karşılaşılmadı; yani insanlar ordaki bütün tutum ve davranışlarını buraya taşıdılar ve bir başkasının gözüne batmadı bunlar. Hem karşılaşılan toplumsal tabaka kentli bir tutuma sahip değildi, hem de üretim açısından da gerçekten ve informel alanlarda çalıştıkları için bir dönüşüm, ne yazık ki, gerçekleşmedi. Tabi, bu dönüşüm gerçekleşmeyince işte, belki 15 yıl, 20 yıldır devam ediyor; bu göçle birlikte gelen yeni nesil artık bir nevi, kenti kuşatmış oldu.”
Devletin köye dönüş ve tazminat konularındaki uygulamalarını önceki programlarda ele aldık; ama halen kentlerde yaşayan ve bundan sonra da önemli bir kısmı, muhtemelen kentlerde yaşamaya devam edecek olan zorunlu göç mağdurlarının yeni bir yaşama uyumu, rehabilitasyonunu hedefleyen özel bir program yok. BM kalkınma örgütünden Yeşim Oruç: “Zorla değil de hani böyle, ‘Aman, köye dönüş iyidir, aman gidin, gidin!’ demekle çok doğru bir yere varılmıyor. İnsanlar 10 yıldan fazladır bir süre kent merkezlerinde oturuyorlar. Özellikle  gençler, hatta kadınlar, çocuklar; bunlar köye geri dönmek pek istemiyorlar açıkçası. Onun için kentsel entegrasyon, tazminattan yararlanmak kanımca nerdeyse çoğunluğu için yerinden olmuş kişilerin çoğunluğu için daha etkin önlem alanları olacaktır. Burada, yerinden olmuş kişilere özel bir program yok! Her vatandaşın yararlanabildiği eğitim, sağlık ve sosyal yardım alanlarından her vatandaşla eşit şartlarda yararlanabilmeleri ilk adım. Bunların tabi, insanları hakir görücü veya küçük düşürücü şekillerde değil; insanların onurlarının daha dikkate alınarak onların yapabilir kılınmalarına özen göstererek toplumsal hayata katılımlarını teşvik ederek, mümkünse üretim alanlarına katılımları teşvik edilerek sosyal yardımların ciddiyetle hatta hatta hacminin her geçen gün artırılarak; zaten verildiğini görüyoruz, daha da artırılmasını çeşitli çalışmalarımızda da öneriyoruz.”
Doğu ve Güneydoğu da yaklaşık son 20 yılda yaşanan zorunlu göçün boyutları konusunda farklı rakamlar ve tahminler var. Ancak herkesin kabul ettiği bir şey, bu bölgelerdeki il ve ilçe merkezlerinin nüfusunun bu dönem içinde ikiye, üçe, bazen dörde katlandığı. Bunun yarattığı sorunları izlemek için, bu süreçte büyük göç alan merkezlerden biri olan Hakkari’nin Yüksekova ilçesine uzanalım. Yüksekova, kendisine bağlı olup, boşaltılan 40’a yakın köyün yanı sıra Çukurca, Hakkari, Şemdinli ve Şırnak tarafından göç almış. Yüksekova kaymakamı Uğur Kalkar anlatıyor: “İlçemiz, özellikle son dönemlerde köylerin boşaltılmasıyla beraber, gerek kendi ilçemizin köylerinden, gerekse de civar ilçelerdeki köylerin boşaltılmasıyla beraber; özellikle ilçe merkezi yoğun bir göç almış durumda. İlçe merkezimizin nüfusu 1990’larda 20 bin, 25 bin civarındayken, şu anda 80 binlere, 100 binlere dayanmış durumda. Yani çok kısa süre içersinde, 15 yıl gibi kısa bir süre içersinde nüfusu 3’e katlanmış durumda. Bunun, beraberinde getirdiği çok önemli sıkıntıları var.
Peki, bu sorunların giderilmesi konusunda gerekli kaynaklara sahip olduğunuzu düşünmüyor musunuz?
Şimdi, göçün tabi beraberinde getirdiği altyapı ile ilgili sıkıntılar değil, bir takım sosyal ve kültürel sıkıntılar da var. Onların, takdir edersiniz ki, hepsini bir anda aşmak çok zor! Biz bu sorunları aşmak için elimizden gelen bütün çabayı gösteriyoruz. Özellikle eğitimle, sağlıkla alakalı altyapı eksikliklerini, okul ihtiyaçlarımızı, öğretmen eksikliklerimizi gidermeye çalışıyoruz. Kaynak sıkıntısı duyduğumuz noktalarda kendi üstlerimize ve Ankara’ya bu ihtiyaçlarımızı bildiriyoruz. Bu konuda devletimizin hassasiyeti çok yüksek; ihtiyaç duyulan kaynakları temin edebiliyoruz; ama daha fazla kaynağa ihtiyaç duyuyoruz.”
Sorunların boyutları çok büyük. Bölgedeki hemen tüm il ve ilçe belediyeleri gibi Yüksekova’nın yerel yönetimi de bir yandan zorunlu göçün, bir yandan onunla daha ağırlaşan yoksullaşmanın yükü altında, deyim yerindeyse “inliyor!” Belediye başkanı Salih Yıldız, nüfusun belediye, jandarma ve sağlık müdürlüğü tarafından 100 binin üzerinde saptanmasına rağmen, resmen 60 binin altında kaydedilmesinin iller bankasından gelen kaynakları da yarıya indirdiğine dikkat çekti: “Hizmet konusunda çok zorlanıyoruz; çünkü 2003’te imar planı yapılmış şehrin. Ondan önce çarpık kentleşme nedeniyle rasgele herkes her yere ev yapmış, bina yapmış. Cadde, sokaklar nizami değil, dar. Adam küçükbaş hayvanını, büyükbaş hayvanını olduğu gibi getirmiş; tavuk kümesinden, bilmem hindisine kadar, her şeyini şehirde besliyor. Şimdi bundan biz zorlanıyoruz. Neden zorlanıyoruz? İtfaiyenin geçemeyeceği, yangın olduğu zaman sokaklarda zorlanıyoruz, çöp temizlenmesinde zorlanıyoruz, su götürme hizmetinden zorlanıyoruz. Aynı zamanda da bu kültür, bu insanlar bu güne kadar dayatmışlar, para ödememişler; para ödeme alışkanlığı olmamış belediyeye. Hizmet de istiyorlar; e, şimdi durumu iyi olmayan 135 bin nüfusa hizmet eden, 59 bin nüfusa göre iller bankasından payı gelen, 300 personeli olan, personelin maaşını en yüksek, bir belediye olarak gelen para ancak personel maaşına yetiyor. Tabi ki, para artmayınca hizmet götürmekte zorlanıyoruz. Bir de %80’ e, belki 85’e tekabül eden kesimin işsiz olduğu; işte 2000-3000, işportacılıkla kendini öyle geçim kaynağı sağlıyor. Bunların bile yaşamları böyle sokakta, kaldırımlarda sorun haline geldiği bir kentte…  Gerçekten sağlık karnesinden, bilmem ilaç almasından; geçim sıkıntısında herkes, gelip bizi buluyor.”
Çeşitli boyutlarıyla izini sürdüğümüz ve sürerken de yer yer ayrıntıları görebilmek için bölgedeki siyasi ve toplumsal başka sorunlardan, bir ölçüde soyutlamak zorunda kaldığımız zorunlu göç hakkında aslında daha çok şey söylemek mümkün; ama belki de en önemlisi, zorunlu göçün bölgede sadece 20’yi aşkın yıldır devam eden şiddet ortamının bir sonucu değil, aynı zamanda yaraları sarılamadığı ölçüde ve o sürece çok karmaşık yeni sıkıntıların ve sorunların ve yepyeni çatışmaların da kaynağı haline geldiğini vurgulamak!


