15 Ağustos 2005 Pazartesi

PAZARTESİ: LONDRA'DAN BOMBA GÜNLÜĞÜ VE BAĞDAT'A SELAM



TEMMUZ AĞUSTOS 2005


Londra dan bomba günlüğü ve Bağdat'a selam
Geçen hafta İngiltere merkezli bağımsız bir araştırma grubu açıkladı: Irak'ta işgalin başladığı
2003 Mart'ından bu yana her gün ortalama otuz dört sivil öliyormuş. Öldürülen her dört sivilden üçünü Amerikalılar öldürüyormuş. Amerikan ve İngiliz askeri makamları Irak'ta ölen sivillerin hesabını tutmuyormuş. Irak makamları da sadece direnişçilerin öldürdüğü sivilleri sayıyormuş.
Ama ateş düştüğü yeri yakıyor işte. Londra'daki bombalarla canlarını kaybe- den herkesi bir bir resimlerinden, annelerinin, babalarının, arkadaşlarının anlattıklarından tanıyoruz artık. Hangi okula gideceklerdi, ne zaman evleneceklerdi, nasıl ailenin gözbebeğiydiler, iş yerinde nasıl sevilip sayılıyorlardı. Aileden biri gibi oldular artık. Bazı gazeteler hâlâ her gün ilk bomba serisinde ölenleri tek tek tanıtan yazılar yayımlıyor.
Bakıyorum resimlere tek tek. Benim gibi, bu şehirdeki birçok can dostum gibi öylesine Londralı yüzler. Hepimiz ola- bilirdik diye tüylerim ürperiyor. Telaşla birbirimizi aramıştık o gün. Neyse ki herkes tamamdı. Ama birileri eve dön- memiş telefonlara cevap vermemişti. Televizyonda en büyük ve en sevgili oğlunun manasız ölümüne isyan eden Karayip asıllı İngiliz anneyle beraber ben de ağlıyorum, sönen umutlara, ziyan olan hayatlara.
Burada kayıplar isim isim, resim resim, öykü öykü sayılıyor.
Geçen gün savaş karşıtı gruplar bir eylem yapıp, Londra'daki saldırılarda ölenlerle beraber, Irak'ta ölenlerin isim- lerini de okudular bir meydanda. Küçük bir kısmını tabii.

Her ne kadar ateş düştüğü yeri yakarsa da, Londra ile beraber hep Bağdat'ı hatırlayan, bu kentin iki yılı aşkın zamandır her gün bir 7 Temmuz yaşadığını ve bunun kıyaslanamaz korkunçluğunu fark edenler de var.
Uzun bekleyiş
Ve Allah'tan Londralılar kendilerine neyin çarptığını biliyor. İngiltere'de insanlar, Başbakan Tony Blair'in, George Bush ve onun dünyayı fethetme politikalarının peşine takılmasından bu yana hedef olacaklarını biliyorlar ve bekliyorlardı. Onun için kimse 11 Eylül 2001 'de birçok Amerikalının yaptığı gibi "niçin bize saldırılıyor, ne oluyor" gibi sorular sormadı o gün.
Bir tek niçin bu kadar gecikti diye soru- labilirdi. Belki de İngiliz kamuoyunun çoğunluğunun Irak savaşına karşı oluşu ve bunu gayet yüksek sesle ifade etmesiydi bunca zamandır beklenen bu
saldırıların bu kadar gecikmesinin nedeni kim bilir...
Onun için Başbakan "bu saldırıların Irak'la hiç bir ilgisi yok" dediğinde, onu fazla ciddiye alan olmadı.

Korku
İki hafta arayla ikinci tur bombalar. Çok korkuyorum. Yok, bombalardan değil o kadar.
Biraz ürkünç tabii. İnsan trene ya da otobüse binince ister istemez etrafındak- ilerin tipini inceleyip az sonra bizlerle birlikte havaya uçmaya hazırlanan biri var mı diye kolaçan ediyor.

Tehlike ortamına, hatta tesadüfen yaşıyor olma duygusuna hiç yabancı sayılmam geldiğim ülke itibariyle. Ama çok korkutucu başka şeyler oluyor. Kabul gören değerler, davranışlar, ortak akıl ve sağduyu ölçütleri değişiyor ve tıpkı bir kâbusta olduğu gibi sanki kimse farkında değil. Çığlık atmaya çalışıyor- sunuz, sesiniz çıkmıyor.
Milliyetçiliği sevmem oldum olası. Dünyanın bu taraflarında milliyetçiliğin epeydir en popüler nefret objesi "Müslüman göçmen"ler. Hem bu ülkeye dışardan geldiği için hem de görünüş, dil, din, kültür, her bakımdan çok farklı olduğu için harika bir düşman malzeme- si oluşturuyor. Bu eğilim 11 Eylül son- rası ortamda iyice tırmanış kaydetti ve İngiltere'deki Müslümanların önemli bir kısmını son yıllarda İngiliz sol muhale- fetiyle ittifaka ve hatta ortak eylemliliğe zorladı.

Mecburi Hareketler
Londra saldırılarının ilk doğrudan sonu- cu medyanın ve siyasetçilerin önemli bir kısmının şöyle bir durup Müslümanlara kuşkuyla bakması oldu. Suçlayıcı sessiz- likten paniğe kapılan adamcağızlar hemen telaşla, sağa sola bakıp, daha saldırının failleri belli olmadan kınamalar yayınlamaya başladı. Ama kurtulamadılar.
Bütün televizyonlar, radyolar, İngiltere'de yaşayan Müslümanların örgütlerini, liderlerini aramaya ve "bakın Müslüman ama kınıyor" , ya da "bakın Müslüman ama o da yakınını kaybetti" türünden, Müslümanları anlaşılmaz bir
5 Pazartesi Temmuz - Ağustos 2005
yaratık türü gibi yabancılaştıran haberler yapmaya girişti.
Murat Belge bir zamanlar Kürt sorunu ile ilgili bir söz söylemek isteyen herkesin, söyleyeceği şey ne olursa olsun, söze, "teröre ben herkesten çok karşıyım ama" gibisinden bir girizgahla başlamak zorunda olduğunu yazmış, bunu bazı spor yarışmalarındaki 'mecburi hareketler'e benzetmişti.

Bu da onun gibi. Sokaklarda fikri soru- lan Müslüman vatandaşlar bile "Müslümanım ama bu haince saldırıları kınıyorum" diye başlıyor söze. Çünkü öyle başlamazsa, söyleyeceği söze güve- nilmeyecek, yanlış anlaşılacak. Ama böyle yapmakla da ng kadar doğru anlaşılıyor o da belli değil. Geçende Tony Blair işi iyice ileri götürüp, Müslümanlara, "içinizdeki El Kaf&e
sömürgelerinden gelmiş, iki üç kuşaktır bu ülkede yaşayan İngiltereli Müslümanlar ne yapsınlar, fazla bir şey diyemiyorlar. Irkçı hareketlerin ve polis operasyonlarının hedefi haline gelme, işini, gücünü, itibarını, her şeyini kay- betme korkusu içinde bu nefret ve suçla- ma dalgasının geçmesini bekliyorlar. Ve mecburi hareketleri sabırla sürdürüyor- lar.
Fakat son günlerde, "ülkendeki medreseleri kapat", "onu bunu tutukla", "ne yap yap bul bize onları" türünden taleplerden bunalmış olmalı ki, "batı koalisyonunun İslam dünyasındaki değerli müttefiki" Pervez Müşerref sonunda kendini tutamadı.
O da kendi durduğu yerden Tony Blair'e
bazı hayat dersleri verdi. "İnsan hakları, özgürlük filan diyerek yıllarca kimseye dokunmadılar. Şimdi ektiklerini biçiyor- lar. Önce kendi evlerini düzene soksun- lar."
Kâbus
İkinci tur patlamayan bombalı saldırılar- dan bir gün sonra televizyona yapışmış gelişmeleri izliyorum. Sivil polislerin bir metro istasyonunda birini vurup öldürdüğü söylendi.
Bir görgü tanığı çıkardılar. Adam anlatıyor: "Tren istasyonda duruyordu. Birden bir bağrış çağrış duydum. Sonra Asyalıya benzeyen bir adam vagona daldı. Dalarken sendeledi, ya da itildi. Yere düştü. Silahlı adamlardan biri beş el ateş ederek yerdeki adamı öldürdü. Hayır, vurulan adamın elinde silah falan yoktu." Kaygıyla izliyorum. Adam silahsızken, yere düşmüşken niye vuru- luyor? Bir kelepçe geçirilip tutuk- lasalardı ya, o kadar tehlikeliyse. Bundan sonra işler böyle mi yani? Polisler sivilmiş. Adam ya anlamayıp kendini bazı katiller kovalıyor sanan ilgisiz biriyse?
Kameralar tekrar sunucuya dönüyor. Gülümseyerek yanındaki 'terör uzmanı'na dönüyor kadın. "Kamuoyunun polisten beklediği türden kararlı bir operasyona mı tanık oluyoruz sizce?" diyor, inanabiliyor musunuz? Bu bir kâbus!


