1998 MART NİSAN ZORUNLU GÖÇ - RADYO SERİSİ : 10 BÖLÜM- BBC TÜRKÇE
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%281of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%282of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%283of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%284of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%285of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%286of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%287of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%288of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%289of10%29.mp3
https://dl.dropbox.com/u/28532560/Zorunlu%20G%C3%B6%C3%A7%20%2810of10%29.mp3
30 Nisan 1998 Perşembe
5 Haziran 1997 Perşembe
BİRİKİM DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZILAR 1997-2001
BİRİKİM DERGİSİNDEKİ YAZILAR:
http://www.birikimdergisi.com/birikim/kisi.aspx?kid=2349
SAYI 147 : TEMMUZ 2001 "Yeni Sol" ile Eskisi Arasında Devamlılık ve Kopuş
SAYI 134-135: HAZİRAN 2000 TürkiyE, Kürt Sorununun Geleceği ve Uluslararası Faktörlere Karamsar Bir Bakış
SAYI 111-112: TEMMUZ 1998 Kuzey İrlanda: Üçüncü Olasılık
SAYI 98: HAZİRAN 1997 İngiltere'de Seçimler: Zafer Kimin
http://www.birikimdergisi.com/birikim/kisi.aspx?kid=2349
SAYI 147 : TEMMUZ 2001 "Yeni Sol" ile Eskisi Arasında Devamlılık ve Kopuş
SAYI 134-135: HAZİRAN 2000 TürkiyE, Kürt Sorununun Geleceği ve Uluslararası Faktörlere Karamsar Bir Bakış
SAYI 111-112: TEMMUZ 1998 Kuzey İrlanda: Üçüncü Olasılık
SAYI 98: HAZİRAN 1997 İngiltere'de Seçimler: Zafer Kimin
İngiltere'de Seçimler: Zafer Kimin
İngiliz
ya da daha doğrusu Britanyalı seçmen 1 Mayıs genel seçimlerinde,
beklendiği üzere artık başına “yeni” sıfatı eklenen İşçi Partisi’ni eşi
menendi görülmemiş bir çoğunlukla tam 179 milletvekili farkla iktidara
getirdi.
Öyle
ki İşçi Partisi milletvekilleri iktidar partisi için ayrılmış sıralara
sığmıyor parlamentoda. Seçmen öte yandan dört kere üst üste seçip 18 yıl
başta tuttuğu Muhafazakâr Parti’yi de, ülkenin seçim tarihinde
görülmemiş bir hezimetle beş yıl için Majestelerinin muhalefeti ilân
etti. Bu durumda kaçınılmaz olarak “demokrasinin beşiğinde” seçmenin
niye bunu böyle yaptığını anlayıp dersler çıkarmak ihtiyacı doğdu. Ama
tabiî nereden bakıldığına bağlı olarak getirilen yorumlar da
farklılaştı. Basitçe sıralamak gerekirse, (a) Halk solun ve sosyalist
politikaların sağın politikalarından daha iyi olduğunu sonunda anladı.
Sol zafer kazandı. (b) Bu aslında Muhafazakârların zaferi. Seçimi
kaybettiler ama ideolojik olarak kazandılar ve İşçi Partisi ancak sağa
kayıp onlara benzeyerek seçim kazanabildi. (c) Britanyalılar
Muhafazakârlardan el aman deyip “alma mazlumun ahını, çıkar 18 senede”
demiş oldu. (d) Seçmen “demokrasilerde tebdil-i iktidarda ferahlık
vardır” dedi.
Ben
(d)’yi hemen dışlıyorum. Çünkü Muhafazakâr Parti’nin niçin dört kere
üst üste seçildiğini açıklamıyor. Bence İngiltere’de seçmenin niçin İşçi
Partisi’ni iktidara getirdiği sorusunun yanıtı esasen (b) ama aynı
zamanda (c) şıkları. Bu durumda (a) da otomatik olarak reddedilmiş
oluyor.
MUHAFAZAKÂRLARIN
ZAFERİ
Muhafazakâr
Parti seçim kampanyası boyunca, seçmene, “İşçi Partisi bizim
politikalarımıza sahip çıkıyor. Aslı varken niçin taklidini
seçiyorsunuz?” diye soruyordu. Bu sorudaki gücenikliği ve haklılığı
anlamak mümkün. Çünkü gerçekten İşçi Partisi 1979’da iktidarı kaybeden
parti değil artık. Kimilerine göre modernleşti, kimilerine göre sağa
kaydı. Ama artık sendikalar tarafından kurulan ve politikalarına onlar
tarafından yön verilen, temel üretim araçlarının kamu mülkiyetinde
olmasını ilke edinen bu nedenle özelleştirmelere karşı çıkan, refah
devletinin bekçisi İşçi Partisi tarih oldu. İşçi Partisi’nin geçirdiği
bu değişimin temelinde ise bizzat, 1979’da Margareth Thatcher
liderliğinde iktidara gelip, orada 18 yıl oturan “Yeni” Muhafazakâr
Parti’nin İngiltere’nin ekonomik, sosyal yapısını ve dolayısıyla da
siyasî haritasını yeni baştan çizmesi yatıyor. Kısacası Muhafazakâr
Parti iktidarı İngiltere’yi, muhalefetini ancak kendisine benzeyerek var
olabileceği bir noktaya getirerek önemli bir ideolojik zafer kazanmış
oldu. Ama bu dönüşümü yaratırken, fazla ileri gittiği de seçmenin 1
Mayıs seçimlerinde indirdiği tokadın ağırlığından belli oluyor.
Muhafazakârlar sadece seçimi kaybetmediler. Tarihlerinin en büyük
yenilgisini aldılar.