-  Siz nerede yaşıyorsunuz?
-  Ben Yüksekova’da kalıyordum; iki senedir evim Van’dadır. Eşim de kalp hastasıdır.
Peki, daha önce köyünüz var mıydı?
-  Köyümüz vardı tabi. Yani köyde durumumuz süperdi; ağalar gibi geçinip gidiyorduk.
-  Neyle geçiniyordunuz?
-  Koyun; hayvanlarımız vardı, durumumuz iyiydi yani.
-  Köyünüz neredeydi, adı neydi?
-  Yeşilöz köyü, Beytüşşebab’a bağlıdır. Kürtçe Feraşi’dir. Biz orda yaşıyorduk. 1989’da yaktılar.
(Çocuk öksürmesi sesleri…)
-  Kaç çocuk var?
-  İki tane çocuğum var.
-  Adı ne kızın?
-  Nujin
 -  Nujin ne demek?
-  Nujin, yani Yeni yaşam, yepyeni bir sayfa; o da, nerede o günler!



KÖYLERİNE DÖNEMEYEN KORUCULAR VE CEVİZ AĞAÇLARI 

Bölgedeki hemen her sorunu derinlemesine etkileyen ‘sorunlu göç’le başlıyor; ‘Kürt sorunu’nun günlük hayattaki bazı tezahürleriyle de devam edecek…
Hakkari’nin Yüksekova ilçesi yakınındaki Doğanlı köyünden başlayalım, ‘zorunlu göç’ün izini sürmeye. Geçici bir yerleşim yeri Doğanlı. Burada, Çukurca7nın Uzundere köyünü terk etmek zorunda kalmış insanlar yaşıyor. 20 yıldır koruculuk yapıyorlar. Hayatlarında hayvancılık ve tarımın yerini silahlar ve tehlike almış.
Dorukları sürekli karlı olan muhteşem dağların arasındaki ovanın bir köşesine 3 sene önce kurulan, 204 hanelik bu yerleşim; yan yana, sıkışık düzen, tek katlı, gri evlerden oluşuyor. Yeşili, tarlası, hayvanı, merası yok! Evlerinin arası çamur deryası; köyden çok, yerini şaşırmış çok yoksul bir gecekondu mahallesi ya da afetzedeler için kurulmuş bir kampı andırıyor. Bu yüzden olmalı ki, buraya herkes “Doğanlı Kampı” diyor, buralarda. Onlarla göçlerinin ve dönemeyişlerinin hikayesini konuştuk:
-  Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?
-  Sağolun, Doğanlı köyü muhtarı Musa Alpan.
-  Musa bey, ne zaman buraya geldiniz?
-  Efendim, bu 2002’den biz buraya gelmişiz.
-  Şimdi burada durumumuz nedir, sıkıntılarımız var mı?
-  Vallahi durumumuz… Sıkıntımız vardır zaten. Sadece konut ki, devlet bize vermişti zaten; ne ekinimiz var…