Katil kim?
Benim gibi polisiye öykü meraklıları bilir. Bir cinayet işlendiğinde usta bir dedektif, sigara izmaritlerindeki ruj izlerini falan bir kenara bırakıp önce şu soruyu sorar: Bundan kim çıkar sağlıyor? Ama bunun yanıtı basit değil bu olayda. Eylemi yapanlar artık aramızda olmadıklarından, en azından bu dünya- da bir fayda edinemeyeceklerini söyleyebiliriz rahatça. Radikal bir örgüt üstlenmiş saldırıyı internette. Eh belki sınırlı bir fayda elde ederler.
"Ne biçim vurduk kalbinden işgalcileri ve haçlıları" filan diyerek prestij kazanıp taraftar toplayabilirler. Gene de işgali, milyonlarla sokağa dökülerek protesto etmiş bir şehrin insanını vurmakla moral bir üstünlük kazanabileceklerini ve kitle- sel destek sağlayabileceklerini

düşünmek zor. Ama saldırıların mesela İngiltere'deki yabancı ve göçmen düşmanlarına, ırkçılara güzel siyasi malzeme verdiğine hiç kuşku yok. Irkçı Britanya Milliyetçi Partisi şimdiden, bombalanan otobüsünün resmiyle ırkçı propaganda bildirileri dağıtmaya başladı mesela. Bu partiye verilen destek son yıllarda büyük hızla artıyor. İngiltere'nin çeşitli yerlerinde camiler, hatta bir Hindu tapınağı saldırıya uğradı. Leeds'de ırkçı gruplar Müslüman mahal- lelerinin yakınlarında gövde gösterileri yapmaya başladı.
Saldırılardan güzel siyasi malzeme elde eden bir başkası da Başbakan Tony Blair.
Biri sizi gözetliyor
Blair, saldırılardan önce, mecliste kendi partisi ve bir kısım muhalefet mil- letvekillerinin itirazları yüzünden takıiabileceği düşünülen birçok anti demokratik yasayı şimdi geçirebilecek. Vatandaşlara, tüm bilgilerini içeren elek- tronik kimlik kartları taşıma zorunluluğu getirilmesi mesela. Ya da, 'terörü dolaylı teşvik' etmek gibi her yere çekilebilecek bir suç icat edilmesi. Belki de İngiltere dış politikasını eleştirip, "Irak'ın işgali yanlıştır" ya da "Filistinlilere haksızlık ediliyor" derseniz, terörü dolaylı olarak teşvik etmiş olacaksınız. Hâkimin iki dudağı arasında. Sonra tehlikeli olduğu sanılan kişiler, ülkelerinde can güvenlik- leri olmasa bile artık iade edilebilecek- ler. Polis ve istihbarat örgütleri de kendilerine verilen yetkilerin
artırılmasını istiyormuş gazetelere göre. Mesela polis, Londra olaylarından sonra, şüphelileri, yargıç önüne çıkarmadan üç ay sorgulayabilmek istiyor. İnsaf! Üç ay nerede görülmüş. "Birinin bunlara Kopenhag Kriterlerini hatırlatması gerekiyor," diyeceksiniz belki ama, "tehditle karşı karşıyayım," diyerek ulus- lararası anlaşmalardan muafiyet isterler
o zaman da...
Kısacası bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete denebilir...



6 Pazartesi Temmuz - Ağustos 2005





1 Haziran 2005 Çarşamba

SBFDER.ORG: KÖKLER- 2005 SBF DER PARİS BULUŞMASI ÜZERİNE

 2005 HAZİRAN - SBF DER SİTESİNDEN

1970 li yıllarda omuz omuza yürüyenlere...

http://www.sbfder.org/ayinKonugu007.asp


Paris’de eski dostlarla buluşup yeni dostlardan ayrıldım. İçim ısındı.
Hasan Hüseyin’den heveslenip Paris’i yazmak için niyetlenmişken, bambaşka bir yerlerden başladım. Sonunda Paris’e gelecek konu ama arası epey birikmiş. Ya da ben artık hiç bir şeyi kısa anlatamıyorum.


Farkettiniz mi, insan hep farkında bile olmadan sürekli bir unutma ve hatırlama süreciyle hayatının tam bir fotoğrafını çekme çabasında.

İnsan doğası böyle. Her bir anınızda o anı ve geleceği, ama aynı zamanda geçmişinize dair, bütünlüklü, tam bir resmi görmek istiyorsunuz.

Ben buna insanın, tarihini sürekli olarak yeniden yazma ihtiyacı diyeyim. Tanıkları bulmak ve onlarla bu sözlü tarihi sürekli karşılaştırmak gerekiyor.

Bunu yapamadığınız oranda, ya da tam olarak yazamadığınız tarihiniz büyüdükçe, içinizde de bir boşluk büyüyor.

BOŞLUKLAR

Benim çocukluğum hep oradan oraya taşınarak geçti. İki şehir, üç ilkokul değiştirdim. İlkokul arkadaşlarım ve öğretmenlerim uzak ve dumanlı bir mazi.

Yarı öğrencisi gazeteciler sitesinden, yarısı da arkadaki gecekondulardan gelen, Esentepe’deki Mareşal Fevzi Çakmak ilkokulundan, sınıfın camından hep birlikte evinin buldozerlerle yıkılışını seyrederken gözlerinden ip gibi yaşlar inen kırmızı saçlı çilli Halil ile, şimdi koca koca holding binalarının arz-ı endam ettiği Zincirlikuyu ile Levent arasındaki dutluk ve kırlıklarda bana kuzukulağını, dışı soyulup içi yenen dikenleri tanıtan Berat’a neler olduğunu bilmeliydim oysa.

Ya da daha sonra harçlıklarımızı biriktirip çarşamba günleri beraber Selamiçeşme’deki Şal pastanesinden aldığımız bir kutu pastayla meteorolojinin papatya tarlasında piknik yaptığımız Neslihan ve Jülide’ye.

Altı yılımı geçirdiğim liseden kimseyle bağım yok. Kars oyunları ekibinde eş olarak oynadığımız ilk sevgilim profesyonel ritimci ve dansçı oldu diye biliyorum.

Çanakkale günlerinde Nazım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan metinleri uyarlayarak bütün velileri zarıl zarıl ağlatan can dostu edebiyat öğretmenim Gaye hanım sağmış.

İnternet sağolsun, lise mezunlarının grubunu bulup sordum. Grupta 400’e yakın insane var. Ama hiçbiri beni tanımıyor. “Gene de buluşma günümüze bekleriz Kumru abla” diye yazdı moderatör. 96 mezunuymuş. İçim ezildi.

Neyse ki birlikte ahlak dersini kırıp topluca Arkadaş filmine gittiğimiz 5 Edebiyaz A sınıfının 13 öğrencisinden Baba Ahmet’in Bursa’da otelcilik yaptığını biliyorum. Annemleri tanıyıp bir güzel ağırlamış, bana da selam yollamış.

YAKIN TARİH

Üniversite sınavına hazırlanırken birlikte romantik isyan hayalleri kurduğum ve diyalektik materyalizm ile Anti Dühring’in, ve Ampriyo-kritisizm’in esrarını birlikte çözmeye çalıştığım iki yakın arkadaşımdan birinin izini ha yakaladım, ha yakalayacağım.

Yirmi yıl once rehberden numarasını bulup aramış, hapiste olduğunu öğrenmiştim ağlayan annesinden. Üniversite sınavına girdiğim günü bana babasının koca köstekli demiryolcu saatini vermiş ve kapıda çıkışımı beklemişti, nasıl unuturum?

Aramak da zor iş ama değil mi o kadar yıl sonra? Sevinecek mi korkacak mı? Konuşulacak şey bulunamayıp, karşılıklı susulacak mı? Mecburen kibarlık mı edilecek? İlk ne denecek? Ya gözleri eskisi gibi parlamıyorsa?