DEMİR LADY’DEN
SONRA OLANLAR
Margareth
Thatcher 1979’da İngiltere tarihinin ilk kadın başbakanı olduğunda,
tarihe bu özelliğiyle adını yazdıracağı düşünüldüyse de pek hata
edildiği kısa sürede anlaşıldı.
Thatcher
özellikle iki dünya savaşının getirdiği yıkımın ardından bir toplumsal
uzlaşma olarak köklenen refah devletine büyük darbeler indirdi. Sosyal
hizmetler için ayrılan fonlar kısılır ve hizmetler giderek kötüleşirken,
sosyal güvenlik ödemelerinin kısılması için adımlar atıldı. Emeklilere,
işsizlere, çocuklara, tek başına çocuk büyütenlere, özürlülere,
yaşlılara, mültecilere kısacası en zayıf durumdaki kesimlere yönelik
sosyal güvenlik ödemeleri ya da yardımlar tırpanlandı. Son yıllarda
sayısında düşüş olmakla birlikte ülkede halen 2 milyonu aşkın işsiz var.
Bunların içinde sürekli işsizlerin oranı ücretlerdeki genel düşüş
nedeniyle arttı. Thatcher ve sonrasında Muhafazakârlar, çalışanların
haklarını düzenleyen Avrupa Birliği Sosyal Sözleşmesini dahi sanayiye
zarar vereceği gerekçesiyle imzalamadılar. Kamu harcamaları kısılırken
vergiler bari artmasaydı. Onlar da arttı.
Yoksulluk,
işsizlik ve sefalet arttı. Toplumsal uçurumlar büyüdü. Bir araştırmaya
göre bundan 18 yıl önce toplumun en düşük gelirli yüzde onluk bölümü
millî gelirin yüzde dördünü alırken, bugün bu oran yüzde ikibuçuğa
düşmüş. Öte yandan en zengin yüzde onluk kesim Muhafazakârlar iktidara
geldiğinde millî gelirin yüzde yirmisini alırken, şimdi yüzde
yirmialtısını alır olmuşlar.
Gelir
dağılımı bozulup yoksulluk artsa da işveren çevreleri memnundu. Ücret
artışları ve kamu harcamaları aşağı çekilerek enflasyon düşürülmüş,
ekonomi canlanmış kârlar büyümüştü. Bu memnuniyet ve servetler bir başka
adımla daha da büyüdü: Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi. Çelik
işletmesi, Elektrik, Su, Havayolları, Havagazı işletmesi, demiryolları,
metrolar ve daha birçok kamu işletmesi özelleştirildi. Büyük kârlar
edinildi.
Bütün
bunlar olurken Thatcher, muhaliflerini de iyice ezerek, karşıt sesleri
minimuma indirdi. İşçi sendikalarının kurduğu ve gücünü doğrudan
onlardan alan muhalefet İşçi Partisi’ne ve bu arada tabiî genel olarak
işçilere çok büyük darbeler indirip, hareketsiz hale getirdi.
Bunu
kısa vadede, sendikal hakları inanılmaz bir hızla ortadan kaldırarak ve
sendikaların üzerine en sert şekilde gidip, bellerini kırarak yaptı.
İngiliz madencilerin dünya sendikal mücadeleler tarihine geçen grevini
kırmak için İstihbarat teşkilatının bile devreye sokulduğu, sendikanın
içeriden bölünmesi dışarıdan yıpratılması için MI 5’in faaliyette
bulunduğu sonradan ortaya çıktı. Madenlerin verimsiz denilerek hızla
kapatılmasıyla maden işçilerinin sayısı yüzbinlerden onbinlere düşerken,
en güçlü sendikalardan biri eridi. Bu genel olarak sendika saflarında
moral çöküntü, toplu pazarlık ve grevin etkinliğinin kırılması ve
sendikalı işçi sayısında düşüş şeklinde neticelendi. İş güvencesi
zedelendi, işçi ücretlerinde artışlar dondu kaldı. Sendikalar kamuoyunun
gözünde meşrû ve demokrasinin olmazsa olmaz parçalarından biri iken,
toplumsal huzursuzluğun, partizanlığın, hattâ ekonomik krizlerin baş
müsebbibi ilân edildiler.
Muhafazakârlar
uzun vadede ise Türkiye’de köşe dönmecilik ya da Özalcılık diye
literatüre geçmiş olan ideolojik ortamı yaratarak, konut ve ipotekle
kredi konusundaki düzenlemelerle milyonlarca işçiyi mülk sahibi kılarak,
sosyal devletin erimesini, toplumsal uçurumların artmasını, yükselme,
zengin olma umutlarıyla ikâme etti. Bu umutları gerçekleşen küçük bir
kesim de oldu tabiî. 20-25 yaşlarında milyonlarla oynayan borsa
simsarları, aracılar, spekülatörler, özelleştirilen kamu işletmelerine
astronomik maaşlarla genel müdür olan eski bürokratlar gibi. Artık eski
İngiltere gibi zengin ve önemli olmak için zengin ve soylu doğmak
gerekmiyordu. Ekonomik düzeyde bunu üretime yönelik sanayiin payının
giderek küçülmesi, hizmet sektörünün hızla büyümesi tamamladı. Ülkenin
ekonomik ve sosyal yapısı değişmiş, madenlerde ve fabrikalarda çalışan
milyonlarca işçi erimiş onların yerini mülk sahibi, çoğu hizmet
sektöründe çalışan ve fırsatlar toplumunun nimetlerinden yararlanmaya
istekli orta direk almıştı.