- Tarlanız yok!
Tarlamız yok; ne meramız var, biz bir hayvan beslesek. Bu, büyük bir sıkıntı içindeyiz zaten. Biz geri dönmek de istiyoruz zaten, bu şartta…
Doğanlı kampı Uzundereli 3000 köylünün, köylerini terk etmek zorunda kaldıkları 1995’ten bu yana, yani 11 yıl içinde barındıkları 4. geçici yer. Daha önce komşu köylere misafir olmuş, bir süre çadırlarda yaşamış; yerleştirildikleri bir kamptan, afet bölgesi olması yüzünden çıkmak zorunda kalmış, son olarak da buraya gelmişler. Yüksekova ve Hakkari çevresi Doğanlı benzeri kamplarla dolu. Şiddet ortamında şu veya bu şekilde köylerini terk etmeye zorlanmış insanlarla dolu bu kamplar.
1984 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan çatışmaların yol açtığı zorunlu göçten kaç kişinin etkilendiğini söylemek hala mümkün değil. TBMM’nin 1998 tarihli komisyon raporuna göre 905 köy ve 2523 mezra boşaltılmış. 378335 kişi göç etmiş. İçişleri Bakanlığı’nın 2005 yılı için verdiği rakam ise 355803. Sivil toplum kuruluşları ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu tahmin ediyor; verdikleri rakamlar 4 milyona kadar çıkabiliyor. Ama bu konuda şu ana kadar henüz kapsamlı bir araştırma yapılmış değil.

Peki ya dönebilenler…
İçişleri Bakanlığı’nın verdiği son rakamlara göre 2005 yazı itibariyle, köyleri boşalmış olanların üçte biri köylerine dönmüş; ama bu konuda da görüş birliği yok! Oysa sağlıklı bir politika üretilebilmesi için her şeyden önce, sorunun boyutlarının saptanması gerekiyor. Bu amaçla, hükümetle anlaşmalı olarak Hacettepe Üniversitesi tarafından yürütülen bir araştırmaya, BM uzmanlık sağlıyor. BM kalkınma örgütünün Türkiye bürosundan  Yeşim Oruç: “Tamamıyla bağımsız bir anket çalışması. Esas itibariyle, Türkiye’de yerinden olmuş kişiler sayısı ve yerinden olmuş kişilerin ileriye dönük tercihlerini belirlemeye yönelik bir anket çalışması. Hacettepe Üniversitesi’nin sonuçları, tahminimce bizi çok daha realistik bir noktaya getirecek; ne 350 binde tutacak, ne 4 milyona götürecek. Haziran ortasında, anketin kamuoyuna açıklanacağı bilgisini aldık.”

Bu çalışmanın pratikte ne gibi yararları olacak sizce?
“Çok önemli tabi, böyle bir sayısal tahminlerin yapılabilmesi. Her şeyden önce ulusal sorumluluk. Yani yerinden olmuş vatandaşlara devletin sorumluluklarını, yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için; Ve bu köye dönüş, yerinde entegrasyon için, sosyal yardım ve veya tazminat… Bütün bunlar, yerine getirilebilmesi için bu sorumluluğun kaç kişiye karşı olduğunu ve bütçelerinin bilinebiliyor olması lazım.”
Zoraki göçetmiş veya dönebilmiş olanların sayıları konusunda görüş binliği olmamakla beraber, geri dönüşün önünde büyük engeller olduğunu herkes kabul ediyor: “Korucu biz olduk zaten. Ondan dolayısıyla zaten, orda duramadık. Savaştık zaten. 44 köyü orda boşaltmışlar zaten, Çehoze bölgesinde, sadece biz değiliz zaten. Bu dağın arkasında zaten, iki köy vardır.
-  Köyleriniz ne oldu, şimdi orda harabe mi?
-  Harabedir; bir şey kalmadı.
Gidip gördünüz mü hiç?
- Geçen sene biz görmüşüz. Orda ayakta bir şey kalmamış, çöl olmuş.
Şimdi niye dönmüyorsunuz, izin mi yok?
-  Köy yolu berbattır efendim, yol yok. Orda zaten imkanlarımız da kalmamıştır.; ne kavak kalmıştır, ne cevizler kalmıştır, ne meyveler kalmıştır. O kadar gücümüz de yoktur. Sadece gelir kaynağımız koruculuktur zaten. Her evin 10 tane nüfusu var. Ayda 400 milyon veriyor; on gün idaresine yapıyor, 20 gün aç kalıyor.