İlkokul ve lise arkadaşlarının izini kaybetmek neyse de insan ilk defa yetişkin bir insan olarak, eşini dostunu seçtiği üniversite yıllarından nasıl kopar? Cevap: 78’li olursa…

ANKARA YOLUNDA 

Ankara’ya yataklı tren ile gittim babamla kaydımı yaptırmaya.

Yataklı muhteşemdir, insane harika bir lüks hissi verir. Eski moda bir lüks ama.

Benimle çok gururluydu şimdi anlıyorum. Yataklının restoranında yoğurtlu ıspanaklarımızı yerken, “Sen bizim aileden beşinci Mülkiyeli oluyorsun” dedi.

Bizim aile de Mülkiye gibi devlete yüksek memur yetiştirmiştir hep. Gerçi babam biraz fazla solcu geldi devlete tutmadılar. Ama onun aklı hep orda kaldı. Aslında sağlım bir devletçi olduğu için sosyalist olmuştu biraz da.

16 yaşımdaydım ilkokulda bir sınıf atladığımdan, ve Siyasal ilk tercihimdi. Trendeki yemekten sonra babam Samsun paketini çıkardı. Bir tane kendisi alıp bir de bana uzattı. “ Ben de üniversiteye girdiğimde başlamıştım, yanımda içebilirsin” dedi. Heyecandan nefesim kesilmişti, gizli gizli içtiğimin farkındaydı üstelik. Utanarak içtim.

NE OLUNMALI?

Artık büyümüştüm işte. Önümde iki önemli soru vardı.

Ne olacaktım okuyup? Babam maliyeci olmamı isterdi. İdareye ısınamamıştım. Hesapla aram iyi değildi. En iyisi diplomat olmak belki de diye düşünmüştüm. O zamanlar hem hayatın hem devletin kadınlara bizim evdeki kadar eşit davranmadığının da farkında değildim pek.


Sonra nasıl bir solcu olacaktım. Kendime bir yol seçmem lazımdı.

Şen şatır ve fena halde siyasi bir sülaleden geliyorum. Ya da kabileden.

Çocukluğumda bayramlarda, düğün ve cenazelerde ve Yozgat günlerinde aile biraraya geldiğinde, yenilir, içilir, hop badirik oynanır, şarkılar söylenir ama daima ve ateşle politika konuşulurdu. Sesler giderek yükselip öfkeler kabardığı bir defasında Demokrat Partili yaşlı bir akrabamız, babamı “Dikkat et Arslan ateşle oynuyorsun” diye uyarmıştı. Uyuyamamıştım o gece. Çocuklar herşeyi ciddiye alır.

Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, Çankaya ilçe saymanı olan annem deri ceketi ve kasketiyle meydanlarda seçim konuşmaları yapıyor. Hem çok kararlı bir sosyalist hem de iyi bir hatip olduğu halde çoğu kişinin onu hala boyu posu ve güzelliğiyle hatırlamasına ifrit olur.

Babam ise memur olduğundan üye olamıyor, gizlice teorisyen. Seçim konuşmalarını onun yazdığı söyleniyor. Benim işim ise rozet dağıtmak.

Beş yaşındayken, bildiriler yazmak, eylem planlamak için evimize toplanan abiler ve ablaları üç haneli rakamlarla toplama çıkarma yaparak etkilemeye çalışıyorum. “Yaz bakalım” diyorlar, “Em-per-ya-li-zim”.

Kafatasçıları, Amerikalıları ve Türşkeş'i sevmiyoruz.

Gel zaman git zaman, 12 Mart döneminde İstanbul’dayız artık.

“Sayın muhbir vatandaş” radyodan göreve çağrılıyor. Babam “Doktor yurt dışına kaçtı” diyor, “Mihri tebdil geziyor, sınırdan bir o yana bir bu yana geçiyormuş.

Halit Çelenk gelip gidiyor, davaları anlatıyor. Karagözlüklü sıkıyönetim hakimlerini, Denizleri.. Gözlerimden yaşlar iniyor. Geceleri uykuya dalmadan once onları nasıl hapisten kurtarabileceğimi planlıyorum.

Baskınlar, ev aramaları. Bize kalmaya gelip bana matematik çalıştıran, benimle Amiral Battı oyanyan abiler ve ablaların leblebili bozalar içtiğimiz o kış gecelerinde gidecek başka yerleri yoktu muhtemelen.

Büyüyüp her şerefli yetişkin gibi hapis, sürgün, ve gereği neyse onları yapmaya karar veriyorum.
Fakat heyhat! Ben büyüyene kadar işler karıştı! Her kafadan bir ses çıkıyor.

Yanlış yollara gitmeyelim diye bir kaç arkadaş kafa kafaya verip çalışmaya giriştik. Materyalizm tamam da diyalektiği anlaması zor. Babamın açıklamaları işi daha da karıştırıyor. “Her gün aslında biraz dün, biraz bugün, biraz da yarındır” diyor şevkle. Nasıl yani?

Aylar süren okumalar, tartışmalar, ciltler dolusu sol yayınlar klasiklerinden sonra bazı elemeler yapabilecek duruma geldiğimizi hissediyoruz.

Sovyetikleri pasifist buluyoruz, bir şey yapmaya niyetleri yok. Maoculuk da bizim memlekete uymaz. Küçük halktan kopuk grupların da bir yere gideceği yok. Eh seçenekleri iyice daraltmışız.

Ben Siyasal’ı kazanınca birbirimize söz verdik. Aramızda tartışmadan bir yere katılmaca yok. Ankara’ya gidişimin birinci haftasına bu sözümü çiğnedim.

Bir yıla kalmadan artık diplomatlıkta ya da okumada da gözüm kalmamıştı ne yalan söyleyeyim. Hatta demokratik özerk üniversite mücadelesi falan da kesmezdi beni. Türkiye’de çok yakın bir gelecekte devrim olacaktı. Bu çok kesindi. Çelişkiler iyice keskinleşmişti. İnsanlar öldürülüyor, dövülüyor, şiddet her yeri sarıyor, yoksulluk büyüyordu. Olunacak tek şey vardı:

PROFESYONEL DEVRİMCİ

Kesintisizleri yutmuştum. Babamların kuşağına da artık başka bir gözle bakıyor ve alttan alta küçümsüyordum. Reformcuydu onlar. Kemalisttiler hatta. (O zamanlar solcuların birbirine küfür gibi yakıştırdıkları bu sıfatın, yani Kemalizmin aslında en radikalinden en mıymıntısına bütün Türk sol hareketleri için bir ölçüde geçerli olduğunu düşündüm sonradan.) Onlar konuşmuştu, biz yapacaktık. Bu devleti yıkacak yerine sömürüye dayanmayan yeni bir düzen kuracaktık.

Babam, her ne kadar “gelmezler yavrum” diyorsa da halk bizim arkamızdaydı. Gecekondulardan binlerce kişiyi Kızılay’a indirmiyor muyduk?

Ya ordu? Pek düşünmemişiz. Hatta o hiç bir zaman itiraf etmeyeceğimiz Kemalist damarımız içten içe nasıl CHP ye kanımızı kaynatıyorsa, gizli gizli askerin de hiç bir zaman polis gibi olamayacağını fısıldıyordu. Yaşayarak öğrenmek gibisi yok.

ENTLER VE İSİMLERİMİZ


Sevgili arkadaşlar,
Çok sevdiğim bir kitap var. Yüzüklerin Efendisi. Çocuk kitabı deyip geçmeyin sakın. Bağlılık, dostluk, fedakarlık, sevgi, hayat, evren ve varoluş hakkında çok düşündürür insanı.

O kitapta çok bilge ve yaşlı ağaçlar var. Yürüyebilen ağaçlar. Ya da sıradan ağaçların çobanlarıdır bunlar.

Birine ismini sorarlar. “Mmmmmmm” der, “Çok uzun sürer, şimdi anlaşmaya vakit yok".

Çünkü o dilde birinin ismi, onun hakkındaki herşeydir, onun öyküsüdür.

Ben de adımı söylemeye devam edeceğim. Ne uzunmuş ben de bilmiyordum. Üstelik dağınık da.

Adlarımızdan bir dönemin hikayesi çıkacak.