İŞÇİ PARTİSİ’NİN
UZUN YÜRÜYÜŞÜ
Bütün
bu köklü dönüşüm sürecinde İşçi Partisi de kendisini bugünlere getiren
uzun yürüyüşüne başladı. 1979’da iktidarı Muhafazakârlara kaybeden İşçi
Partisi önce, Michael Foot liderliğinde yeni ve radikal sağ karşısında
daha kararlı ve sert bir sol çizgi ile muhalefete girişti. Sosyal
devlet, temel üretim araçlarının kamu mülkiyeti gibi zaten kuruluşunda
kabul ettiği temel ilkelere dış politikada tek yanlı nükleer
silahsızlanmayı ekledi. 1983’te ilân ettiği sol seçim manifestosu bazı
partililerce “tarihin en uzun intihar mektubu” diye yorumlandı. Çünkü
İngiltere’de kamuoyu Muhafazakârların çizdiği yeni ve harikûlade
fırsatlarla dolu parlak gelecek tablosuna iyice kapılmış ama faturasını
da henüz görmemişti.
1983
seçim yenilgisinden sonra partinin yeni lideri Neil Kinnock, parti
içindeki sol kanatla hesaplaşmaya girişti. Tüzük ve kuruluş ilkelerinde
sol söylemi değiştirmeye yönelik adımları atmaya başladı. Ancak İşçi
Partisi’ni tam bir iç kargaşaya sürükleyen ve parçalanmanın eşiğine
getiren bu hesaplaşma partinin 1987 seçimlerini de kaybetmesine yol
açtı. Ama modernleşme ya da sağa kayış artık geri dönmemek üzere
başlamıştı. Partinin kurucusu ve efendisi güçlü işçi sendikaları,
partinin karar süreçlerinde kâğıt üzerinde hâlâ sahip oldukları
ağırlığın zeminini oluşturan ekonomik ve siyasî güçlerini yitirdiler.
1992 seçimlerinde parti, değiştiğini ve nasıl değiştiğini henüz
kendisine ve kamuoyuna net bir şekilde anlatamadı ve Muhafazakârların
acımasız sosyal politikalarının acısı çıkmaya başladığı halde yeni sağın
ideolojik zaferi sürüyordu ve soldan ödü patlar hale getirilen seçmen,
“hâlâ soldalar da oy toplamak için değiştik diyorlar” diyerek İşçi
Partisi’ni iktidara getirmedi.
1992’de
yeni lider John Smith ve onun 1994’teki ani ölümü ardından yerini alan
genç ve çevik lider Tony Blair değişim sürecinin adını koydular.
Partinin tüzüğü temelden değiştirilerek, sendikalara, artık partinin
efendisi olmadıkları hâlâ anlamamış olabilirler diye açıkça bildirildi.
“Yeni” İşçi Partisi’nin, işçilerin değil, herkesin, orta sınıfların ve
iş çevrelerinin de partisidir denildi. Parti politikalarına daha bir
açıklık getirdi ve seçmen bu kez ikna oldu. Yalnız orta sınıf da değil,
Thatcher’in milyonerleri diye bilinen yeni zenginler bile seçim
öncesinde tek tek saf değiştirip, esasen mevcut ekonomik politikalarda
çok köklü bir değişiklik yapmayacak, ama daha sevimli ve çağdaş
görünümlü ve insancıl yüzlü İşçi Partisi’ni tercih ettiklerini ilân
ettiler.
SOLUN ZAFERİ DEĞİL
“Sol”dan
ne anlaşıldığı kişiye göre değişir ama kuruluşunda sosyalizmi ilke
edinmiş İngiliz İşçi Partisi’nin artık bırakın sosyalizm, marşı Kızıl
Bayrak, ya da sembolü kızıl gül ile, adıyla bile alakası yok. İktidar
olmak için Muhafazakâr Parti’nin 18 yılda dönüştürdüğü İngiltere’ye
geldiği noktadan bakarak geriye dönülemeyeceğini kabulleniyor ve yeni
sahada yeni kurallarla oynamaya başlıyor. Yeni sağın artık seçmenin
belkemiğini oluşturan orta sınıflara çok cazip gelen, girişimci, bireyci
ve kapitalist değerleri yücelten ideolojisini coşkuyla benimseyip, buna
karşılık, sosyal devletin alelacele ve acımasızca eritilmesinin açtığı
derin toplumsal yaralara merhem vaadederek Muhafazakârların kaybettiği
puanları topluyor.
Ama
İşçi Partisi refah devletinin eski haline getirmeyi hedeflemiyor.
Vergilerle kaynak yaratıp, kamu harcamalarını genişletme yoluna
gitmiyor. Programına göre İşçi Partisi iktidarı sosyal yardımları,
emekli maaşlarını, işsizlik parası ve diğer sosyal ödemeleri
arttırmayacak, eğitim ve sağlık bütçelerini genişletmeyecek, çevre
koruma için ek bütçe koymayacak. Ama örneğin özel sektörü bu alanlarda
gönüllü ya da zorunlu katkıda bulunmaya zorlayarak, sosyal sorunların
çözümüne sermayeyi ortak etmeyi teşvik edecek. Vergileri arttırmayacak,
ama yüksek gelir grupları aleyhine vergi muafiyetleriyle oynayarak, daha
adil bir vergi sistemi arayacak. Kuruluş ilkelerinden “temel üretim
araçlarının kamu mülkiyetinde” olmasından vazgeçtiğinden, özelleştirilen
kamu işletmelerini yeniden devletleştirmeyecek. Ama bu işletmeleri
satın alarak büyük kârlar elde eden özel işletmelere, bir defalık özel
bir vergi koyacak. Bunu işsizlikle mücadele fonuna aktaracak. Sosyal
harcamaları işsizliği düşürerek azaltmayı hedefleyecek.