-  Peki şimdi her şey yapılmış olsa, köye dönseniz güvenliğiniz var mı?
-  Güvenlik yoktur orda. 44 tane mezra boştur zaten. Köy boştur; onlar da dönmemiş. Yollarımız da toprak, mayın dolayısıyla zaten…
-  Mayın da mı var?
-  Var.
Doğanlı kampı muhtarının anlattığı gibi köye dönüşün önündeki en önemli sebeplerden biri, maddi imkansızlı ve köy altyapılarının, kırsal ekonomisinin tamamıyla harap olmuş olması. Tablo, 1994’ten bu yana uygulanan ve 14 ili kapsayan ‘köye dönüş, rehabilitasyon programı’nın bu zorlukları aşmada yeterli olamadığına işaret ediyor. Bu konuda AKP hükümetinin iki yıl önce attığı çok önemli bir başka adımı, 5233 sayılı terör ve terörle mücadeleden doğan zararların tazminine dair yasaya ve uygulamasına daha sonra döneceğiz. Ama bütün bunlardan önde gelen bir soruna mercek tutalım önce;

Can güvenliği!
Çatışmaların yer yer devam etmesi ve özellikle de mayınlar, Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylüleri ve onlarla benzer durumda olan Çukurca’nın 44 diğer köyü açısından büyük önem taşıyor.

Nedir, mayınlar konusunda son durum?
Hakkari Barosu avukatlarından Rujbin Tugan’ı dinleyeceğiz. Tugan, mayınlarla ilgili çalışma yürüten küçük bir sivil inisiyatifin üyesi; hem de Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylülerinin avukatı: “Mayınlara karşı bir toplumsal duyarlılık, bir bilinç oluşturmak üzere bir araya geldik. Kölülerle, muhtarlarla, jandarma birimleriyle, askerlerle konuşmaya başladık; yardım istedik yetkililerden hatta. Hakkari bölgesini esas alaraktan, ne kadar insanın bundan etkilendiğini, öncelikle tespit etmek amacıyla bir anket çalışması yaptık. Şu anda raporunun yazılması aşamasındayız. Ve raporunu bir kitap halinde paylaşmayı düşünüyoruz. Ancak bizim beklediğimizden de çok iç karartıcı bir tabloyla karşılaştık bu çalışma esnasında.
Yani biz yaklaşık işte, Hakkari’nin yüzde seksenine yakınını gezdik. O yüzde yirmilik, hiç giremediğimiz alanlardı. Onlar da bizzat resmi görevlilerce de mayınlı olduğu bildirilen ve kesinlikle insanların giremeyeceği alanlardı.
Yerleşim alanlarının içlerinde bir takım, yani çocukların taş fırlatmak suretiyle oyun oynadığı mayınlı yerlerle karşılaştık. Bütün Hakkari bölgesinde, iki bölge haricinde “mayınlıdır!” işareti göremedik.”
-  Bu konuda uluslar arası kuruluşlardan yardım ya da işbirliği almanız sözkonusu oldu mu?
“Grubumuz, kurulduğu andan itibaren, ‘Biz işbirliği ve yardım istiyoruz; çünkü bir, mayınların neye benzediği konusunda dahi çok fazla fikir sahibi değildik. Bu konularda, işte internetten indirdiğimiz şeylerden bilgi sahibi olduk. Broşürler bastırıldı. İşte, çocuklara gösterdik, ‘Buna benziyor!’; kadınlara gösterdik… Tabi dil problemi de var; yani siz broşür bastırıyorsunuz, Türkçe bastırıyorsunuz. Ayrıca, zaten okuma-yazma oranı çok düşük. Dolayısıyla anlatmak; beraber gittiğimiz bütün köylerde, köylülerin tümünü toplayaraktan… Özellikle kadınlar ve çocuklara, ısrarla… Çünkü erkekler bir biçimde silahla haşir-neşirler. Aslında tabi ki, bizim özde yapmaya çalıştığımız şey; biz ‘şiddet sorgulamaya’ çalışıyoruz bölgede. Bunun en kolay ve en anlaşılır yolu, sanırım mayınlar; çünkü herkes ‘mayın mağduru’ olabilir. Yani siz, ben, asker, polis, sivil, kadın, çocuk, Türk, Kürt, Müslüman; herhangi birisi… Ve herhangi bir yerde, ve herhangi bir zamanda mayın mağduru olabilir. Yani, kimin koyduğundan ziyade; onunla ilgili değiliz biz. Zaten devletin egemenlik sahası içersinde olan bir alandan bahsediyoruz Dolayısıyla siz, Hakkari’nin sınırındaki sıfır noktadaki bir köyünde yaşayan çocuğun da can ve mal güvenliğini teminle mükellefsiniz.
Ayrıca mayınlar tabi ki, geri dönüş önünde en önemli engellerden birisi; çünkü bir haritası yok bunların. Karakollar, işte boşaltılmış, köy boşaltıldıktan sonra orası temizlenmemiş ama… Ve onlar yağmurla, çamurla, karla kaymış tabi ki… Ve ne biliyim, başkalarının koyduğu mayınlar var ve bunlar iklim koşullarıyla çok çabuk yer değiştirebiliyorlar, kayabiliyorlar; ve yerlerini tespit etmek zaten çok güç.”
-  Mesela biz Doğanlı kampına gittik. Onların ‘köye dönüş’ başvuruları var. Bunun geri çevrilme sebebi herhalde mayınlar, değil mi?
“Orası zaten sınıra çok yakın bir bölge, mayınla dolu. Yaptığımız başvurulara, işte geçici cevaplar veriliyor; ya hiç cevap verilmiyor. Daha önce, ‘Gidemezsiniz!’ deniyordu; son bir yıldır, ‘Gidemezsiniz!’ denmiyor ama ‘Yolu yok, yol yapacağız, bekleyin’ anlamında… Fakat biz gitmeye çalıştık işte; mayın grubu olarak çalışma yürüttüğümüz esnada, bize resmi olarak, yani askeri birimlerin verdiği cevapta, ‘Oraya giremezsiniz’; yani, ‘Girmeyin!’ daha doğrusu ‘Gitmeyin, çünkü ölürsünüz!’ dendi.”
-  Can güvenliğiniz yok!
“Tabi, evet…”
-  Peki, ne yapılabilir, pratik olarak?
“Şimdi, aslında ikiye ayırmak lazım: Şu anda yerleşik yaşamda olanlara ilişkin olarak ve boş alanlarla ilgili, boş köylerle ilgili olarak ikili bir çalışma yapılması gerektiğine inanıyoruz biz. Yani öncelikli olarak bir bilgilendirme çalışması yapılması çok acil olarak bir ihtiyaç, Ve işaretlemelerin yapılması gerekiyor. Şimdi zaten bizim çalışmamızda, bizim iki tane haritamız ortaya çıkacak. Yani bu haritalar en azından bir rehber olabilir. Ayrıca mağdurlara yönelik olarak çok ciddi çalışmalara ihtiyaç var; protezleri yok, kolsuz, yüzü parçalanmış… İşte vücudunun belli bin uzvu yok, ‘Bu biçimde hayatını nasıl idame ettirebilir? Normal bir hayat nasıl sürdürebilir?’ gibi bir takım şeyler vermek gerekiyor bu insanlara. Bunun dışında tabi, eğer köylere geri dönülmesi isteniyorsa, çok acil bir biçimde bir tarama ve temizleme çalışmasına başlanmalı.”
İkinci bölüm
- Şimdi neredeyiz, kapı nerdeydi?
- Kapı burasıdır. Burası yatak odasıdır, burası da mutfaktı. Burası yoldur, burada dut ağacı vardı, çiçekler falan vardı. Her akşamları çay yapardık, içerdik…