Kumru Başer
Haziran, 2005

5 Haziran 1997 Perşembe

BİRİKİM DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZILAR 1997-2001

 BİRİKİM DERGİSİNDEKİ YAZILAR:

http://www.birikimdergisi.com/birikim/kisi.aspx?kid=2349

SAYI 147 : TEMMUZ 2001  "Yeni Sol" ile Eskisi Arasında Devamlılık ve Kopuş

SAYI 134-135: HAZİRAN 2000  TürkiyE, Kürt Sorununun Geleceği ve Uluslararası Faktörlere Karamsar Bir Bakış

SAYI 111-112: TEMMUZ 1998 Kuzey İrlanda: Üçüncü Olasılık

SAYI 98: HAZİRAN 1997  İngiltere'de Seçimler: Zafer Kimin



İngiltere'de Seçimler: Zafer Kimin

İngiliz ya da daha doğrusu Britanyalı seçmen 1 Mayıs genel seçimlerinde, beklendiği üzere artık başına “yeni” sıfatı eklenen İşçi Partisi’ni eşi menendi görülmemiş bir çoğunlukla tam 179 milletvekili farkla iktidara getirdi.

Öyle ki İşçi Partisi milletvekilleri iktidar partisi için ayrılmış sıralara sığmıyor parlamentoda. Seçmen öte yandan dört kere üst üste seçip 18 yıl başta tuttuğu Muhafazakâr Parti’yi de, ülkenin seçim tarihinde görülmemiş bir hezimetle beş yıl için Majestelerinin muhalefeti ilân etti. Bu durumda kaçınılmaz olarak “demokrasinin beşiğinde” seçmenin niye bunu böyle yaptığını anlayıp dersler çıkarmak ihtiyacı doğdu. Ama tabiî nereden bakıldığına bağlı olarak getirilen yorumlar da farklılaştı. Basitçe sıralamak gerekirse, (a) Halk solun ve sosyalist politikaların sağın politikalarından daha iyi olduğunu sonunda anladı. Sol zafer kazandı. (b) Bu aslında Muhafazakârların zaferi. Seçimi kaybettiler ama ideolojik olarak kazandılar ve İşçi Partisi ancak sağa kayıp onlara benzeyerek seçim kazanabildi. (c) Britanyalılar Muhafazakârlardan el aman deyip “alma mazlumun ahını, çıkar 18 senede” demiş oldu. (d) Seçmen “demokrasilerde tebdil-i iktidarda ferahlık vardır” dedi.