Ekonomik
politikalarını Muhafazakârların daha insanî bir versiyonu olmakla
sınırlayan İşçi Partisi siyasî planda ise daha büyük esnekliğe sahip.
Daha toplumcu, daha insanî, daha hayırsever ve daha içten, daha
özgürlükçü, daha liberal bir parti olduğunu sergilemeye yönelik bir dizi
yasal ve anayasal adımın hazırlıkları içinde. Asgari ücret uygulaması
konacak, İskoçya ve Galler’e belirli sınırlar içinde özerklik verilecek.
İngiliz kuvvetleri Kuzey İrlanda’dan çekilmeyecek, ama IRA’nın siyasî
kanadı Sinn Fein’le doğrudan görüşmeler yapılacak. Ceza ve infaz
yasalarında, sendikal hakları düzenleyen yasalarda, göçmen yasalarında
insanî değişiklikler yapılacak. Dış yardım konusunda insanî kriterler
öne çıkacak. Avrupa’da çalışanların haklarını düzenleyen Avrupa Birliği
sosyal sözleşmesi imzalanacak.
Muhafazakârlardan
daha demokratik, daha “çağdaş”, modern ve eşitlikçi bir parti imajı
çizen İşçi Partisi, sembolik adımlarla bir de tarz yaratacak. Buna
başladı bile. Kabine üyeleri birbirlerine ilk isimleriyle
hitabedecekler, avam kamarasının genel kurul salonu yüzlerce yıllık
şeklini değiştirecek, bir süre sonra Lordlar Kamarası’nı lağvedilmesi de
gündeme gelecek. Modernlik imajı mecliste sayıları iki katına çıkan
İşçi Partili kadın milletvekili, siyah ve Asyalı milletvekilleri,
eşcinsel milletvekilleri ile de güçleniyor.
FENA MI OLDU YANİ?
Daha iyi olabilirdi. Çok büyük bir farkla seçimi kazanan İşçi Partisi, 18 yılda açılmış yaraları çok daha iyi sarabilecek, ekonomik
ve sosyal politikalarla gelse de belli ki seçimi kazanacaktı bu sefer.
Belki en yakın rakibini 179 milletvekili geride bırakarak değil ve belki
de bu kadar geniş kesimlerin desteğini alarak değil ama kazanacaktı.
Örneğin vergi koyarak kaynak yaratması için kamuoyu yoklamalarına göre
halkın yüzde yetmişinin onayı vardı. Ama olmadı. Dört seçim kaybeden ve
beşinciyi kaybetmemeye yemin eden İşçi Partisi değişeceğim derken
ekonomik ve sosyal politikaları konusunda kantarın topuzunu iyice sağa
kaçırdı. Ve daha önce kendi sağında olan üçüncü parti Liberal
Demokratların bile sağına düştü. Öyle ki, seçime doğru yapılan
anketlerde, seçmenlerin büyük çoğunluğunun İşçi Partisi ile Muhafazakâr
Partinin politikalarını ayırdedemediği ortaya çıktı.
Partilerin
programlarının birbirine fazlaca yakınlaşması ve sağın solun belli
olmaması tabiî siyasetin tadını tuzunu kaçırıyor ama, yine de ne yalan
söylemeli, Muhafazakârların sille tokat kaybettikleri ve ne de olsa bir
zamanlar bir yerinden sendikacılığa ve solculuğa bulaşmış 300’ü aşkın
adam ve tam 103 kadın milletvekilinin onlardan boşalan koltuklara
oturdukları bir seçim izlemek çok büyük bir zevkti. İşçi Partisi’nin
siyasetini beğenmek kolay değil ama, ben Türkiye için yazılmış da olsa
“çelişkiler keskinleşsin diye böyle mi geçsin ömrüm” şarkısının ana
fikrine katılıyorum. Evet sonuçta İşçi Partisi’nin seçim zaferi
“sosyalistlerin” ya da “sol”un zaferi olmaktan çok, İngiltere’yi artık
sosyalistlerin sosyalist olarak seçimle iktidara gelemeyeceği bir ülke
haline getiren Muhafazakârların zaferi. (Zaten ilginçtir İngiltere’de
iktidar sadece seçim yoluyla değişebiliyor.) Ama İngiliz seçmenin
bekleyip bekleyip de Muhafazakârlara indirdiği bu ağır yumruk, sağın
piyasa ekonomisinin acımasızlığını çok ileriye götürdüğü mesajını da pek
güzel verdi.
İngiltere,
adı İşçi Partisi de olsa artık işçilerin kurduğu parti tarafından
yönetilmeyecek ama en azından uzunca bir süre İngiltere’de ve hattâ onun
verdiği ilhamla Fransa, Almanya ve Batı Avrupa ülkeleri ile dünyanın
başka köşelerinde Thatcherizm rüzgârlarının yerine Blairizm rüzgârları
esecek, esmeye başladı bile. (Fransa’da sadece sosyalistler değil, sağ
liberaller de Blair çizgisinde olduklarını söylüyorlar.) Nispeten
demokratik, daha insanî, kamusal ve özel çıkar dengelerinin azıcık
kamuya doğru esnediği bir kapitalizm aranacak. Solun sağa kayışı şimdi
yerini sağın sola kayıyormuş gibi yapmasına bırakacak. Tabiî bir yere
kadar.28 Haziran 1989 Çarşamba
SF KAKTÜS 8. SAYI: KADININ EV İÇİ EMEĞİNE EL KONULMASININ ANLAMI ÜZERİNE
Kadının Ev içi Emeğine El Konulması Anlamı Üzerine
Kumru Başer Londra 28.06.1989
Gülnur'un, 7. sayıda
"Kadınların Kurtuluşu Bildirgesinin Düşündürdükleri" başlıklı
yazısında başlattığı tartışma beni çok sevindirdi.
Biz de Londra'daki grubumuzda
geçtiğimiz aylarda, aynı konularda bir tartışma yürütmüştük. Gündemlerimizin
çakışması beni sevindirdi. Ayrıca tartışılanların da temel önemde
olduğunu düşünüyorum.
Ben de, Gülnur'dan bir çok noktada
farklılaşan düşüncelerimi aktararak bu tartışmaya katılmak istedim.
Bir kere, erkek egemenliğinin,
ekonomik temellerinin görülmeyerek, geri bir ideolojinin kalıntısı ya da bir
eğitim eksikliği gibi gerekçelere dayandırılmasına ben de karşı çıkıyorum. Ve
böyle bir bakışın, aslında, erkek egemenliği ya da patriyarka denilen egemenlik
biçimini anlamamanın da ötesinde: tehlikeli sonuçları olduğunu düşünüyorum.
Çünkü, böylesi bir mantık, özellikle de maddeci olduklarını söyleyenler tarafından
dile getirildiğinde, kadın kurtuluş hareketinin öneminin ve kapsamının
azımsanması veya küçümsenmesi ile özdeşleşiyor.
Eksik bir tanımlama ile kaba bir
materyalizm de birleştiğinde, bu, erkek egemenliğiyle hiç bir ilişkisi
bulunmayan üretim ilişkilerine ait eşitsizlikler ve sömürü ortadan
kaldırıldığında, buna bağlı olarak dönüştürülebilecek, ideoloji veya eğitim
gibi üst yapısal bir olgu olarak algılanıyor.
Gülnur'un yazısında eksikliğini hissettiğim bir nokta, kadının ev içi emeğinin, açık bir toplumsal-ekonomik tanımını içermemesi.
Erkek egemenliği ya da patriyarkanın
maddi temelleri irdelendiğinde, öncelikle kadının emeğinin niteliğinin tahlil
edilmesi ve buradan kalkarak, bu emeğe el konuluşunun nasıl bir anlam
taşıdığının değerlendirilmesi gerekir bence.
Öncelikle, kadının ev içi emeği (ev
dışında çalışan kadının emeğini tamamen tartışma dışı bırakıyorum şimdilik)
toplumsal üretimin bir parçası mıdır? Yani bizzatihi bir üretim midir?
"Kadının ev içi emeği üretim
sürecine dolaylı bir katkıdır, işgücünün yeniden üretimini sağlar"
diyenler var. Bence kadının bu emeği, toplumsal üretimin bir parçasıdır ve
üretime doğrudan bir katkıdır.
Kadının ev içi emeğinin ayırıcı özelliklerinden ilki bence, yok sayılmasıdır. "Ev kadını" tanımlaması, "çalışmayan kadın" tanımlamasıyla eş anlamda kullanılarak, kadının emeği, herşeyden önce, ideolojik olarak yok sayılmaktadır.
Kadının evde bir şeyler yaptığı
kabul edilse bile, yaptığı şeyler, egemen yargılara göre, "değersiz"
ve aşağılanan işler statüsüne girmektedir. Bunun ayrılmaz bir boyutu, yine
kadın emeğini, günümüz toplumlarında, işçi emeğinden ayıran temel fark, yani
kadının emeğinin piyasa yasalarına tabi olmamasıdır. Yani kadının çalışma
saatleri düzenlememiştir. Gece gündüz çalışabilir.
Bu çalışma saatlerinin yapılan
istatistiklere göre, dünyada genellikle çalışanlar için öngürülen ortalama
çalışma saatlerinin çok üstünde olduğu görülmektedir. Tabii, sigortası,
güvencesi, tazminatı, iş riski ödenekleri ve benzerlerinden de yararlanmaz. Ve
en temel olarak, emeğine ücret ödenmez.
Gülnur bu noktada, nedense, "kadının geçiminin güvence altına alınmasının, onun emeğinin karşılığı olduğu, dolayısıyla ortada bir el koymanın söz konusu olmadığına "ilişkin erkek tezinden gereğinden fazla etkilenerek, bu teze karşı savunma geliştirmeye ağırlık veriyor.
"Genel anlamda el koyma"
şeklinde nitelediği ilişkiyi, kadının, emeğinin denetimine sahip olmaması
şeklinde açıyor ki, bu mevcut durumun tanımlanması için çok hafif ve eksik bir
tanımlama gibi geliyor bana.
İşçilerin de kendi emekleri üzerinde
denetimleri olduğundan söz edilemez büyük ölçüde ama, kadının ev içi emeğinin
sömürüsünün farklı bir karakteri var, o da, erkeğin kadının yalnızca işgücünden
değil, bedeninden ve onun tüm ürettiklerinden ve sunduklarından da yararlanma
hakkına, ayrıca bu beden üzerinde tasarruf hakkına da sahip olması (aile içi
ırza geçme ve dayak gibi).
Bütün bunlar da yok sayılan ve bir
karşılığı olduğu bile kabul edilmeyen, böylece tümüyle el konulan kadın
emeğini, işçi emeğinden çok köle emeğine yakınlaştıran bir özellik.
Yine Gülnur'dan farklılaştığım bir nokta, kadının emeğine bu el koyuşa verdiğim isim: sömürü. Gülnur'un, "sömürü" kavramının kullanılmasına karşı çıkarken söylediklerini ikna edici değil ama karışık ve çelişkili buluyorum.
Kadınların, birbirlerinden çok
farklı üretim ilişkileri içinde bulunmaları, yalnızca evde, ya da evde ve
tarlada ya da evde ye fabrikada çalışıyor olmaları ya da ev işlerinin bir
kısmını başka kadınlara para karşılığı yaptırıyor olmaları, onların tümünün ev
içinde harcadıkları emeğe el koyulduğu gerçeğini niye değiştirsin?
Bu farklılıklar yalnızca, farklı
kadınların farklı yoğunlukta sömürüye tabi olduklarını gösterir. Sömürü
karşılıksız ya da karşılığı tam olarak verilmeden sistematik olarak bir kesimin
emeğine el konulması olarak anlaşılırsa, ki sanırım bu kavram en çıplak
biçimiyle tam da böyle bir şeyi ifade etmek için icad edilmiştir, o halde, niye
kadınların, farklılıklarına rağmen, tümünün emeklerine el konulması sömürü
kavramıyla ifade edilemesin?
Bu, sömürü kavramının, sosyalist
söylemde kullanılışından bir etkileniş bile olsa böyle algılanamaz. Farklı
ülkelerde, farklı renklerde, farklı cinsiyetlerde ve farklı işkollarında
çalışan işçilerin maruz kaldıkları sömürü de kadınların maruz kaldıkları sömürü
kadar nicel farklılaşmalar gösterebilir.
Tüm bu söylediklerimin ve farklılıklarımın pratik çıkarsamaları da Gülnur'unkinden farklı oluyor doğal olarak.
Ben, kadınlar olarak yıkmayı
hedefleyebileceğimiz bir ekonomik/toplumsal ilişki biçiminin varolduğuna
inanıyorum. Bu da, günümüzde, kapitalist üretim tarzı ile içiçe geçmiş olan
patriyarkal sömürü ilişkileridir.
Yani, üretim araçlarının
mülkiyetinin ve denetiminin ve bununla birlikte yaratılan değerlerin sermaye
sahiplerinden alınıp herkese maledilmesi değil aynı zamanda tüm bunların
erkeklerin de elinden alınıp herkese maledilmesi de gerekir.
20 Eylül 1988 Salı
SF KAKTÜS 3. SAYI: KİMLİKLERİMİZ ÜZERİNE BİR TARTIŞMA
https://dl.dropbox.com/u/28532560/sfkaktus_kimliklerimiz.docx
LONDRA'DAN BİR MEKTUP
Kumru Başer
Merhaba,
Derginizin ilk sayısında yer alan "Biz
sosyalist feministiz" başlıklı yazıyla ilgili bir iki sözüm var. Özel
olarak bir iki nokta üzerinde duracağım.
Yazının başlarında kafamı karıştıran bir noktadan
başlamak istiyorum.
Erkek egemenliğinin tahlilinin yapıldığı ve
kökenlerine ilişkin görüşlerin belirtildiği bölümde bir karışıklık var gibi
geldi bana. Aslında bu bölümün sonunda erkek egemenliğinin kökeni ne olursa
olsun bugün varolan bir olgu olduğu ve bundan sonra buna karşı nasıl mücadele
edileceğine bakmak gerektiği söyleniyor.
Ama, bence bu egemenlik biçiminin kökenleri konusunda
biraz daha net şeyler söylemek gerek ki, bu belaya karşı verilecek mücadelede
alanlar, sloganlar ve hedefler açıklık kazansın.
"Erkeğin üstünlüğünü" biyolojik
özelliklerimize bağlayarak varolan durumu değişmez kılmak isteyen anlayışa
ben de karşı çıkıyorum.
Yani kadınların ve erkeklerin farklı biyolojik
yapılara sahip olması, birinin diğerine "üstünlüğünü" veya
baskısını gerektiren, bunu doğal olarak yaratan bir şey olamaz.
Ama bu biyolojik farklılıklar temelinde belirli bir
toplumsal zaman ve mekan içinde cinsiyetler arasındaki toplumsal farklılıklar
oluşmuştur. Bir başka deyişle, belirli toplumsal koşullarda cinsler arasındaki
biyolojik farklılıklar cinsiyetçiliğin temelini oluşturan cinsiyetler
arasındaki iş bölümüne yol açmış ve farklı toplumsal roller yüklemiştir
cinslere.
Bunu söylemek, yani biyolojik farklılıkların,
toplumsal belirlemelerle birlikte belirli koşullarda cinsiyetçiliğin
temellerini oluşturduğunu söylemek, açıktır ki, cinsiyetçiliğin temelinde,
kadınların ve erkeklerin farklı doğalarının veya biyolojik yapılarının
olduğunu söylemekten hayli farklı bir şeydir.
Yani cinsiyetçiliğin erkeğin doğuştan egemen
olmaya, yönetmeye yatkın yapısı ve saldırgan doğası ve kadının barışçı ve
edilgen yönetmeye yatkın olmayan doğası nedeniyle ortaya çıktığını söylemekle
aynı şey değildir. Dolayısıyla da değiştirilemez bir
durumu ifade etmez.
Belirli toplumsal durumlarda cinsiyetçiliğin
ortaya çıkmasına neden olan bu biyolojik farklılıklar, başka toplumsal
durumlarda ve gelişmişlik düzeylerinde aynı şeye neden olmak zorunda değil.
Ancak, bu çok basit şekilde söylemeye çalıştığım şey, cinsiyetçiliğin ortaya çıkışını
yalnızca toplumsal bazı etkenlerle açıklayan bir başka görüşten de
farklıdır. Ben söz konusu yazıda, böyle bir eğilim farkettim.
"Cinsiyete
dayalı işbölümünün, ille de eşitsizlik anlamına gelmediğini söylüyoruz"
deniyor.
Daha
sonra da bunun sonucu olan doğal önermeye varılıyor: "Çocuk bakımı ve
eğitimin toplumsallaştığı koşullarda "cinsiyetçiliğin de ortadan
kalkacağı".
Ben burada
söylenenlere katılmıyorum. Cinsiyete dayalı işbölümünün varolduğu her
durumda, cinsiyetler arasında toplumsal olarak bir farklılık ve farklı
toplumsal rolleri üstlenmekten doğan bir eşitsizlik ortaya çıkmış demektir.
Burada
aklıma yalnızca, "Evet ama, işler arasında prestij bakımından bir
farklılık ortaya çıkmadığı bir dönemde böyle bir işbölümü cinsiyetçi baskıya
yol açmaz" gibi bir açıklama geliyor.
İşlerin
prestij olarak farklılaşmadığı bir toplum oldu mu, bundan emin değilim. Ama
böyle olduğu bile varsayılsa bile, sürekli olarak bir cinsin bir tür, diğer
cinsin de başka bir tür işleri yaptığı ve bunun da doğal yapılarının bir
gereği sayıldığı bir durumun her iki cins açısından da eşitsizlik yaratan
bir şey olduğunu düşünüyorum.
Cinsiyetçiliğin
de kökenlerinin tam burada olduğunu sanıyorum. O nedenle de "cinsiyete
dayalı işbölümünün eşitsizliğe dönüşmesi, ancak eşitsizliğe dayalı üretim
ilişkileriyle birlikte yaşandığında mümkün" değerlendirmesini anlamlı
bulmuyorum.
Ekonomik
olarak farklı sınıflara bölünmemiş bir toplumda da cinsiyetçilik pekala mümkün
olabilir.
Doğru,
üretim ilişkilerinin sömürüye dayanmadığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı
bir toplumda, cinsiyetçiliğin yokedilmesinin maddi zeminleri oluşur.
Ama,
böyle bir toplumda, farklı biyolojik yapıların, en belirgin olarak da doğurganlık olayının niye cinsiyetçiliğin farklı biçimde yeniden üretilmesine
yol açamayacağını açıklamak mümkün değil.
Hiçbir
sınıfın diğerini ekonomik olarak sömürmediği bir toplumda, özel olmaktan
çıkarılıp toplumsallaştırılan belli tür işleri, örneğin çocuk bakımı,
temizlik, beslenme gibi işleri, yani "kadın işlerini" kimler
yapacaktır? Toplumsallaşan özel ev hizmetlerinin yine kadınlar tarafından yapılmamasının
veya başka bir deyişle her iki cinsin de eşit olarak katılacağı işler haline
gelmesinin garantisi nedir?
Yazıda
söylenilenlerden, Engels'in "Doğal işbölümü"nü sizin de doğal bir
işbölümü saydığınız çıkarılabilir.
Böyle
bir değerlendirme de, cinsiyetçiliğin kökenlerinin değerlendirilmesinde bir
yanlışlığa dolayısıyla da mücadelenin hedeflerinin saptanmasında bir
karışıklığa yol açar bence.
Erkek
egemenliğinin tarihsel tahlilinde klasik marksist yaklaşımın görmezden
gelerek, kadınların kurtuluşunun üretime kitlesel olarak katılmalarında ve
özel ev içi hizmetlerinin toplumsallaşmasına mümkün olduğunu söylediği ve
feminist tahlillerin parmak bastığı bu noktanın çok önemli olduğunu ve
feminist politikaların buralarda farklılaştığını düşünüyorum.
Üzerinde
çok kısaca durmak istediğim ikinci bir nokta var. O da yazının "cinsiyetçi
sistem" ara başlığı altında yer alan, cinsiyetçi sistemin tarih boyunca hep
üretim tarzları ile eklemlenerek varolduğu, tek başına kendi iç dinamikleriyle
yaşayan bir sistem olmadığı şeklindeki ifade.
Toplumdaki
her türlü ilişki ve çelişkinin son tahlilde (!) üretim tarzı ile bütünlüğü
içinde açıklanabildiği doğru tabi.
Ancak bu
son derece soyutlama düzeyindeki sözün çok sık kullanılmasının bazı tehlikeleri
olduğunu düşünüyorum. Cinsiyetçiliğin kendi iç dinamikleri olmayan bir
egemenlik sistemi olduğunu söylemenin pratik olarak kazanabileceği anlamları
bir düşünelim.
Her egemenlik
sisteminin, bütünleştiği üretim tarzından bağımsız kendi iç dinamikleri
vardır. Bu bana çok açık gibi geliyor.
Tıpkı
ırklar arasında ayrımcılık veya yaşlıların genç kuşaklara tahakkümü veya
ulusların birbirleri üzerindeki baskıları gibi.
Her bir
çelişkinin kendi iç dinamiklerini reddetmenin tehlikesi, bir toplumda bir kez
sınıf tahlili yaptığınızda, aynı zamanda varolan tüm ilişki ve çelişkileri
de açıkladığınızı sanmaktır.
Yazının
bütünlüğünden böyle bir anlam çıkmayabilir. Ancak, bazı noktalarda daha hassas
olmak gerek diye düşünüyorum.
Biraz da
yazının "Sosyalist feminizm"e ilişkin bölümü üzerinde bir şeyler
söylemek istiyorum. Bu tanımlama beni özel olarak çok ilgilendiriyor.
Çünkü
ben de bir feministim ve bir sosyalistim. Aynı zamanda da anti-emperyalist,
anti-faşist, ırkçılık karşıtı, çevre korumacı ve hayvanları korumacı
olduğumu da söyleyebilirim.
Toplumsal
kimliklerimiz söz konusu olduğunda hepimizin böyle hayli uzun listeler
çıkarması mümkün. Tüm bunlar hayatımızın çeşitli alanlarında yaşadığımız
ilişki ve çelişkiler karşısında aldığımız tavırları yansıtan toplumsal
kimlikler ve hayat kendi içinde tutarlı bütünlüklü ve de şemalar ve
formüllerle açıklanabilir bir sistem oluşturmuyor. Belli bazı iç bağları olsa
da.
Dolayısıyla
niye toplumsal kimliklerimizi tutarlı hale getirmeye çalıştığımızı tam olarak
anlayabilmiş değilim. Dahası, bu toplumsal kimliklerimizin niye hepsini
değil de ikisini birbirine bağlamaya çalıştığımızı da kavrayamıyorum.
Yine
sosyalist feminist tanımlamasına açıklamalar getirilirken, "arı bir feminizm"den tam olarak ne anlaşıldığını bilemiyorum ama bu özelliğin sosyalizmle
karşılaştırılması bana biraz tuhaf geldi.
Arı bir
sosyalizm mümkün mü acaba, "arı" sözü eğer, tutarlılık, bütünlük veya bir çizgi
etrafında toplanabilen bir ideolojiyi ifade ediyorsa?
Feminizmin
odak noktasının, cinsler arasındaki egemenlik ilişkisi olduğu söyleniyor,
sosyalizm de odağına sınıflar arasındaki çelişkileri koyuyor.
Bana
göre, her ikisi de toplumdaki diğer ezilmişlik biçimlerini yadsımamak
noktasında bir ortaklık gösteriyor.
Evet, feminizm "kendi mücadele alanına girmeyen diğer egemenlik ilişkileriyle,
kendi politik perspektifine girdikleri ölçüde ilgilenir" ama bu bence
yazıda sözü edildiği gibi, toplumsal düzeyde bir anayasa oluşturulması ya da
bir eğitim sistemi önerilmesi konusunda feministlerin söyleyecekleri sözleri
olmadığı anlamına gelmez.
Toplumsal
düzeyde yeniden oluşturulacak, ya da değiştirilecek her şey üzerine
feministlerin söyleyecekleri sözleri var. Çünkü cinsiyetçilik tüm bu alanlarda
her türlü siyasal sistem içinde yeniden örgütlüyor kendisini. Veya tersinden
söyleyecek olursak, sosyalizm, tüm toplumsal ilişki ve çelişkileri
kavrayacak, açıklayacak ve düzenleyecek bir ulemalar yönetimi olamaz. Herkes adına
ve tüm ezilmişlikler adına konuşan birileri olduğunda neler olabileceğinin
örnekleri de gözlerimize dikenler gibi her gün batıyor.
Ekonominin,
üretim tarzlarının (son tahlilde) tüm düzeyler üzerinde belirleyici rolünün
farkında olmak ve tahlillerini buralara oturtmak yani materyalist olmak, bu
nedenle de toplumu dönüştürecek dinamiğin üretim ilişkilerini
değiştirmekten geçtiğini söylemek, toplumda, bence ayrı ayrı dinamikleri,
özneleri ve nesnelerle olan tüm ilişki ve çelişkileri açıklamaya yetmez.
Tüm
bunlardan dolayı, feministliğimi ve sosyalistliğimi bir sıfat altında
bütünleştirmeyi anlamlı bulmuyorum. Ayrıca böyle bir niteleme bana, asallık-tabilik, birincillik-ikincillik, parça-bütün gibi ikilileri
çağrıştırıyor. Tüm toplumsal düzeylerde, alanlarda varolan sistem
karşıtlarının, genel olarak ve uzun bir erimde birbirlerini güçlendirdiklerini
ve birçok noktada çakıştıklarını düşünmekle beraber, bunlar arasında zaman
zaman son derece acımasız çatışmalara yol açabilecek çelişkiler de
olabileceğini düşünüyorum. Hele de bu kimlikler birbirlerine dizi dizi
bağlandıkları takdirde, ortaya çıkabilecek ivedilikler, önem sıralamaları,
içinde bulunulan koşullar ve güçlükler ve de zorunluluklar diye başlayan
bir dizi açıklama ile nasıl bazı hayati sorunların hasır altı veya kulak arkası
edilebildiği yakın ve uzak tarihten örnekleriyle birbir aklıma geliyor.
Son
olarak, bir noktaya daha değinmek istiyorum. Benim cinsiyetçiliğe karşı
mücadele programını sosyalist görüşlerim belirlemiyor. Yani bir kadın olarak
ezilmişliğimin kökenlerini, içinde yaşadığım çevre, deneyimlerim, yetişme
tarzım ve benzeri şeyler bağlamında ele alıyor ve mücadele hedeflerimi
belirliyorum.
Evet toplumdaki diğer ezilmişliklerin farkında olarak, hatta bu
ezilmişliklere karşı mücadele ederek de olsa kadın ezilmişliğinin
özgünlüğünü kavramak herhalde feminizm.
Kendini bir türlü feminist olarak
tanımlarken, herhalde, diğer türlü feminizmlerden ayrım noktalarının ne olduğunu açıklamak durumunda olmalı kadınlar. Yani mücadele alanları,
sloganları, hedefleri ve çalışma biçimleri bakımından diğer türlü
feministlerden mesela bu kadar kesin ayrımlar varsa, radikallerden ve
eşitlikçilerden farklarını koymalı.
Eğer, savunulan feminizm, "ne özel alanla
ne de kamu alanıyla sınırlı bir mücadele ama her ikisinin anlamlı
birlikteliğiyle hem cinsiyetçi kapitalist sisteme hem de tek tek bunun
yürütücüsü olan erkeklere karşı mücadele" temeline oturuyorsa, bunu savunmak
için kendini sosyalist feminist diye tanımlamak gerekmiyor bence. Bunu
söyleyebilecek kişilerin sosyalist olması bile gerekmiyor çünkü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)