Zorunlu göçün izini sürmeye devam edeceğiz.
Diyarbakır’la Lice arasındaki Tepecik, zorunlu göç mağduru bir başka köy. 70 haneli köy, 1992 yılının 20 Aralık gecesi boşaltılmış ve yakılmış. Son 4 yıldır köye dönüşe izin verilmiş yetkililer tarafından. Şu anda köye dönen 25 hane var. Yıkılmış evlerin arasına yeni evler yapmışlar, köydeki hayatlarını yeniden kurmaya çalışıyorlar. Okul sağlam, Cami’nin tamiri ise tamamlanmak üzere. Ama köy halkının üçte ikisi, bize köyü gezdiren hacı amca ve ailesi gibi köye sadece arada bir ziyarete gidebiliyor.
Yerinden yurdundan edilmiş insanların geri dönemeyiş sebepleri çok çeşitli. Şırnak’a bağlı Beytüşşabap’ın Yeşildere köyü geniş Gerdan aşiretinden. Onlar da 1994’ten bu yana köylerinden uzaklar. Dönmelerine hala izin verilmeyen köylerden. 155 hane, Yüksekova’nın Eskikışla ve Orman mahallelerinde yaşıyor.
-  Sizi tanıyabilir miyiz?
-  Ben, Eskikışla mahalle muhtarı Hasan Boz. Beytüşşabap’tan gelmişiz.
-  Geri dönmek için müracaat yaptınız mı?
-  Geri dönmek için 2002, 2003, 2004, 2005, bu sene de 2006; hep müracaatımız vardır, 155 hane adına.
-  Cevap alamadınız mı?
-  Cevap geliyor da, olumlu bir cevap yoktur. Onlar diyor; “Köy boştur, şimdi müsait değiliz”, yani “Yerleşim yoktur!” diyor. Hakkari valisiyle görüştüm, o da Şırnak valisiyle görüşecekmiş; fakat, olumlu bir sonuç beklemiyorum. İnsanlarımız da 155 hane; burada hepsi de işsiz ve perişan.
-  Köyler dolu mu?
-  Aşiret olarak 45 köy ve mezramız şu an boştur; yani 94’ten beri boştur.
-  Köyünüz ne sebeple boşaltılmış?
-  Bizim köyümüz olaylar nedeniyle, devlet tabi PKK, o çerçevede… Devlet boşaltıldı, yani zorla boşaltıldı.
-  Korucu oldunuz mu?
-  Korucu olmadığı için boşaltıldı. Hele bizim aşiretimiz korucu olmadı. Sadece 2 aile korucumuz vardır, o da eski muhtarlarımızdır.
Göç ve geri dönemeyiş konuşulurken, konu bir noktada mutlaka, gelip koruculuğa dayanıyor. Koruculuk 1985 yılında 3175 sayılı yasaya dayanarak yürürlüğe konulmuş. O zamandan bu yana da tartışma yaratmasına rağmen, ortadan kaldırılması güç bir sistem. Ekonomik olarak baktığımızda Doğu ve Güneydoğu’daki 14 ile; bugün Türkiye’de, kişi başına düşen gelire göre iller arasında yapılan sıralamada en son 20 sırada oynuyor. Kürt nüfusun yoğun olduğu 22 ilde, ‘geçici köy korucuları’ adı verilen 58542 maaşlı ve tahminen 30 bine yakın gönüllü korucu var.
Tarım ve hayvancılığın, şiddet ortamında yok olmasıyla iyice yoksullaşan bölgede koruculuk, bu hesaba göre en az 1 milyon insanın geçim kaynağını oluşturuyor. Çukurca Uzundere’yi 1995 yılında terk etmek zorunda kalmış Yüksekova Doğanlı kampında yaşayan 3000 kişinin ana gelir kaynağı, köydeki 100 korucunun maaşları örneğin: “20 sene oldu biz korucuyuz. Korucu maaşları 400 milyon lira. Mesela benim nüfusum, 15 nüfusum var. 400 milyonla geçinemiyoruz. Maaşımız az.