Ben (d)’yi hemen dışlıyorum. Çünkü Muhafazakâr Parti’nin niçin dört kere üst üste seçildiğini açıklamıyor. Bence İngiltere’de seçmenin niçin İşçi Partisi’ni iktidara getirdiği sorusunun yanıtı esasen (b) ama aynı zamanda (c) şıkları. Bu durumda (a) da otomatik olarak reddedilmiş oluyor.
MUHAFAZAKÂRLARIN
ZAFERİ
Muhafazakâr Parti seçim kampanyası boyunca, seçmene, “İşçi Partisi bizim politikalarımıza sahip çıkıyor. Aslı varken niçin taklidini seçiyorsunuz?” diye soruyordu. Bu sorudaki gücenikliği ve haklılığı anlamak mümkün. Çünkü gerçekten İşçi Partisi 1979’da iktidarı kaybeden parti değil artık. Kimilerine göre modernleşti, kimilerine göre sağa kaydı. Ama artık sendikalar tarafından kurulan ve politikalarına onlar tarafından yön verilen, temel üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olmasını ilke edinen bu nedenle özelleştirmelere karşı çıkan, refah devletinin bekçisi İşçi Partisi tarih oldu. İşçi Partisi’nin geçirdiği bu değişimin temelinde ise bizzat, 1979’da Margareth Thatcher liderliğinde iktidara gelip, orada 18 yıl oturan “Yeni” Muhafazakâr Parti’nin İngiltere’nin ekonomik, sosyal yapısını ve dolayısıyla da siyasî haritasını yeni baştan çizmesi yatıyor. Kısacası Muhafazakâr Parti iktidarı İngiltere’yi, muhalefetini ancak kendisine benzeyerek var olabileceği bir noktaya getirerek önemli bir ideolojik zafer kazanmış oldu. Ama bu dönüşümü yaratırken, fazla ileri gittiği de seçmenin 1 Mayıs seçimlerinde indirdiği tokadın ağırlığından belli oluyor. Muhafazakârlar sadece seçimi kaybetmediler. Tarihlerinin en büyük yenilgisini aldılar.
DEMİR LADY’DEN
SONRA OLANLAR
Margareth Thatcher 1979’da İngiltere tarihinin ilk kadın başbakanı olduğunda, tarihe bu özelliğiyle adını yazdıracağı düşünüldüyse de pek hata edildiği kısa sürede anlaşıldı.
Thatcher özellikle iki dünya savaşının getirdiği yıkımın ardından bir toplumsal uzlaşma olarak köklenen refah devletine büyük darbeler indirdi. Sosyal hizmetler için ayrılan fonlar kısılır ve hizmetler giderek kötüleşirken, sosyal güvenlik ödemelerinin kısılması için adımlar atıldı. Emeklilere, işsizlere, çocuklara, tek başına çocuk büyütenlere, özürlülere, yaşlılara, mültecilere kısacası en zayıf durumdaki kesimlere yönelik sosyal güvenlik ödemeleri ya da yardımlar tırpanlandı. Son yıllarda sayısında düşüş olmakla birlikte ülkede halen 2 milyonu aşkın işsiz var. Bunların içinde sürekli işsizlerin oranı ücretlerdeki genel düşüş nedeniyle arttı. Thatcher ve sonrasında Muhafazakârlar, çalışanların haklarını düzenleyen Avrupa Birliği Sosyal Sözleşmesini dahi sanayiye zarar vereceği gerekçesiyle imzalamadılar. Kamu harcamaları kısılırken vergiler bari artmasaydı. Onlar da arttı.
Yoksulluk, işsizlik ve sefalet arttı. Toplumsal uçurumlar büyüdü. Bir araştırmaya göre bundan 18 yıl önce toplumun en düşük gelirli yüzde onluk bölümü millî gelirin yüzde dördünü alırken, bugün bu oran yüzde ikibuçuğa düşmüş. Öte yandan en zengin yüzde onluk kesim Muhafazakârlar iktidara geldiğinde millî gelirin yüzde yirmisini alırken, şimdi yüzde yirmialtısını alır olmuşlar.
Gelir dağılımı bozulup yoksulluk artsa da işveren çevreleri memnundu. Ücret artışları ve kamu harcamaları aşağı çekilerek enflasyon düşürülmüş, ekonomi canlanmış kârlar büyümüştü. Bu memnuniyet ve servetler bir başka adımla daha da büyüdü: Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi. Çelik işletmesi, Elektrik, Su, Havayolları, Havagazı işletmesi, demiryolları, metrolar ve daha birçok kamu işletmesi özelleştirildi. Büyük kârlar edinildi.
Bütün bunlar olurken Thatcher, muhaliflerini de iyice ezerek, karşıt sesleri minimuma indirdi. İşçi sendikalarının kurduğu ve gücünü doğrudan onlardan alan muhalefet İşçi Partisi’ne ve bu arada tabiî genel olarak işçilere çok büyük darbeler indirip, hareketsiz hale getirdi.
Bunu kısa vadede, sendikal hakları inanılmaz bir hızla ortadan kaldırarak ve sendikaların üzerine en sert şekilde gidip, bellerini kırarak yaptı. İngiliz madencilerin dünya sendikal mücadeleler tarihine geçen grevini kırmak için İstihbarat teşkilatının bile devreye sokulduğu, sendikanın içeriden bölünmesi dışarıdan yıpratılması için MI 5’in faaliyette bulunduğu sonradan ortaya çıktı. Madenlerin verimsiz denilerek hızla kapatılmasıyla maden işçilerinin sayısı yüzbinlerden onbinlere düşerken, en güçlü sendikalardan biri eridi. Bu genel olarak sendika saflarında moral çöküntü, toplu pazarlık ve grevin etkinliğinin kırılması ve sendikalı işçi sayısında düşüş şeklinde neticelendi. İş güvencesi zedelendi, işçi ücretlerinde artışlar dondu kaldı. Sendikalar kamuoyunun gözünde meşrû ve demokrasinin olmazsa olmaz parçalarından biri iken, toplumsal huzursuzluğun, partizanlığın, hattâ ekonomik krizlerin baş müsebbibi ilân edildiler.
Muhafazakârlar uzun vadede ise Türkiye’de köşe dönmecilik ya da Özalcılık diye literatüre geçmiş olan ideolojik ortamı yaratarak, konut ve ipotekle kredi konusundaki düzenlemelerle milyonlarca işçiyi mülk sahibi kılarak, sosyal devletin erimesini, toplumsal uçurumların artmasını, yükselme, zengin olma umutlarıyla ikâme etti. Bu umutları gerçekleşen küçük bir kesim de oldu tabiî. 20-25 yaşlarında milyonlarla oynayan borsa simsarları, aracılar, spekülatörler, özelleştirilen kamu işletmelerine astronomik maaşlarla genel müdür olan eski bürokratlar gibi. Artık eski İngiltere gibi zengin ve önemli olmak için zengin ve soylu doğmak gerekmiyordu. Ekonomik düzeyde bunu üretime yönelik sanayiin payının giderek küçülmesi, hizmet sektörünün hızla büyümesi tamamladı. Ülkenin ekonomik ve sosyal yapısı değişmiş, madenlerde ve fabrikalarda çalışan milyonlarca işçi erimiş onların yerini mülk sahibi, çoğu hizmet sektöründe çalışan ve fırsatlar toplumunun nimetlerinden yararlanmaya istekli orta direk almıştı.
İŞÇİ PARTİSİ’NİN
UZUN YÜRÜYÜŞÜ
Bütün bu köklü dönüşüm sürecinde İşçi Partisi de kendisini bugünlere getiren uzun yürüyüşüne başladı. 1979’da iktidarı Muhafazakârlara kaybeden İşçi Partisi önce, Michael Foot liderliğinde yeni ve radikal sağ karşısında daha kararlı ve sert bir sol çizgi ile muhalefete girişti. Sosyal devlet, temel üretim araçlarının kamu mülkiyeti gibi zaten kuruluşunda kabul ettiği temel ilkelere dış politikada tek yanlı nükleer silahsızlanmayı ekledi. 1983’te ilân ettiği sol seçim manifestosu bazı partililerce “tarihin en uzun intihar mektubu” diye yorumlandı. Çünkü İngiltere’de kamuoyu Muhafazakârların çizdiği yeni ve harikûlade fırsatlarla dolu parlak gelecek tablosuna iyice kapılmış ama faturasını da henüz görmemişti.
1983 seçim yenilgisinden sonra partinin yeni lideri Neil Kinnock, parti içindeki sol kanatla hesaplaşmaya girişti. Tüzük ve kuruluş ilkelerinde sol söylemi değiştirmeye yönelik adımları atmaya başladı. Ancak İşçi Partisi’ni tam bir iç kargaşaya sürükleyen ve parçalanmanın eşiğine getiren bu hesaplaşma partinin 1987 seçimlerini de kaybetmesine yol açtı. Ama modernleşme ya da sağa kayış artık geri dönmemek üzere başlamıştı. Partinin kurucusu ve efendisi güçlü işçi sendikaları, partinin karar süreçlerinde kâğıt üzerinde hâlâ sahip oldukları ağırlığın zeminini oluşturan ekonomik ve siyasî güçlerini yitirdiler. 1992 seçimlerinde parti, değiştiğini ve nasıl değiştiğini henüz kendisine ve kamuoyuna net bir şekilde anlatamadı ve Muhafazakârların acımasız sosyal politikalarının acısı çıkmaya başladığı halde yeni sağın ideolojik zaferi sürüyordu ve soldan ödü patlar hale getirilen seçmen, “hâlâ soldalar da oy toplamak için değiştik diyorlar” diyerek İşçi Partisi’ni iktidara getirmedi.
1992’de yeni lider John Smith ve onun 1994’teki ani ölümü ardından yerini alan genç ve çevik lider Tony Blair değişim sürecinin adını koydular. Partinin tüzüğü temelden değiştirilerek, sendikalara, artık partinin efendisi olmadıkları hâlâ anlamamış olabilirler diye açıkça bildirildi. “Yeni” İşçi Partisi’nin, işçilerin değil, herkesin, orta sınıfların ve iş çevrelerinin de partisidir denildi. Parti politikalarına daha bir açıklık getirdi ve seçmen bu kez ikna oldu. Yalnız orta sınıf da değil, Thatcher’in milyonerleri diye bilinen yeni zenginler bile seçim öncesinde tek tek saf değiştirip, esasen mevcut ekonomik politikalarda çok köklü bir değişiklik yapmayacak, ama daha sevimli ve çağdaş görünümlü ve insancıl yüzlü İşçi Partisi’ni tercih ettiklerini ilân ettiler.
SOLUN ZAFERİ DEĞİL
Sol”dan ne anlaşıldığı kişiye göre değişir ama kuruluşunda sosyalizmi ilke edinmiş İngiliz İşçi Partisi’nin artık bırakın sosyalizm, marşı Kızıl Bayrak, ya da sembolü kızıl gül ile, adıyla bile alakası yok. İktidar olmak için Muhafazakâr Parti’nin 18 yılda dönüştürdüğü İngiltere’ye geldiği noktadan bakarak geriye dönülemeyeceğini kabulleniyor ve yeni sahada yeni kurallarla oynamaya başlıyor. Yeni sağın artık seçmenin belkemiğini oluşturan orta sınıflara çok cazip gelen, girişimci, bireyci ve kapitalist değerleri yücelten ideolojisini coşkuyla benimseyip, buna karşılık, sosyal devletin alelacele ve acımasızca eritilmesinin açtığı derin toplumsal yaralara merhem vaadederek Muhafazakârların kaybettiği puanları topluyor.
Ama İşçi Partisi refah devletinin eski haline getirmeyi hedeflemiyor. Vergilerle kaynak yaratıp, kamu harcamalarını genişletme yoluna gitmiyor. Programına göre İşçi Partisi iktidarı sosyal yardımları, emekli maaşlarını, işsizlik parası ve diğer sosyal ödemeleri arttırmayacak, eğitim ve sağlık bütçelerini genişletmeyecek, çevre koruma için ek bütçe koymayacak. Ama örneğin özel sektörü bu alanlarda gönüllü ya da zorunlu katkıda bulunmaya zorlayarak, sosyal sorunların çözümüne sermayeyi ortak etmeyi teşvik edecek. Vergileri arttırmayacak, ama yüksek gelir grupları aleyhine vergi muafiyetleriyle oynayarak, daha adil bir vergi sistemi arayacak. Kuruluş ilkelerinden “temel üretim araçlarının kamu mülkiyetinde” olmasından vazgeçtiğinden, özelleştirilen kamu işletmelerini yeniden devletleştirmeyecek. Ama bu işletmeleri satın alarak büyük kârlar elde eden özel işletmelere, bir defalık özel bir vergi koyacak. Bunu işsizlikle mücadele fonuna aktaracak. Sosyal harcamaları işsizliği düşürerek azaltmayı hedefleyecek.
Ekonomik politikalarını Muhafazakârların daha insanî bir versiyonu olmakla sınırlayan İşçi Partisi siyasî planda ise daha büyük esnekliğe sahip. Daha toplumcu, daha insanî, daha hayırsever ve daha içten, daha özgürlükçü, daha liberal bir parti olduğunu sergilemeye yönelik bir dizi yasal ve anayasal adımın hazırlıkları içinde. Asgari ücret uygulaması konacak, İskoçya ve Galler’e belirli sınırlar içinde özerklik verilecek. İngiliz kuvvetleri Kuzey İrlanda’dan çekilmeyecek, ama IRA’nın siyasî kanadı Sinn Fein’le doğrudan görüşmeler yapılacak. Ceza ve infaz yasalarında, sendikal hakları düzenleyen yasalarda, göçmen yasalarında insanî değişiklikler yapılacak. Dış yardım konusunda insanî kriterler öne çıkacak. Avrupa’da çalışanların haklarını düzenleyen Avrupa Birliği sosyal sözleşmesi imzalanacak.
Muhafazakârlardan daha demokratik, daha “çağdaş”, modern ve eşitlikçi bir parti imajı çizen İşçi Partisi, sembolik adımlarla bir de tarz yaratacak. Buna başladı bile. Kabine üyeleri birbirlerine ilk isimleriyle hitabedecekler, avam kamarasının genel kurul salonu yüzlerce yıllık şeklini değiştirecek, bir süre sonra Lordlar Kamarası’nı lağvedilmesi de gündeme gelecek. Modernlik imajı mecliste sayıları iki katına çıkan İşçi Partili kadın milletvekili, siyah ve Asyalı milletvekilleri, eşcinsel milletvekilleri ile de güçleniyor.
FENA MI OLDU YANİ?
Daha iyi olabilirdi. Çok büyük bir farkla seçimi kazanan İşçi Partisi, 18 yılda açılmış yaraları çok daha iyi sarabilecek,  ekonomik ve sosyal politikalarla gelse de belli ki seçimi kazanacaktı bu sefer. Belki en yakın rakibini 179 milletvekili geride bırakarak değil ve belki de bu kadar geniş kesimlerin desteğini alarak değil ama kazanacaktı. Örneğin vergi koyarak kaynak yaratması için kamuoyu yoklamalarına göre halkın yüzde yetmişinin onayı vardı. Ama olmadı. Dört seçim kaybeden ve beşinciyi kaybetmemeye yemin eden İşçi Partisi değişeceğim derken ekonomik ve sosyal politikaları konusunda kantarın topuzunu iyice sağa kaçırdı. Ve daha önce kendi sağında olan üçüncü parti Liberal Demokratların bile sağına düştü. Öyle ki, seçime doğru yapılan anketlerde, seçmenlerin büyük çoğunluğunun İşçi Partisi ile Muhafazakâr Partinin politikalarını ayırdedemediği ortaya çıktı.
Partilerin programlarının birbirine fazlaca yakınlaşması ve sağın solun belli olmaması tabiî siyasetin tadını tuzunu kaçırıyor ama, yine de ne yalan söylemeli, Muhafazakârların sille tokat kaybettikleri ve ne de olsa bir zamanlar bir yerinden sendikacılığa ve solculuğa bulaşmış 300’ü aşkın adam ve tam 103 kadın milletvekilinin onlardan boşalan koltuklara oturdukları bir seçim izlemek çok büyük bir zevkti. İşçi Partisi’nin siyasetini beğenmek kolay değil ama, ben Türkiye için yazılmış da olsa “çelişkiler keskinleşsin diye böyle mi geçsin ömrüm” şarkısının ana fikrine katılıyorum. Evet sonuçta İşçi Partisi’nin seçim zaferi “sosyalistlerin” ya da “sol”un zaferi olmaktan çok, İngiltere’yi artık sosyalistlerin sosyalist olarak seçimle iktidara gelemeyeceği bir ülke haline getiren Muhafazakârların zaferi. (Zaten ilginçtir İngiltere’de iktidar sadece seçim yoluyla değişebiliyor.) Ama İngiliz seçmenin bekleyip bekleyip de Muhafazakârlara indirdiği bu ağır yumruk, sağın piyasa ekonomisinin acımasızlığını çok ileriye götürdüğü mesajını da pek güzel verdi.
İngiltere, adı İşçi Partisi de olsa artık işçilerin kurduğu parti tarafından yönetilmeyecek ama en azından uzunca bir süre İngiltere’de ve hattâ onun verdiği ilhamla Fransa, Almanya ve Batı Avrupa ülkeleri ile dünyanın başka köşelerinde Thatcherizm rüzgârlarının yerine Blairizm rüzgârları esecek, esmeye başladı bile. (Fransa’da sadece sosyalistler değil, sağ liberaller de Blair çizgisinde olduklarını söylüyorlar.) Nispeten demokratik, daha insanî, kamusal ve özel çıkar dengelerinin azıcık kamuya doğru esnediği bir kapitalizm aranacak. Solun sağa kayışı şimdi yerini sağın sola kayıyormuş gibi yapmasına bırakacak. Tabiî bir yere kadar.




28 Haziran 1989 Çarşamba

SF KAKTÜS 8. SAYI: KADININ EV İÇİ EMEĞİNE EL KONULMASININ ANLAMI ÜZERİNE




Kadının Ev içi Emeğine El Konulması Anlamı Üzerine

Kumru Başer Londra 28.06.1989

Gülnur'un, 7. sayıda "Kadınların Kurtuluşu Bildirgesinin Düşündürdükleri" başlıklı yazısında başlattığı tartışma beni çok sevindirdi.

Biz de Londra'daki grubumuzda geçtiğimiz aylarda, aynı konularda bir tartışma yürütmüştük. Gündemlerimizin çakışması beni sevindirdi. Ayrıca tartışılanların da temel önemde olduğunu düşünüyorum.

Ben de, Gülnur'dan bir çok noktada farklılaşan düşüncelerimi aktararak bu tartışmaya katılmak istedim.

Bir kere, erkek egemenliğinin, ekonomik temellerinin görülmeyerek, geri bir ideolojinin kalıntısı ya da bir eğitim eksikliği gibi gerekçelere dayandırılmasına ben de karşı çıkıyorum. Ve böyle bir bakışın, aslında, erkek egemenliği ya da patriyarka denilen egemenlik biçimini anlamamanın da ötesinde: tehlikeli sonuçları olduğunu düşünüyorum. Çünkü, böylesi bir mantık, özellikle de maddeci olduklarını söyleyenler tarafından dile getirildiğinde, kadın kurtuluş hareketinin öneminin ve kapsamının azımsanması veya küçümsenmesi ile özdeşleşiyor.

Eksik bir tanımlama ile kaba bir materyalizm de birleştiğinde, bu, erkek egemenliğiyle hiç bir ilişkisi bulunmayan üretim ilişkilerine ait eşitsizlikler ve sömürü ortadan kaldırıldığında, buna bağlı olarak dönüştürülebilecek, ideoloji veya eğitim gibi üst yapısal bir olgu olarak algılanıyor.

Gülnur'un yazısında eksikliğini hissettiğim bir nokta, kadının ev içi emeğinin, açık bir toplumsal-ekonomik tanımını içermemesi.

Erkek egemenliği ya da patriyarkanın maddi temelleri irdelendiğinde, öncelikle kadının emeğinin niteliğinin tahlil edilmesi ve buradan kalkarak, bu emeğe el konuluşunun nasıl bir anlam taşıdığının değerlendirilmesi gerekir bence.

Öncelikle, kadının ev içi emeği (ev dışında çalışan kadının emeğini tamamen tartışma dışı bırakıyorum şimdilik) toplumsal üretimin bir parçası mıdır? Yani bizzatihi bir üretim midir?

"Kadının ev içi emeği üretim sürecine dolaylı bir katkıdır, işgücünün yeniden üretimini sağlar" diyenler var. Bence kadının bu emeği, toplumsal üretimin bir parçasıdır ve üretime doğrudan bir katkıdır.

Kadının ev içi emeğinin ayırıcı özelliklerinden ilki bence, yok sayılmasıdır. "Ev kadını" tanımlaması, "çalışmayan kadın" tanımlamasıyla eş anlamda kullanılarak, kadının emeği, herşeyden önce, ideolojik olarak yok sayılmaktadır.

Kadının evde bir şeyler yaptığı kabul edilse bile, yaptığı şeyler, egemen yargılara göre, "değersiz" ve aşağılanan işler statüsüne girmektedir. Bunun ayrılmaz bir boyutu, yine kadın emeğini, günümüz toplumlarında, işçi emeğinden ayıran temel fark, yani kadının emeğinin piyasa yasalarına tabi olmamasıdır. Yani kadının çalışma saatleri düzenlememiştir. Gece gündüz çalışabilir.

Bu çalışma saatlerinin yapılan istatistiklere göre, dünyada genellikle çalışanlar için öngürülen ortalama çalışma saatlerinin çok üstünde olduğu görülmektedir. Tabii, sigortası, güvencesi, tazminatı, iş riski ödenekleri ve benzerlerinden de yararlanmaz. Ve en temel olarak, emeğine ücret ödenmez.

Gülnur bu noktada, nedense, "kadının geçiminin güvence altına alınmasının, onun emeğinin karşılığı olduğu, dolayısıyla ortada bir el koymanın söz konusu olmadığına "ilişkin erkek tezinden gereğinden fazla etkilenerek, bu teze karşı savunma geliştirmeye ağırlık veriyor.

"Genel anlamda el koyma" şeklinde nitelediği ilişkiyi, kadının, emeğinin denetimine sahip olmaması şeklinde açıyor ki, bu mevcut durumun tanımlanması için çok hafif ve eksik bir tanımlama gibi geliyor bana.

İşçilerin de kendi emekleri üzerinde denetimleri olduğundan söz edilemez büyük ölçüde ama, kadının ev içi emeğinin sömürüsünün farklı bir karakteri var, o da, erkeğin kadının yalnızca işgücünden değil, bedeninden ve onun tüm ürettiklerinden ve sunduklarından da yararlanma hakkına, ayrıca bu beden üzerinde tasarruf hakkına da sahip olması (aile içi ırza geçme ve dayak gibi).

Bütün bunlar da yok sayılan ve bir karşılığı olduğu bile kabul edilmeyen, böylece tümüyle el konulan kadın emeğini, işçi emeğinden çok köle emeğine yakınlaştıran bir özellik.

Yine Gülnur'dan farklılaştığım bir nokta, kadının emeğine bu el koyuşa verdiğim isim: sömürü. Gülnur'un, "sömürü" kavramının kullanılmasına karşı çıkarken söylediklerini ikna edici değil ama karışık ve çelişkili buluyorum.

Kadınların, birbirlerinden çok farklı üretim ilişkileri içinde bulunmaları, yalnızca evde, ya da evde ve tarlada ya da evde ye fabrikada çalışıyor olmaları ya da ev işlerinin bir kısmını başka kadınlara para karşılığı yaptırıyor olmaları, onların tümünün ev içinde harcadıkları emeğe el koyulduğu gerçeğini niye değiştirsin?

Bu farklılıklar yalnızca, farklı kadınların farklı yoğunlukta sömürüye tabi olduklarını gösterir. Sömürü karşılıksız ya da karşılığı tam olarak verilmeden sistematik olarak bir kesimin emeğine el konulması olarak anlaşılırsa, ki sanırım bu kavram en çıplak biçimiyle tam da böyle bir şeyi ifade etmek için icad edilmiştir, o halde, niye kadınların, farklılıklarına rağmen, tümünün emeklerine el konulması sömürü kavramıyla ifade edilemesin?

Bu, sömürü kavramının, sosyalist söylemde kullanılışından bir etkileniş bile olsa böyle algılanamaz. Farklı ülkelerde, farklı renklerde, farklı cinsiyetlerde ve farklı işkollarında çalışan işçilerin maruz kaldıkları sömürü de kadınların maruz kaldıkları sömürü kadar nicel farklılaşmalar gösterebilir.

Tüm bu söylediklerimin ve farklılıklarımın pratik çıkarsamaları da Gülnur'unkinden farklı oluyor doğal olarak.

Ben, kadınlar olarak yıkmayı hedefleyebileceğimiz bir ekonomik/toplumsal ilişki biçiminin varolduğuna inanıyorum. Bu da, günümüzde, kapitalist üretim tarzı ile içiçe geçmiş olan patriyarkal sömürü ilişkileridir.

Yani, üretim araçlarının mülkiyetinin ve denetiminin ve bununla birlikte yaratılan değerlerin sermaye sahiplerinden alınıp herkese maledilmesi değil aynı zamanda tüm bunların erkeklerin de elinden alınıp herkese maledilmesi de gerekir.

20 Eylül 1988 Salı

SF KAKTÜS 3. SAYI: KİMLİKLERİMİZ ÜZERİNE BİR TARTIŞMA

https://dl.dropbox.com/u/28532560/sfkaktus_kimliklerimiz.docx



LONDRA'DAN BİR MEKTUP
Kumru Başer
Merhaba,
Derginizin ilk sayısında yer alan "Biz sosyalist feministiz" başlıklı yazıyla ilgili bir iki sözüm var. Özel olarak bir iki nokta üzerinde duracağım.
Yazının başlarında kafamı karıştıran bir noktadan başlamak istiyorum.
Erkek egemenliğinin tahlilinin yapıldığı ve kökenlerine ilişkin görüşlerin belirtildiği bölümde bir karışıklık var gibi geldi bana. Aslında bu bölümün sonunda erkek egemenliğinin kökeni ne olursa olsun bugün varolan bir olgu olduğu ve bundan sonra buna karşı nasıl mücadele edileceğine bakmak gerektiği söyleniyor.
Ama, bence bu egemenlik biçiminin kökenleri konusunda biraz daha net şeyler söylemek gerek ki, bu belaya karşı verilecek mücadelede alanlar, sloganlar ve hedefler açıklık kazansın.
"Erkeğin üstünlüğünü" biyolojik özelliklerimize bağlayarak varolan durumu değişmez kılmak isteyen anlayışa ben de karşı çıkıyorum.
Yani kadınların ve erkeklerin farklı biyolojik yapılara sahip olması, birinin diğerine "üstünlüğünü" veya baskısını gerektiren, bunu doğal olarak yaratan bir şey olamaz.
Ama bu biyolojik farklılıklar temelinde belirli bir toplumsal zaman ve mekan içinde cinsiyetler arasındaki toplumsal farklılıklar oluşmuştur. Bir başka deyişle, belirli toplumsal koşullarda cinsler arasındaki biyolojik farklılıklar cinsiyetçiliğin temelini oluşturan cinsiyetler arasındaki iş bölümüne yol açmış ve farklı toplumsal roller yüklemiştir cinslere.
Bunu söylemek, yani biyolojik farklılıkların, toplumsal belirlemelerle birlikte belirli koşullarda cinsiyetçiliğin temellerini oluşturduğunu söylemek, açıktır ki, cinsiyetçiliğin temelinde, kadınların ve erkeklerin farklı doğalarının veya biyolojik yapılarının olduğunu söylemekten hayli farklı bir şeydir.
Yani cinsiyetçiliğin erkeğin doğuştan egemen olmaya, yönetmeye yatkın yapısı ve saldırgan doğası ve kadının barışçı ve edilgen yönetmeye yatkın olmayan doğası nedeniyle ortaya çıktığını söylemekle aynı şey değildir. Dolayısıyla da değiştirilemez bir durumu ifade etmez.
Belirli toplumsal durumlarda cinsiyetçiliğin ortaya çıkmasına neden olan bu biyolojik farklılıklar, başka toplumsal durumlarda ve gelişmişlik düzeylerinde aynı şeye neden olmak zorunda değil.
Ancak, bu çok basit şekilde söylemeye çalıştığım şey, cinsiyetçiliğin ortaya çıkışını yalnızca toplumsal bazı etkenlerle açıklayan bir başka görüşten de farklıdır. Ben söz konusu yazıda, böyle bir eğilim farkettim.
"Cinsiyete dayalı işbölümünün, ille de eşitsizlik anlamına gelmediğini söylüyoruz" deniyor.
Daha sonra da bunun sonucu olan doğal önermeye varılıyor: "Çocuk bakımı ve eğitimin toplumsallaştığı koşullarda "cinsiyetçiliğin de ortadan kalkacağı".
Ben burada söylenenlere katılmıyorum. Cinsiyete dayalı işbölümünün varolduğu her durumda, cinsiyetler arasında toplumsal olarak bir farklılık ve farklı toplumsal rolleri üstlenmekten doğan bir eşitsizlik ortaya çıkmış demektir.
Burada aklıma yalnızca, "Evet ama, işler arasında prestij bakımından bir farklılık ortaya çıkmadığı bir dönemde böyle bir işbölümü cinsiyetçi baskıya yol açmaz" gibi bir açıklama geliyor.
İşlerin prestij olarak farklılaşmadığı bir toplum oldu mu, bundan emin değilim. Ama böyle olduğu bile varsayılsa bile, sürekli olarak bir cinsin bir tür, diğer cinsin de başka bir tür işleri yaptığı ve bunun da doğal yapılarının bir gereği sayıldığı bir durumun her iki cins açısından da eşitsizlik yaratan bir şey olduğunu düşünüyorum.
Cinsiyetçiliğin de kökenlerinin tam burada olduğunu sanıyorum. O nedenle de "cinsiyete dayalı işbölümünün eşitsizliğe dönüşmesi, ancak eşitsizliğe dayalı üretim ilişkileriyle birlikte yaşandığında mümkün" değerlendirmesini anlamlı bulmuyorum.
Ekonomik olarak farklı sınıflara bölünmemiş bir toplumda da cinsiyetçilik pekala mümkün olabilir.
Doğru, üretim ilişkilerinin sömürüye dayanmadığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı bir toplumda, cinsiyetçiliğin yokedilmesinin maddi zeminleri oluşur.
Ama, böyle bir toplumda, farklı biyolojik yapıların, en belirgin olarak da doğurganlık olayının niye cinsiyetçiliğin farklı biçimde yeniden üretilmesine yol açamayacağını açıklamak mümkün değil.
Hiçbir sınıfın diğerini ekonomik olarak sömürmediği bir toplumda, özel olmaktan çıkarılıp toplumsallaştırılan belli tür işleri, örneğin çocuk bakımı, temizlik, beslenme gibi işleri, yani "kadın işlerini" kimler yapacaktır? Toplumsallaşan özel ev hizmetlerinin yine kadınlar tarafından yapılmamasının veya başka bir deyişle her iki cinsin de eşit olarak katılacağı işler haline gelmesinin garantisi nedir?
Yazıda söylenilenlerden, Engels'in "Doğal işbölümü"nü sizin de doğal bir işbölümü saydığınız çıkarılabilir.
Böyle bir değerlendirme de, cinsiyetçiliğin kökenlerinin değerlendirilmesinde bir yanlışlığa dolayısıyla da mücadelenin hedeflerinin saptanmasında bir karışıklığa yol açar bence.
Erkek egemenliğinin tarihsel tahlilinde klasik marksist yaklaşımın görmezden gelerek, kadınların kurtuluşunun üretime kitlesel olarak katılmalarında ve özel ev içi hizmetlerinin toplumsallaşmasına mümkün olduğunu söylediği ve feminist tahlillerin parmak bastığı bu noktanın çok önemli olduğunu ve feminist politikaların buralarda farklılaştığını düşünüyorum.
Üzerinde çok kısaca durmak istediğim ikinci bir nokta var. O da yazının "cinsiyetçi sistem" ara başlığı altında yer alan, cinsiyetçi sistemin tarih boyunca hep üretim tarzları ile eklemlenerek varolduğu, tek başına kendi iç dinamikleriyle yaşayan bir sistem olmadığı şeklindeki ifade.
Toplumdaki her türlü ilişki ve çelişkinin son tahlilde (!) üretim tarzı ile bütünlüğü içinde açıklanabildiği doğru tabi.
Ancak bu son derece soyutlama düzeyindeki sözün çok sık kullanılmasının bazı tehlikeleri olduğunu düşünüyorum. Cinsiyetçiliğin kendi iç dinamikleri olmayan bir egemenlik sistemi olduğunu söylemenin pratik olarak kazanabileceği anlamları bir düşünelim.
Her egemenlik sisteminin, bütünleştiği üretim tarzından bağımsız kendi iç dinamikleri vardır. Bu bana çok açık gibi geliyor.
Tıpkı ırklar arasında ayrımcılık veya yaşlıların genç kuşaklara tahakkümü veya ulusların birbirleri üzerindeki baskıları gibi.
Her bir çelişkinin kendi iç dinamiklerini reddetmenin tehlikesi, bir toplumda bir kez sınıf tahlili yaptığınızda, aynı zamanda varolan tüm ilişki ve çelişkileri de açıkladığınızı sanmaktır.
Yazının bütünlüğünden böyle bir anlam çıkmayabilir. Ancak, bazı noktalarda daha hassas olmak gerek diye düşünüyorum.
Biraz da yazının "Sosyalist feminizm"e ilişkin bölümü üzerinde bir şeyler söylemek istiyorum. Bu tanımlama beni özel olarak çok ilgilendiriyor.
Çünkü ben de bir feministim ve bir sosyalistim. Aynı zamanda da anti-emperyalist, anti-faşist, ırkçılık karşıtı, çevre korumacı ve hayvanları korumacı olduğumu da söyleyebilirim.
Toplumsal kimliklerimiz söz konusu olduğunda hepimizin böyle hayli uzun listeler çıkarması mümkün. Tüm bunlar hayatımızın çeşitli alanlarında yaşadığımız ilişki ve çelişkiler karşısında aldığımız tavırları yansıtan toplumsal kimlikler ve hayat kendi içinde tutarlı bütünlüklü ve de şemalar ve formüllerle açıklanabilir bir sistem oluşturmuyor. Belli bazı iç bağları olsa da.
Dolayısıyla niye toplumsal kimliklerimizi tutarlı hale getirmeye çalıştığımızı tam olarak anlayabilmiş değilim. Dahası, bu toplumsal kimliklerimizin niye hepsini değil de ikisini birbirine bağlamaya çalıştığımızı da kavrayamıyorum.
Yine sosyalist feminist tanımlamasına açıklamalar getirilirken, "arı bir feminizm"den tam olarak ne anlaşıldığını bilemiyorum ama bu özelliğin sosyalizmle karşılaştırılması bana biraz tuhaf geldi.
Arı bir sosyalizm mümkün mü acaba, "arı" sözü eğer, tutarlılık, bütünlük veya bir çizgi etrafında toplanabilen bir ideolojiyi ifade ediyorsa?
Feminizmin odak noktasının, cinsler arasındaki egemenlik ilişkisi olduğu söyleniyor, sosyalizm de odağına sınıflar arasındaki çelişkileri koyuyor.
Bana göre, her ikisi de toplumdaki diğer ezilmişlik biçimlerini yadsımamak noktasında bir ortaklık gösteriyor.
Evet, feminizm "kendi mücadele alanına girmeyen diğer egemenlik ilişkileriyle, kendi politik perspektifine girdikleri ölçüde ilgilenir" ama bu bence yazıda sözü edildiği gibi, toplumsal düzeyde bir anayasa oluşturulması ya da bir eğitim sistemi önerilmesi konusunda feministlerin söyleyecekleri sözleri olmadığı anlamına gelmez.
Toplumsal düzeyde yeniden oluşturulacak, ya da değiştirilecek her şey üzerine feministlerin söyleyecekleri sözleri var. Çünkü cinsiyetçilik tüm bu alanlarda her türlü siyasal sistem içinde yeniden örgütlüyor kendisini. Veya tersinden söyleyecek olursak, sosyalizm, tüm toplumsal ilişki ve çelişkileri kavrayacak, açıklayacak ve düzenleyecek bir ulemalar yönetimi olamaz. Herkes adına ve tüm ezilmişlikler adına konuşan birileri olduğunda neler olabileceğinin örnekleri de gözlerimize dikenler gibi her gün batıyor.
Ekonominin, üretim tarzlarının (son tahlilde) tüm düzeyler üzerinde belirleyici rolünün farkında olmak ve tahlillerini buralara oturtmak yani materyalist olmak, bu nedenle de toplumu dönüştürecek dinamiğin üretim ilişkilerini değiştirmekten geçtiğini söylemek, toplumda, bence ayrı ayrı dinamikleri, özneleri ve nesnelerle olan tüm ilişki ve çelişkileri açıklamaya yetmez.
Tüm bunlardan dolayı, feministliğimi ve sosyalistliğimi bir sıfat altında bütünleştirmeyi anlamlı bulmuyorum. Ayrıca böyle bir niteleme bana, asallık-tabilik, birincillik-ikincillik, parça-bütün gibi ikilileri çağrıştırıyor. Tüm toplumsal düzeylerde, alanlarda varolan sistem karşıtlarının, genel olarak ve uzun bir erimde birbirlerini güçlendirdiklerini ve birçok noktada çakıştıklarını düşünmekle beraber, bunlar arasında zaman zaman son derece acımasız çatışmalara yol açabilecek çelişkiler de olabileceğini düşünüyorum. Hele de bu kimlikler birbirlerine dizi dizi bağlandıkları takdirde, ortaya çıkabilecek ivedilikler, önem sıralamaları, içinde bulunulan koşullar ve güçlükler ve de zorunluluklar diye başlayan bir dizi açıklama ile nasıl bazı hayati sorunların hasır altı veya kulak arkası edilebildiği yakın ve uzak tarihten örnekleriyle birbir aklıma geliyor.
Son olarak, bir noktaya daha değinmek istiyorum. Benim cinsiyetçiliğe karşı mücadele programını sosyalist görüşlerim belirlemiyor. Yani bir kadın olarak ezilmişliğimin kökenlerini, içinde yaşadığım çevre, deneyimlerim, yetişme tarzım ve benzeri şeyler bağlamında ele alıyor ve mücadele hedeflerimi belirliyorum. 
Evet toplumdaki diğer ezilmişliklerin farkında olarak, hatta bu ezilmişliklere karşı mücadele ederek de olsa kadın ezilmişliğinin özgünlüğünü kavramak herhalde feminizm. 
Kendini bir türlü feminist olarak tanımlarken, herhalde, diğer türlü feminizmlerden ayrım noktalarının ne olduğunu açıklamak durumunda olmalı kadınlar. Yani mücadele alanları, sloganları, hedefleri ve çalışma biçimleri bakımından diğer türlü feministlerden mesela bu kadar kesin ayrımlar varsa, radikallerden ve eşitlikçilerden farklarını koymalı. 
Eğer, savunulan feminizm, "ne özel alanla ne de kamu alanıyla sınırlı bir mücadele ama her ikisinin anlamlı birlikteliğiyle hem cinsiyetçi kapitalist sisteme hem de tek tek bunun yürütücüsü olan erkeklere karşı mücadele" temeline oturuyorsa, bunu savunmak için kendini sosyalist feminist diye tanımlamak gerekmiyor bence. Bunu söyleyebilecek kişilerin sosyalist olması bile gerekmiyor çünkü.