-  Peki, şimdi ‘Koruculuk kaldırıldı!’ deseler,; işte gene hayvanınızı, tarımınızı yapın!’ deseler, iyi olur mu sizce?
-  Şimdi, eski köyümüz boştur. Ağaçlarımız kurumuş; yolumuz yok, enerjimiz yok, sağlık ocağımız yok, okul yok, hiçbir şeysi yok. Oraya gitse mümkün değil, yani gitmiyoruz. Burada da aynı, arazimiz yok, hiçbir şeyimiz yok; sadece gördüğün gibi,bu konutlar var!
Koruculuğun bir başka önemli yönü ise silahlı bir güç olarak, korucu olmayanlar açısından bir tehdit oluşturabilmesi. Bu durum; bir yandan bölgede korucularla, koruculuğu seçmeyen nüfus arasındaki husumetin sürmesine yol açıyor. Bir yandan da denetimden uzak, silahlı güç olarak korucular arasında suç oranı hayli yüksek. İçişleri bakanı Abdülkadir Aksu, geçen yılın Eylül ayında 20 yıl içinde yaklaşık 5 bin köy korucusunun suç işlediğini, bine yakınının da tutuklandığını açıkladı. Suçların niteliği ise gasp ve soygundan, öldürme ve yaralamaya; güvenlik güçleriyle çatışmadan, toplu tecavüze ve uyuşturucu madde kaçakçılığına kadar uzanıyor. Ama prensip olarak kaldırılmasına kimsenin, korucuların dahi pek itiraz etmediği; bu sistemin nasıl yok edilebileceği konusunda henüz bir proje yok. Yalnızca 2000 yılında bu yana yeni korucu alınmadığı biliniyor.
Doğu ve Güneydoğu’da yerlerinden edilmiş insanların geriye dönüşü, Türkiye’nin AB üyelik süreciyle ve uluslar arası antlaşmalarla kabul ettiği taahhütleriyle de yakından ilintili. AB 2003 yılı katılım ortaklığı belgesinin siyasi kriterler bölümünde, ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin orijinal yerleşim yerlerine dönmesinin desteklenmesi ve hızlandırılmasından söz ediliyor. BM’in de Türkiye’ye bu konuda tavsiyeleri var. Bunlar 2003 yılında Ankara’yı ziyaret eden BM genel sekreterinin, yerinden olmuş kişiler özel temsilcisi Francis Deng tarafından dile getirildi. BM kalkınma örgütünün Türkiye bürosundan Yeşim Oruç anlatıyor: “Dang’in raporunda her şeyden önce şeffaflık ilkesinin altını çizerek Türkiye hükümetine, yerinden olmuş kişilere yönelik politikasını açıklamasını talep etti. 2. olarak, BM kuruluşlarının yerinden olmuş kişilerin insan hakları konusunu izlemesi gerektiğini raporunda önerdi. 3. husus ise, özellikle eve dönüşün talep edildiği yerlerde güvenlik önlemlerinin alınması ve geri dönüşün güvenlik açısından, mümkün kılınabilmesi için mümkün mertebe önlemler alınması hususuydu. Belki de 4. ve (bu tam bir öneri olara yer almamakla beraber) bay Dang’ın, Türk hükümetiyle paylaştığı raporunda altı çizilen bir şey, yerinden olmuş insanların yaşadığı yerlerde, veyahut da geri dönmeyi tercih ettikleri yerlerde entegrasyonun zaman aldığını, meşakkatli bir iş olduğunu ve de güven eksikliklerini içermesi gerektiği de bir vurgu olarak Türkiye hükümetiyle paylaştı.

-  Peki, hükümet bu tavsiyeleri yerine getirdi mi, neler yaptı?
Yeşim Oruç, BM’in değerlendirmelerine göre hükümetin bu konuda attığı en önemli adımın 5233 sayılı yasa olduğunu söylüyor; yani devletin, terör ve terörle mücadeleden doğan zararları yargı değil, idari mekanizmalar yoluyla tazmin etmeyi kabul etmesi. Bölgedeki ekonomik ortamda köylerine geri dönmek isteyen; ya da bulundukları yerlerde kendilerine daha normal bir yaşam kurmak isteyenlerin bir çoğu için, bu tazminatlar şu anda tek umut.
1992 yılında boşaltılan Lice’nin Tepecik köyünden kaçarak Diyarbakır’ın yoksul Bağlar mahallesinde akrabalarının yanına sığınan ve hala da kendisini toparlayamayan bir ailenin konuğu olduk:

- Tazminat komisyonlarına başvurdunuz mu?
- E, ama başvurduk, hani?
-  Valla avukatların elinde bir şey yok!
-  Siz başvurdunuz mu?
- Evet, biz başvurduk; şu ana kadar hiçbir şey yoktur yani. Belki vermezler de.
Sonuç alan var mı?
- Yok,bizim köyde yok. Civar köyde, yukarda bir köy var, Lice’ye yakın; onlar almışlar, onun da şartlarını bilmiyoruz daha doğrusu.
-  Valla ben umudumu kesmişim köyden yani, neylen gideceğim. Bir çocuğum tek çalışıyor, lokantada bulaşıkçı. Getiriyor 10 milyon evime para; kira var, su var, bilmem ne var, ne var. Bizim yaşamamız öyledir.
-  Vermezlerse biz, Avrupa İnsan Haklarına göndereceğiz; biz hiç vazgeçmeyeceğiz!

-  Masrafını nasıl karşılayacaksınız, çok pahalı işler değil mi bunlar?
-  Tabi, pahalıdır ama biz diyoruz ki, burada verse daha iyi olur. Ben de çok Türkçe bilmiyorum; yani verseler, çok iyi olur.
Yerinden olmuş kişileri temsil eden sivil toplum örgütleri ve avukatların, tazminatı düzenleyen 5233 sayılı yasanın, içeriğine ve uygulamasına ilişkin bir çok eleştirisi var. Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Ağıllı köyünün avukatı Mahsun Karaman, aynı zamanda Diyarbakır Barosu’nun, konuyla ilgili uzmanlarından. Yasanın içeriğine yönelik en temel eleştirisi yalnızca maddi tazminatı öngörmesi; ‘maddi ve manevi tazminat evrensel hukukta bir bütündür” diyor Karaman; ama yine de yasanın, bir dönüm noktası olduğunu kabul ediyor: “İki odaktan kaynaklı zarar karşılanıyor; birincisi, doğrudan terör örgütlerinin vermiş olduğu zararlar. İkincisi de devletin, bu örgütlerle mücadelesinde yürüttüğü faaliyetleri neticesinde meydana gelen zararları karşılıyor.
Devlet, terörle mücadele yöntemi olarak köy yakmayı, boşaltmayı hiçbir zaman kabul etmedi; ama bu yasayı düzenlemekle, ‘olabilir; yapmış da olabiliriz ve zararları karşılıyorum’ manasında bir sonuç da çıkarılabilir bu yasadan. Yani geçmişe dönmek ve bu konuda bir sulh yolunu öngörmek, aynı zamanda geçmişle bir nebze de olsun yüzleşme iradesi olduğunu da aynı zamanda gösteriyor.
Yasa, zarar tespit komisyonlarının kurulmasını öngörüyor. Bu zarar tespit komisyonları her il valiliği bünyesinde kuruluyor. Başında vali yardımcısının olduğu il müdürlüklerinden birer üye ve ilin barosundan bir avukat üyeden oluşuyor; yedi üyelik bir zarar tespit komisyonu… Mağdurlar bu kurula bir başvuru dilekçesiyle kendileri, ya da vekilleri aracılığıyla başvurabiliyorlar. Özellikle mala-mülke verilen kararlarda keşif zorunluluğu oluyor; ona göre, daha sonra tazminatları veriliyor.

-  Nasıl mal-mülk kanıtlanıyor?
Evlerde bu, problem pek olmuyor; şahıslar, keşif günü oraya gidip tespit yaptırabiliyor. Orda bir sıkıntı çıkmıyor; ancak tarlalarda bu büyük bir sıkıntı. Bölgenin %99’u kadastro görmemiş. Herhangi bir zilliyetlik belgesi de yok. Dolayısıyla, ‘Bu işin içinden nasıl çıkalım?’ sorusu zarar tespit komisyonlarını, uygulamada şu noktaya getirdi: 1952 yılında yapılmış bir memleket haritası vardır; çok ilginçtir, her tarafı orman sayan bir memleket haritasıdır. Her köye ait 1952 tarihli haritada geçen arazi miktarına bakılıyor. O arazi miktarı; muhtarlar ve azalar çağrılıyor, ‘Köylüleriniz arasında bölüşün!’ deniliyor; kişi başına bir dönüm, iki dönüm arazi düşüyor, paylaşılıyor. Herkese birkaç tane meyve ağacı yazılıyor; hiçbir kök-mök yok, ortada hiçbir şey yok.
-  Aynı şekilde, hayvanlar için de…
Hayvanlar için ödeme verilmiyor, olay tutanağı isteniyor; yani o tarihte tutulmuş bir olay tutanağı… Olay tutanağı, olay sırasında jandarma veya polis tarafından tutulan tutanaktır. Kendi aleyhine bir olay tutanağı verilmesi mümkün müdür? Yani keşifler sırasında büyük bir sıkıntı var; bir kere mağdurların mal varlıkları sonradan tespit edilmiyor.
-  Neye, ne ücret verileceğini, ne tazminat verileceğini nasıl tespit ediyorlar?
Diyarbakır valiliği, evin metrekaresine 89 milyon ödüyor. Bu, bir bakanlar kurulu listesidir, yani yapılar tasnif edilmiş, sınıflandırılmıştır: 89 milyon, 150 milyon, 200 milyon, yapının cinsine göre; evler için böyle… Meyve ağaçları için 20 milyon veriliyor, 20 YTY ödeniyor; bu çok ilginçtir. Benim, vekilliğini yaptığım bir köy var, Ağıllı köyünde 3500 adet ceviz ağacı, keşif tutanaklarında yazılıdır. Her bir ceviz ağacına, valilik 20 YTL ödeme yapacağını söylüyor. Ben, Diyarbakır Tarım İl Müdürlüğüne, bilgi edinme yasası çerçevesinde, Diyarbakır ve ilçeleri açısından elma, armut, ceviz, nar; aklınıza gelebilecek bütün meyve ağaçlarını yazmak suretiyle, ortalama vasat bir ağacın ağaç bedeli, 94 tarihinden 2005 tarihine kadar ürün miktarları ve bunların miktarlarını TL cinsinden, YTL cinsinden, yani tutarlarını istedim. Tarım İl Müdürlüğü, ‘Tarafımızda böyle bir tasnif yoktur, arşivlerimizde kayıtları yoktur!’ dedi. Aynı yasa gereğince şikayet edeceğimi söyledim, ihtar ettim. İki gün sonra bana bir koli gönderildi. Bu tutanaklarda 94’ten 2005 yılına kadar bütün meyve ağaçlarının verim miktarları, tutanakları da gösterilmek suretiyle her şey işlenmiş.
Burada bir ceviz ağacının, sadece ağaç bedeli 1890 YTL oluyor; oysa valiliğin, aynı ceviz ağacı için ödemek istediği rakam 20 YTL. Yani şimdi burada 10 tane ağacı olan bir kişinin zararını, varın siz hesaplayın! Bir, 18 milyar sadece bunların odun bedeli; 10 yıl, 12 yıl, 13 yıl boyunca elde edilemeyen ürünlerini de hesaplarsanız 25-30 milyar civarında, sadece 10 ceviz ağacı için uğradığı zarar oluyor. Resmi rakamlar uygulanırsa, bu 10 ceviz ağacı için 30 bin YTL tazminat alabilir iken; şu durumda, valinin şu anki hesabına göre 200 YTL (200 milyon) tazminat hesaplanıyor. 5233 sayılı yasanın tüm görüntüsünü bu veriyor.
Avukat Mahsuni Karaman 5233 sayılı yasanın uygulamasını, bir ceviz ağacının değeri üzerinden eleştiriyordu. Peki, ama ne oluyor sonunda? Acaba iç hukuk yolları ve Avrupa İnsan hakları Mahkemesi yolu hala açık, ama avukat Karaman, çok muhtaç durumdaki mağdurların çoğunun, yine de ‘ne verilirse kabul ettiği’ni söylüyor.
5233 sayılı yas terör ve terörle mücadele nedeniyle ailelerinden birini kaybedenlere de sabit bir tazminat öngörmüş. Memur kat sayısına göre hesaplanan bu miktar, bu yıl 16 bin YTL. 1998’de yayınlanan TBMM komisyonu raporu, zorunlu göçü ‘en uzun süreli ve kapsamlı hak ihlali’ diye tarif etmiş ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti.