23 Temmuz 2007 Pazartesi

BBC TÜRKÇE: 22 TEMMUZ 2007 SEÇİMLERİ - DİYARBAKIR BLOGU - BBC TÜRKÇE

http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/1410_election_logs/page4.shtml

  22 TEMMUZ SEÇİMLERİGEÇMİŞ SEÇİMLERİNTERAKTİF HARİTA  
2007 Genel Seçimi - BLOG-NOTLAR
Kumru BAŞER




KUMRU BAŞER
RADYO PROGRAMLARI









23 Temmuz 2007, Pazartesi

Sonunda büyük gün geldi ve geçti... Üç haftaya yakın süredir seçimle ilgili gelişmeleri, seçmen eğilimlerini, havayı izlediği Güneydoğu illerinden 20’yi aşkın milletvekili meclise gönderiliyor.


Bundan önceki üç seçimde Kürt oylarının ezici çoğunluğunu aldığı halde ulusal baraja takıldığı için meclise vekil gönderemeyen Kürt sorununun çözümüne odaklı partilerin sonuncusu DTP’nin amacı meclisde grup kurabilmekti. Bu manada, aslında amaçlarına ulaşmış oldular.

Dün gece parti binası önünde içiçe onlarca halka halinde halay çeken, Diyarbakır ve diğer illerde sokaklara dökülüp zılgıt çeken, sloganlar atan taraftarlar bunu kutluyorlardı. Bu seçimde toplam 1 milyon üçyüzbin oyları boşa gitmemişti.

Ama parti içinde bambaşka bir hava esiyordu.

Bir ara grup kurmaylarının bile tehlikeye düştüğünü gören partinin aktivistleri isyan ve şok arasında gidip geliyorlardı.

Çünkü DTP grup kuruyordu ama oylarında Türkiye çapında yüzde üç, bölgede ise yüzde on ila yirmi arasında düşüş vardı.

Kimisi bunu mevsimlik işçilerin oy kullananamasına, bağımsıza oy kullanmanın güçlüklerine, kimisi hile ve baskıya, kimisi AKP’nin iktidar avantajını kullanmasına, kimisi de yanlış aday seçimine bağlıyor ama aslında özel sohbetlerde bir çoğu, bağımsız adayların ve onların gerisindeki partinin, tutarlı ve çekici bir program sunamadığını söylüyor.

Partinin genç kadroları, bugünden itibaren bir hesaplaşma sürecinin başlıyacağını, bu sonucun parti liderliğinde deprem yaratacağını düşünüyor.


AKP’lilerin ise keyfine diyecek yok. Çünkü asıl zafer onların. Doğu ve Güneydoğu’da DTP’nin kaybettiği oyları hatta daha fazlasını topladılar.

Bu sabah Diyarbakır Dedeman Oteli’nde hep birlikte il yöneticileri ile birlikte kahvaltı ettiler ve sonra da bir basın toplantısı düzenlediler.

Daha önce tanıdığım üç Diyarbakır milletvekili ve Tarım Bakanı Mehdi Eker’le sohbet imkanı buldum. Zaferden memnun ama mağrur değiller. Herkesi kucaklama mesajını öne çıkarıyorlar.

Tarım Bakanı Eker, önümüzdeki dört yıl içinde bölgede sulama tarımında büyük patlama yaratarak kalkınmanın önünü açacaklarını vaadetti.

Seçim barajının kalkması gerektiğini ima etti. Ama, Kürtlerin kültürel hakları konusundaki reformların şu anda talebe cevap verdiğini söyleyerek, anadilde yayın ve eğitim konusunda yeni adımlar atmayı düşünmediklerinin de işaretini vermiş oldu.

Diyarbakır’daki misafirliğimi, odamı ve bavulumu toplayarak tamamlarken içime evimden ayrılacakmışım gibi bir hüzün oturdu bile.

Bu her anlamda sıcak kentte üç haftadır her işimi kolaylaştıran herkesle vedalaşmaya hazırlanıyor ve bilgisayarımı kapatıyorum.


19 Temmuz 2007, Perşembe

Dün Diyarbakır’da DTP’li bağımsız adayların son ve büyük mitingi vardı. Benim burada bulunduğum süre içinde yapılan ilk ve tek seçim mitingi aynı zamanda.

Sabahtan itibaren sokaklarda “bin umut adayları”nın kampanya rengi olan mora bürünmüş insanlar görünmeye başladı.


Sıcaktan bayılan bir kaç seçmen ambulanslara bindirildi

Tam miting başlayacakken, İstasyon meydanına bakan camiden çıkanların bir ellerinde ayakkabılarını havaya kaldırıp, öteki elleriyle de zafer işareti yapmaları görülecek manzaraydı doğrusu.

Miting bölgede çok miting görmüş geçirmiş bir çok gazeteciye göre taş çatlasa 35-40 bin kişi topladı. AKP mitinginde bundan büyük kalabalık vardı diyenler var. Kimileri sıcağa, kimileri mevsimlik işçilerin çokluğuna, kimileri ise halkın heyecanını yitirmesine bağlıyor.

Kestirmesi zor. Ama HADEP’in örneğin bu alanda 250 bin kişiyi topladığı görülmüş geçmişte...

AKP’nin bağımsızlar nedeniyle bölgeden 2002 seçimine göre daha az sayıda milletvekili çıkarması kaçınılmaz ama bölgeden alacağı toplam oyların artabileceğini, Diyarbakır ve ilçeleri, Van ve Hakkari’de partiyi desteklemeyen çok sayıda seçmen, gazeteci, ve sivil toplum temsilcisi dahi dile getiriyor.

İstasyon meydanındaki mitinge dönelim. “Bekle Ankara, Kürtler geliyor” sloganları alanı inletirken, en fazla alkış alanlardan biri de eski DEP milletvekili Leyla Zana oldu.

Konuşmalar uzadıkça uzuyor. Sıcaktan bayılan bir kaç seçmen ambulanslara bindirilirken, ben bir şişe daha su boca ettim başımdan aşağı. Üzerine de bezden çantamı kukuleta gibi geçirince gülünç görünmüş olabilirim ama kimsede kimseye gülecek takat yoktu sıcaktan.


Adaylardan Aysel Tuğluk geleneksel Kürt kıyafetleriyle konuştu

Parti ileri gelenlerinin, AKP’ye eleştirilerinde “yeterince cesaretli olmama”nın fazla ötesine geçmemeleri dikkatimi çekti.

AKP’nin her adı geçtiğinde yuh çeken kitleye “onları yuhlamanızı istemiyoruz” demeleri acaba Ankara’da seçimden sonra izlemeyi düşündükleri politikaların peşrevi mi diye düşündüm. Yoksa kitlenin nabzına göre şerbet vermek mi? Çünkü bölgede on günü aşkın süredir konuştuğum çoğu seçmenin beklentisi bir AKP-DTP koalisyonu...

Politikacılar konuşmalarını bitirip de sevilen sanatçı Diyar mikrofonu aldığında ise meydan yıkılıyordu. Biz gazeteciler ise itilip kakılmaktan ve yakıcı güneşten yıkılmak üzereydik. Kendimizi Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Lokali’ne atıp akşam serinliğinde günü konuştuk.

17 Temmuz 2007, Salı - 18 Temmuz 2007, Çarşamba

Yüksekova... Gazetelerin öğleden sonra 15:00 gibi geldiği, başı dumanlı dağlarla çevrili bu ilçeden sabah erkenden minibüse binip Van’a hareket ettim dün.


Güvenlik bölgesi ilanı ilçe merkezini pek etkilememiş

Dönüş yolu engebeli, dolambaçlı ve sarp. Aynı zamanda aşağı yukarı her 30 kilometrede bir kimlik kontrolü ya da arama veya her ikisi birden var. Burası Genelkurmay Başkanlığı tarafından geçen ay ilan edilen üç güvenlik bölgesinden biri ne de olsa.

Asker ve sivil güvenlikçiler çelik yelekli, yollardan arada ağır silahlarla donanmış tank ve zırhlı araçlar geçiyor.

Birinci kontrolü kolay atlattık.

İkinci kontrol noktasında güneş gözlüklü subay –askerlik derslerinde daha dikkatli olsaydım rütbeyi de çıkarabilecektim- hepimizi tek tek süzdü. Kimliklerimiz toplanıp içeri bir yere götürüldü.

Bir an kendimi çok suçlu hissedip, “Eyvah anlayacak” diye düşündüm.

Sonra kendime “Ben işinde gücünde bir gazeteciyim. Yasalar çerçevesinde işimi yapıyorum” diye hatırlatıyorum. “Teybim ve bilgisayarım da masum iş aletlerim”.

Gene de teybimin olduğu torbayı hafifçe şalımın altına ittim.

Neyse sonunda kimliklerimiz geldi, şoförümüz tarafından dağıtıldı. Neşeyle hareket ediyoruz. Şoförümüz şefkatini sertlik maskesi altında gizleyen otoriter bir baba gibi on üç yolcusunu gözleriyle yokluyor aynadan.

Artık minibüs halkı olarak aramızda her bir kontrol noktasında güçlenecek olan sessiz bir suç ortaklığı, bir yoldaşlık duygusu var.

Acılı bir türkü kasedi takılıyor. “Benim yavrum gazeteci, kıyma ona ne olur” diyor şarkıcı. Ne tuhaf sözler. Bana mı mesaj veriliyor acaba?

Sonra Kürtçeye geçiyoruz. “Oy delale, oy şemame”. Evet yakında çözeceğim galiba.

Öğleden sonra

Van ilk kez kadın milletvekili adayı çıkarmış bu seçimde, bölgedeki kentlerin çoğu gibi. DTP bağımsız adaylarından seçilebilecek on kadar sandalye için kadın adaylar gösterdi. Diğer partilerden de daha geri sıralarda da olsa kadın adaylar var.


Bölgede kadına yönelik şiddete karşı kıran kırana bir mücadele yürütülüyor

Bölgede kadına yönelik şiddete karşı kıran kırana bir mücadele yürüten Van Kadın Derneği’nin başkanı Zozan Özgökçe ile bölgedeki kadın adaylar, bunlara seçmenin bakışı ve partilerin kadınlara ilişkin sözü olup olmadığını konuştuk.

Birlikte geçirdiğimiz iki saat içinde çay, yemek, kahve ve içten bir sohbet ile her türlü yakıtımı alıp, bu kez Diyarbakır yollarına düşüyorum.

Akşam

Bölgenin iki büyük ili arasındaki karayolunu her türlü politikacıya tavsiye ediyorum. Üç güvenlik kontrolü tamam ama ya o çukurlar, ya o geçen yıldan bu yana bitmeyen yol inşaatları. Otobüs milim milim ilerliyor. Diyarbakır’a tam üç saat gecikmeli ulaşıyoruz.

Sabaha karşı 03.00... Bir kaç saat uyuyup radyo için malzememi toparlamalıyım.


16 Temmuz 2007, Pazartesi - 17 Temmuz 2007, Salı


Yüksekova Haber gazetesinden eski dostlar

Sabah

Yüksekova'ya vasıl oldum bu sabah Van üzerinden. Yüksekova Haber gazetesinden eski dostlarla bulustuk.

Köylere gideceğiz. Seçmenin farklı kesimlerinin oylarını neye gore belirlediğini belirlemeye çalışacağız.


Yüksekova'da hava daha serin!

Dün öğleden sonra geçen yıl ziyaret ettiğim ilçenin 20 kilometre dışındaki Doğanlı kampına yollandık.


Çukurca’nın Uzundere beldesindeki köylerini 1994’te terketmişler. 204 hane içinde 125 korucu var. Köylerine dönmelerine, sınıra çok yakın ve mayınlı olduğu için yıllardır izin verilmemiş.

İhtiyarlar hâlâ dönmek istiyor. Gençler ise “Allah korusun” diyor. Muhtar geri dönebilmek için yazdığı dilekçeleri gösterdi bana.

Ne tarım ve hayvancılık yapacak toprak ve meraları, ne okulları var. Korucular dışında işi olan da yok. 2000 nüfusa 125 maaş ne desin?

Gençler iş istiyor. Dört genç gelip yanımıza oturdu muhtarla konuşurken.

İstanbul’a gitmişler yakında. İş de bulmuşlar. İnşaatlarda çalışıyorlarmış. Ama tuttukları evin kirası, yiyecek, yol derken hiç para kazanamadıklarını farkedip geri dönmüşler. Yüzlerinde derin bir sıkıntı.


Muhtar geri dönebilmek için yazdığı dilekçeleri gösterdi bana

Kızlar ise en çok okumak istiyor. Yakında okul yok. 13 yaşındaki Hasret “Beni okula tanıdık minibüsçüler parasız götürüyor. Çünkü paramız yok. Durumumuz kötü” diyor. Meslek lisesini bitirecek ama daha ilerisini okuyamayacak aynı sebeple...

Yoksullar ama hiç kimse bu bölge halkını ikramdan alakoyamaz. Yoğurt ve tandır ekmeğine soğan eşlik ediyor.

Peki kime oy verecekler? Köyün önemli bir kısmı AKP’ye diyor. Diğerleri de bağımsız bir adaya. Ama bu bağımsız aday DTP’li değil. CHP’den istifa edip seçime bağımsız giren Esat Canan...

Canan’ın köyü ve toprakları hemen yakında. Doğanlı halkına toprak bağışlamış. Onu unutmuyorlar.

DTP’li bağımsızların ise iki mi yoksa kentin 3 milletvekilinin tümünü mü çıkaracağı tartışılıyor herkes tarafından.

Eskiden aşiret ve aile bağlarının herşeyi belirlediği bölgede, aşiretlerin oyları artık bir kaç nedenle bölünmüş. Pinyanişi aşiretinden Zeydanlar ilk kez ikiye bölünmüş örneğin. Biri AKP diğeri DP’den birinci sıra adayı. Damatları ise CHP’den adaymış. DTP’nin seçmeni ise aşiret sınırı tanımıyor gibi.


Muhtarın evinde yoğurt ve tandır ekmeğine soğan eşlik ediyor

Akşam sohbet ettiğim bir grup Yüksekovalı gazeteci ve sivil toplum temsilcisi bölgede seçmen eğilimlerini belirleyen önemli faktörler arasında, Şemdinli olayı ve onu izleyen hukuk süreci ile Kuzey Irak topraklarına operasyon tartışmalarının da bulunduğunu söylüyorlar.

“Hakkari bölgesinde yaşayan Ertuşiler, Doskiler, Oramaniler, Gerdiler, Herkiler, Celiler, Pinyanişiler ve Dirilerin tümü Türkiye ve Irak arasında bölünmüş durumdalar. Bu yakınlık ve akrabalık her bir sınır ötesi operasyon tartışmasının bölgede kaygı yaratmasına yol açıyor” diyorlar.

Akşam, manzaralı bir yerde yemek yedikten sonra çalışmak için Yüksekova Haber gazetesinin bürosuna gittik. Onlar gazetelerini hazırlıyor küçücük ofislerinde. Bana da bir yer açtılar. Ben de yazımı yazıyorum. O sırada ziyarete gelen yerel sanatçı Nevzat Alter de ısrar üzerine Kumriye adlı Kürtçe yerel türküyü söyledi benim şerefime. Gazeteci arkadaşlar eşlik ettiler.

Biraz uyuyup Van’a geçmeye hazırlanıyorum.


15 Temmuz 2007, Pazar

Dün Diyarbakırlıların Coca Cola’ya yeğlediği meyan kökü şerbetiyle serinleyip, sonra gölgesinde oturmak için girdiğim CHP seçim büro-bahçelerinden birinde eski bir Türkiye İşçi Partili’ye rastladım. 1960’lardaki TİP’ten.. Şu anda CHP’nin adaylarından birini destekliyor. Arkadaşı olduğu için...


Coca Cola mı...? Meyan kökünün suyu hem serin hem şifalı

Seçim bölgeleri küçüldükçe adayın kim olduğunun önemi artıyor kuşkusuz. Ama bu bölgede, bazı isimler var ki hangi partiye giderse gitsin, 'paket oy'u var bir Diyarbakırlı’nın deyişiyle.

Bir başka faktör de asker, subay ve polis oyları. Çevremize toparlanan CHP’liler bu seçimde asker oylarının ağırlıkla CHP’ye gideceğini umuyor.

“Geçen seçimde 200 asker oyu almıştık. Bu seçimde 18 bin oradan gelir” diyor birisi. Ama tam da emin değiller. Benden fikir almaya çalışıyorlar. Bilmiyorum doğrusu...

Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Şahismail Bedirhanoğlu bir sonraki durağım. İçtiğim nefis kahvenin kaynağı ve pişirme yöntemini iyice öğrenip not aldıktan sonra konuya geliyoruz.

Bölgedeki sosyo ekonomik gerilik ve yoksulluğun boyutlarını rakamlarla ortaya koydu. Diyarbakır’da işsizlik resmi verilere göre yüzde 17. Ama Bedirhanoğlu’nun verdiği rakamlar aslında yüzde 37 civarında olduğunu gösteriyor.

Bedirhanoğlu, “Bakın” diyor “kentte Emekli Sandığı, SSK ve Bağkur kapsamındaki insanların sayısı 395 bin. Yeşil kartlı sayısı 530 bin.”

Kişi başına düşen ortalama gelir Türkiye’de 2 bin 500 dolar iken Diyarbakır’da bin dolar.

Koskoca kentte 50’nin üzerinde işçi çalıştıran kamu ve özel işletme sayısı 29!

İşadamları olarak bölgenin kalkınması için gerekli gördükleri adımları bütün partilerden adayları gezip tek tek anlatmışlar.

Bedirhanoğlu özellikle Kuzey Irak’la ilişkilerin normalleştirilmesine büyük önem verdiklerini, bunun bölgeyi ve Türkiye’yi ayağa kaldırabilecek bir potansiyel olduğunu anlatıyor.


İşsizliğin resmidir...!

Akşam gazeteciler lokalinin açık havada geniş, çimenli, ağaçlıklı bahçesinde kurulmuş masalardan birinde, Londra’da onlarca yıl yaşadıktan sonra memleketi Diyarbakır’a dönüp yerleşmeye karar veren bir eski arkadaşım ve onun eski arkadaşlarıyla, hafif bir esinti ve çok güzel şarkı ve türküler eşliğinde yemek yedim.

Gecenin tartışması, “AKP reform ve değişimin partisi midir, değil midir?” Masa ikiye bölündü ve onca hararetli tartışmadan bir fikir birliği çıkmadı tabi ki.

Sohbet güzel de işlerim geri kaldı. Bugün çok büyük hızla radyoda yayınlanacak programlarımla uğraşmalı ve bir an önce Van-Hakkari-Yüksekova hattına doğru yola çıkmaya hazırlanmalıyım.

Dışarıdan adaylar için yapılmış güzellemelerden birini çalan seçim arabası geçiyor:

“İçimizden biri o, gözümüzün nuru o, Salim Ensarioğlu...”

Benim bugünkü şiirim ise maalesef “Bugün Pazar... Beni odaya kapattılar” diye başlıyor.


14 Temmuz 2007, Cumartesi

Dün Diyarbakır’ın Gürdoğan mahallesindeydim.

Yoksulluğun böylesini görmedim diyemem. Gördüm. Ama yine buralarda, daha önceki gelişlerimde. “Yoksulluk sınırının altı” kavramının anlamını tamamen yitirdiği, açlık sınırının görüldüğü ve son zamanların sevilen deyimiyle her türlü “ezberin bozulduğu” yerler.


Gürdoğan'da ekmekler kerpiç ocaklarda pişiriliyor

Geçim sıkıntısı çekmeyen vicdan sahibi herhangi bir insanı çaresizlik ve utançtan ezip geçer.

Mahalle halkının hemen tümü Lice ve Kulp’ta güvenlik gerekçesiyle bir gecede boşaltılan ve yakılan köylerden 1994’te hiç bir şeysiz kaçıp gelmişler. Asfaltsız sokakları, keçileri, ekmek pişirilen kerpiç ocakları, çardaklarıyla yoksul ama köy güzelliği var. Evler hariç.

Mahalle üç katlı sosyal konut gibi yıkık dökük apartmanlardan oluşuyor. 11 bin nüfus, 4 bin 500 kadar seçmen.. Düzenli bir işi olan yok gibi. Gençlerin çoğu yazın mevsimlik işçi olarak batı illerinde.

Hiç bir politikacı ve milletvekili adayı henüz mahalleyi ziyaret etmemiş.

Kanalizasyon çalışması bir türlü bitmiyor diyorlar.

“En alttakiler”in yaşadığı mahalleler DTP’nin oy deposu. Yüzde 80 civarında oy çıkıyormuş. “Oyunuzu kime vereceksiniz?” diye sorunca, “bizimkine” diyorlar. Parti adı bile yok. Muhtar, “Valla belediyede değil de muhalefette olsaydı, yüzde yüz oy çıkardı, ama belediye yetersiz kalıyor” diyor.

Burası bağımsız adaylardan Akın Birdal’a ayrılmış DTP tarafından. Ama adayın kim olduğunun da önemi yok bu mahallede.

Misafir olduğum ailenin annesi Gülizar 39 yaşında. Altı çocuğu var. Köyleri 1994’de yakılmış.

Evin en küçüğü, oğlan olduğundan pek kıymetli ve atılgan. Kızlar ise yaralı ve sessiz bir edayla annelerine sokulmuş oturuyor.

Çapaya giden büyük kız liseyi bitiriyor, ama “para yok okutamam seni” demiş babası. “Kendisini odasına kapatıp ağlıyor” diyor Gülizar. Daha küçük olan kız her gün uzaktaki okuluna yürüyerek gidiyor dolmuş parası olmadığından.


39 yaşındaki Gülizar kızını okutamıyor, ameliyat olamıyor

Gülizar’ın eşi haftada üç defa diyalize gidiyor. Gülizar da sağlam değil. Boynunu gösteriyor tülbentini açıp. Guatrı iyice şişmiş. Ameliyat için para istemişler. Bulamamış...

Peki ne yiyip ne içiyorlar?

“Kaynanamın ineği var” dedi Gülizar gururla. "Nasıl yani?" dedim.

Heyriye adı verilen ve çok sevilen inek balkondan bana gösterildi. Yan tarlada. Kaynana da yakındaki ağacın altında onu izliyor. On kilo kadar süt veriyor, o satılıyor ve bütün aile onunla ekmek alıyor.

Gülizar ve ailesi Diyarbakırlılara yardım için, Sarmaşık adlı sivil toplum kuruluşu tarafından iki ay önce oluşturulan Gıda Bankası'ndan ayda 50 lira civarında gıda yardımı alıyor.

Gıda Bankası bir kaç yıl içinde kentte beş bin kişiye gıda yardımı sağlamayı amaçlıyor. Başvuru yapanlarla ve onların kayıtlarını alanlarla konuştum. “Bugün az başvuru var” diyor görevli. 150 filan.

Bölgenin en büyük ve gelişkin ili Diyarbakır, Devlet İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre illerin sosyo ekonomik gelişmişlik sıralamasında 56'ıncı. Diğer tüm bölge illeri onun arkasında. Ya da listenin en dibindeki 20 küsur ilin tümü Doğu ve Güneydoğu’da.

Çeşitli sivil örgütler, belediye, işadamları ve farklı partilerden insanlardan destek alan Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’nin kentte yaratıcı ve şeffaf projeler üretmeye çalışan ekibinden Barış bir idealist. “Gideyim Afrika’da açlıkla mücadele eden bir örgütte çalışayım” diye düşünürken Diyarbakır’daki Afrika’yı görmüş.



Gıda yardımı için binlerce kişi başvuruyor

Gıda Bankası projesinde çalışan genç Diyarbakırlı sosyolog Murat, başvuruları değerlendirirken, kendi kentinde hala bilmediği yeni yoksulluk türleri gördüğünü anlatıyor.

Büyüyen sorunlardan biri de terkedilen kadınlarmış. Çok sayıda erkek, bölgedeki geleneksel aile reisi yükünü kaldıramayınca bir gün kayıplara karışıyor.

Derneğin, dört mahallede 36 bin kişiyi kapsayan ayrıntılı ve özenli araştırmasının ayrıntıları Eylül ayında açıklanacak. Ama elde ettikleri veriler şok edici.

Ortalama 6 kişinin yaşadığı bir evin ayda 250 YTL’den az bir parayla geçinmesine ne denir? Bu durumdaki ailelerin nüfusa oranı yüzde 37 civarında.

Peki ya da nüfusun yüzde 54’ünün yeşil kart sahibi olmasına ne demeli?

Gelecekten beklentiler sorusuna bu durumda halkın yüzde ellisinin “hiç bir şey değişmez” diye cevap vermesinde şaşılacak bir şey yok. Yüzde 24 ise “herşey daha kötü olacak” diyor. Güzel ve şaşırtıcı olan ise, dört kişiden birinin hâlâ gelecekten umutlu olması!


12 Temmuz 2007, Perşembe

Sabah

Erkenden AKP ikinci adayı, Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Kutbettin Arzu ile görüşmeye gittim. Siyasi rakiplerine hakkaniyetle yaklaşan biri. CHP’nin adayı Mesut Değer’in, yeniden seçilmeyi hakettiğini düşünüyor. DTP’li belediyelerin güçlenmesinin, bağımsızların meclise girmesinin iyi olacağını, barajın kalkması gerektiğini söylüyor. Kendisiyle geçen yıl politikacı değilken konuştuğumda da aynen böyle şeyler söylemişti.

Bir sonraki randevuma koşarken, koca eşarbı ıslatıp simit gibi burarak kafama oturtuyorum. Çok tuhaf görünüyor olmalıyım. Ne gam!

Daha önce Saadet Partisi’nden milletvekili adayı, Fazilet Partisi'nden Belediye Başkan adayı olmuş, ama şu anda faal olarak bir partiyle ilgisi olmayan Avukat Sıdkı Zilan’la çeşitli İslami örgütlenmelerin AKP ve seçimler karşısındaki tutumları konusunda söyleştik. Zilan, bu seçimlerde Saadet Partisi'nin Diyarbakır’da AKP içinde temsil edildiği görüşünde.

Tarikatların kime ve ne ölçüde destek vereceğinin ise her zaman için bir al-ver sürecinin sonunda oluştuğunu anlatıyor. Diyarbakır’da dernekler halinde örgütlenen bazı küçük İslami gruplar oy vermeme yoluna gidecek, bazıları da AKP’ye destek vereceğe benzer.

Zilan bütün partilere eşit mesafede durduğu mesajını vermeye özen gösteren Fethullah Gülen’in ise TSK’nın 27 Nisan açıklaması ardından gösterdiği tepkiyle bir tür yan tutmuş olduğunu söylüyor. Gülen cemaatinin Diyarbakır’da 10’a yakın “okuma salonları” yani dershanesi var. Buralarda fakir öğrenciler okutuluyor, ailelerine gıda yardımı yapılıyormuş.

“Peki Hizbullah’ın bölgede yeniden toparlanıp güçlendiği doğru mu acaba?” diyorum. Gülümseyerek, “Güçlenirlerse yumuşarlar” demekle yetiniyor... “Ancak küçük örgüt radikal olabilir”.

Öğle

Diyarbakır’ın en misafirperver gazetecisi dostum Kadir Konuksever “seni birisiyle tanıştırmak istiyorum” dedi.


Memduh Iğırcık Dicle kaplumbağalarını dünyaya tanıtacak

Memduh Iğırcık, orman mühendisi. Dicle vadisinde bilinmeyen bir kaplumbağa türü keşfetmiş. Onu dünyaya tanıtmak için uğraşıyor. Uzun yıllar Fransa’da yaşadıktan sonra yakınlarda dönmüş. Türkiye’deki siyasi ortam hakkında karamsar.

En karamsar olduğu nokta ise “Kürtler'in ötekileştirilmesi”... “İtilmesi”.

“Ege’de Kürdüm deyince bazen estağfurullah diyorlar” diye anlatıyor.

“Ben enternasyonalist bir insanım halbuki” diye sürdürüyor. “Kendimi ulusal bir kimlikle tanımlamak hiç bir zaman önemli olmamış hayatımda. İstanbul’da yaşadım ömrümün önemli bir bölümünü. O zamanlar lakabım Troçkist Memduh’du. Şimdi Kürt Memduh diyorlar. Televizyon programlarına çağırıyorlar. “Kürt olarak filanca konuda ne düşünüyorsunuz demek için. Artık Türkiye’nin batısında, hakkımdaki tek referans Kürt olmam”.

Öğleden sonra

Hala CHP’li siyasetçilere sormak istediğim şeyler var. CHP ikinci sıra milletvekili adayı Kamil Akan’ı Yenişehir’deki seçim bürosunda buldum.

Karşısındakini dikkatle dinleyen, çevresindekilere şevkatle muamele eden bu tecrübeli sosyal demokrat, 1970’lerden bu yana CHP ve SHP içinde bilfiil yeralmış.


CHP adayı Kamil Akan 'şahsi itibarımızla oy istiyoruz' diyor

“Partiniz pek popüler değil sanki bölgede, ne dersiniz?” deyince beni hazırlıksız yakaladı açık sözlülüğüyle. “Evet haklısınız, partimize ve genel başkanımıza rağmen kazanmaya çalışıyoruz. Keşke başka partiye gitseydin diyenler çok oldu.”

“Peki niye gitmediniz madem öyle” diyorum. “Ayıp olurdu, yıllarımı vermişim bu partiye” diyor.

“Ama seçmeninizden nasıl oy istiyorsunuz bu durumda” diyorum. “Partiye değil şahsımıza oy istiyoruz” diyor. “CHP’ye değil, bize verin oyunuzu diyoruz. Şahsi itibarımızı koyuyoruz ortaya.”


11 Temmuz 2007, Çarşamba

Sabah:

İlk durağım CHP il örgütü. Binanın dibindeki hasır iskemlelerde çaylarını içip sohbet eden CHP’liler genellikle emekliler ve daha az sayıda 1. sıra adayı ve milletvekili “Mesut Değer’in yakınları” olduklarını, parti için değil onun için çalıştığını söyleyen kişiler.


CHP milletvekili adaylarından İlknur Savcı ve kurmayları

Partilerine bölgede yöneltilen eleştirileri haksız buluyorlar. Onlara göre, bölgede yapılması gerekenler Türkiye genelinde yapılması gerekenlerden farklı değil.

'Kürt sorunu' ya da 'Kürt' sözcüklerini çoğu hiç kullanmıyor.

Yedinci sıradan aday gösterilen İlknur Savcı, önceliğinin kadının toplumdaki yerini yükseltmek ve kadınların sorunlarına çözüm getirmek olacağını söylüyor seçilirse. “Peki ama modernlik ve çağdaşlık imajını öne çıkaran, kadın haklarını öne çıkaran partiniz AKP’den daha az kadın milletvekili adayı çıkardığında bunu eleştirdiniz mi?” diye soruyorum İlknur hanım ve söyleşimize katılan CHP’li hanımlara. “Eleştirmedik. Parti daha önemli” diyorlar.

Çıktığımda gölgenin yeri değiştiğinden sol taraftaki iskemleler şaşırtmaca verirmiş gibi aynen sağa çekilmiş. Gazete okuyan emekliler özelleştirme karşıtı görüşlerini anlatıyorlar.

Öğle üzeri:

MHP’nin Diyarbakır birinci sıra milletvekili adayı renkli siyasetçi Abdullah Arzakçı, odaya çakı gibi girdi ve belindeki silahından dolayı özür diledi.

Evet biraz 'en çok satanlar listesindeki romanların girişi' gibi oldu ama böyleydi gerçekten.


MHP 1. sıra milletvekili adayı Azrakçı birinci partiyiz diyor

Arzakçı “Diyarbarkır’da birinci partiyiz. Yedi milletvekili çıkaracağız” diyor ve Tercüman gazetesinin MHP’yi Türkiye çapında yüzde 24’le birinci parti olarak gösteren son anketini gösteriyor. Türkiye’yi bilemem ama Diyarbakır’da benim edindiğim izlenimler Arzakçı’nın tahminleriyle örtüşmüyor.

“Ne yaptınız da geçen seçimdeki yüzde 2,5 oyunuzu yüzde 60-70’lere çıkardınız?” diye soruyorum. Bunu kendi ikna gücüne ve halka yakın yöntemlerine bağlıyor Arzakçı.

Uluyan iki bozkurt resmine bakarak hoşlanmadığı sorular sorarsam sinirlenir mi acaba diye geçiyor aklımdan. Çünkü yanında çalışanlara sinirlendi demin fena halde.

“Türk ırkının üstünlüğüne dayalı bir ideolojiyle Kürtlüğü nasıl bağdaştırıyorsunuz?” diyorum gene de enseyi karartıp.

“Kürdüm, Zazayım, Türklüğümle de gurur duyuyorum” diyen Arzakçı seçmeni üç dilden hangisinde konuşursa kendisinin de onlarla o dilden konuştuğunu vurguluyor. Kendisinin de çocuklarının da evde okulan gidene kadar Türkçe konuşmadığını, bunun bir problem olmadığını anlatıyor.

Akşam:

Bu akşamı kendime izin akşamı ilan ettim.

Dağkapı ciğercisinde sıcağa inat kebaplar geliyor. Yanımdaki Dağkapı’nın meşhur Cahit Abi’si, Yılmaz Güney’in bütün filmlerinin bütün repliklerini ezbere bilen bir kişi. Bana Umutsuzlar’dan replikler söylüyor. Bilgimi kontrol ediyor.


Solda, siyah yelekli olan Cahit Abi... Bütün Yılmaz Güney filmlerinin sözlerini satır satır biliyor

Siyasette hiç umudu yok oy vermeyecek.

Yabancı filmlerden ise kovboy ekolüne meraklı. İyi, Kötü ve Çirkin’den, John Wayne’in ölüm haberini aldığı günden sözediyor, Clint Eastwood’un şu günlerde ne yaptığını soruyor.

Yanımda Diyarbakır’a has süzülmüş absürd-mizah ekolünün güçlü taşıyıcıları...

Daha ne isteyebilirim?

Kahkahaların sonu gelmiyor. Bir süre Diyarbakır’a has inanılmaz mizah gücüyle “Çin Seddi, a bu Diyarbakır surlarından daha iyidir?” sorusuyla başlıyan bitmez tükenmez ve nereden başladığı bilinmez bir rekabet tartışması sürüyor.

Diyarbakır surlarının galip çıkacağı baştan belli tabii... Onu “Nuh’un gemisinde Kürt var mıydı?” tartışması izliyor.

Serinleyebilmek için surların arkasındaki yamaçtan yemyeşil ovaya ve Dicle Üniversitesi'ne bakan hasırlı ve kilimli Cafe Alberto Louis Gabriel’de içtiğimiz kahveler eşliğinde devam eden muhabbet, günlerin yorgunluğunu alıyor.

Karşıda yanan anızın kokusu ve akşam ışığındaki görüntüsü muhteşem.


10 Temmuz 2007, Salı

Herşey söz verilen saatten bir, iki saat sonra gerçekleşir sözü genel olarak geçerli. Çok sabırlı olmak lazım.

Sabah köylere seçim havasını izlemek üzere gidişim de beklenenden geç başladı ve öğlen sıcağında uzun meslek hayatımda ilk kez, madeni ses kayıt cihazını sıcaktan kızdığı için bezle tutmak zorunda kaldım.


Bu kuyumcunun oyu AKP'ye... Partinin ekonomik politikalarını beğeniyormuş

DTP’nin bağımsız adaylarından Selahattin Demirtaş’ın Kürt sorununun siyasi çözümü konusunda çok detaylı konuşmalar yaptığını ama köylülerin günlük yaşamına dair somut sorunları konusunda fazla bir şey diyemediğini gözlemledim. Bu konularda sıkıntıları olduğunu kabul ediyor. "Maalesef programımız yok, bağımsız adaylarız" diyor.

Dağkapı semtindeki meşhur ciğercinin müdavimleri, kuyumcular çarşısı sohbetleri öğleden sonra. Şu ana kadar konuştuğum farklı kesimlerden seçmenin çoğunluğu bağımsız DTP adaylarına ya da AKP’ye destek verdiklerini söylüyorlar...

Seçimlerin hiç bir anlam ifade etmediğini söyleyen, oy vermeyeceğini söyleyen seçmen de var. Ama bir esnaf "Öyle derler ama bu bölge halkı başını kessen gider oyunu verir" diyor.

CHP’nin seçim çalışmalarını izleme ve adaylarıyla sohbet etme planım yarına kaldı. Kuyumcular çarşısı, ciğerci ve önceki günkü çay bahçesi sohbetlerinde CHP’yi destekleyen seçmen çıkmadı. Nerde sorsam “Çıkmaz burdan” diyorlar.

Yarın aramayı sürdüreceğim. Geçen seçimde iki milletvekili çıkardığına göre ben bulamıyorum.

Günün çalışmalarını, kentten geçen seçimde DEHAP baraj nedeniyle Meclis'e giremeyince 8 milletvekili çıkarmış AKP’nin adaylarından Abdurrahman Kurt ile Esma Ocak parkında yaptığım uzun geceyarısı sohbetiyle noktaladım.


Dağkapı'daki meşhur ciğerci... DTP ve AKP'ye oy vereceğini söyleyen seçmenler hararetle tartışıyor

Seçim barajını kaldırmayı bundan sonra da düşünmeyeceklerinin işaretini veriyor.

Onun beklentisi AKP’nin bu kez 6 milletvekili çıkarması. Oylarının kesinlikle artacağında iddialı. "Köylerde eskisinden çok ilgi görüyoruz" diyor. Diyarbakırlılara mesajı "Kalkınma ve Kürt sorununa demokrasi yoluyla çözüm üretilmesi."

O da ekonomik konularda çok daha kendine güvenli, ama gerektiğini söylediği siyasi adımlar konusunda somut kapsam ve takvim vermekte çekimser.

"Eliniz kolunuz mu bağlı?" sorusuna da biraz bağlı olduğunu, biraz da farklı kesimleri ikna etmek için çok zamana ihtiyaç olduğunu söyleyerek yanıt veriyor.

Çevremizde türbanlı ve türbansız hanımların da bulunduğu masalarda geç saatlere kadar keyifle okey oynanıyor.

Şimdi iki gündür yaptığım söyleşileri radyoya yansıtabilmek için çalışmaya girişmem lazım.


9 Temmuz 2007, Pazartesi

İnanması güç ama saat gece yarısına yaklaşırken telefonum çaldı ve gündüzki ısrarlı telefonlarımı yanıtlayan CHP Diyarbakır 1. sıra adayı ve milletvekili Mesut Değer “Camdan bakın karşı bina. Görmeniz için şimdi ışığı yakıp söndürüyorum” diyerek, yarınki görüşmemiz için adresini verdi.

AKP listesinde 2. sırada bulunan Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Kutbettin Arzu’yu da yarın görmeyi umuyorum. Tıpkı Silvan yolundaki köylere gidip gelmeyi de umduğum gibi…

Ama önce sabah olanları anlatayım.

Sabah ilk randevum DP İl başkanı Galip Ensarioğlu'ylaydı. Bürosu biraz işyeri biraz parti il merkezi gibi. Epey bekliyorum. Sekreteri "Aşiret lideri olmak kolay değil" diyor. "O kadar çok insan görmeye geliyor ki..."


Aysel Tuğluk Bağlar Mahallesi'nde seçim kampanyasını defler, şarkılar, türkilerle sürdürüyor

Ensarioğlu barajı aşacaklarından ve en az üç milletvekili çıkaracaklarından emin. Öncelikleri, "Anti demokratik anayasayı değiştirmek, Kürt meselesini çözecek demokratik ve özgürlükçü yasal değişimler ve ekonomik kalkınma" olacakmış.

Diyarbakır’da politikacılar, hangi partiden olursa olsun benzer bir söylem kullanıyor. Ama Ensarioğlu partisinin lideri Mehmet Ağar’ın da bu görüşte olduğunu söylüyor.

Öğleden sonra bölge genelinde 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinde oy oranını giderek artıran ve Diyarbakır’da 10 milletvekili çıkaran iki partinin toplamının iki mislinden bile çok oy alan partinin devamı DTP’nin İl Merkezi’ndeyim.

Kentten gösterdikleri dört bağımsız adayın eşit oy alabilmesi için dört ayrı il örgütü gibi çalıştıklarını anlatıyorlar. Son hafta seçim eğitimi yapacaklar. Okuma yazması olmayanlar için mühür kısmının boş bırakılacağı oy pusulası şablonları dağıtmak, ya da adayın yerini iple ölçmek yöntemlerini kullanabileceklerini söylüyorlar.

Partinin eş başkanı ve Diyarbakır adaylarından Aysel Tuğluk’la Bağlar mahallesinde dolaşıp söyleşiyorum. Def eşliğinde mahallenin daracık, yoksul sokaklarında, kenarlara öbeklenmiş kadınlar, yaşlılar, gençler ve çocukların arasından cümbüşle geçiyoruz.

Aslında katılımın daha canlı olmasını bekliyordum. Sıcaktan mı, sonuçtan herkesin emin olmasından mı?

Gün boyu partinin adaylarına destek verenlerin bazı kaygıları ve eleştirilerini de duydum. “Adayların belirlenmesinde halkın hiç bir katılımı olmuyor” diyenler var. Sorun temsil ise, bunun önemsenmesini istiyorlar.

Bağlar, Koşuyolu Parkı, Konak üzerinden şişe şişe su içip onları buharlaştırarak Sanat Sokağa ulaştım akşam üzeri...

Biraz çekirdek çitleyip çay içerek dinlenip yazar, yayıncı ve gazetecilerle küçük bir sohbetten sonra, sokağın iki yanını saran hasır iskemleli çayevlerini doldurmuş, akşamın serinliğini değilse de ılıklığını değerlendiren Diyarbakırlılardan bir gruba yanaştım sohbet için.

Hepsi öğretmenmiş. DTP’li bağımsızları destekliyorlar. “Meclise giderlerse onlardan ne bekliyorsunuz?” diye sorunca uzun bir liste veriyorlar: Demokratik bir anayasa, Kürtlerin kimlikleri ve kültürlerini özgürce ifade etmesi için adımlar, toplumsal barışın sağlanması, ama aynı zamanda bütün Türkiye için ekonomiden ekolojiye her alanda politika üretilmesi, Türkiye’de uzun zamandır eksikliği hissedilen solun yerinin doldurulması, temiz politikacılık konusunda Türkiye’ye örnek olunması.

Sonra biri gülerek “Zor vallahi. Çok şey istiyoruz. Yapmaları imkansız” diyor.

Yarın kahveleri dolaşıp esnafla da sohbet etmeliyim.



8 Temmuz 2007, Pazar

Diyarbakır'a akşam üzeri indim. Sıcak buna denir işte.

Bir kentin nabzını tutan meslek erbabının başında şoförlerin geldiğine ve çok iyi bildiklerim de dahil her kente açılan kapının ilk taksi şoföründen geçtiğine inanırım. Her zaman olduğu gibi, Diyarbakır'a özgü o güzel "başım gözüm üstüne" selamı ile karşılandım taksicim tarafından.


DTP'nin dört bağımsız milletvekili adayı var

İki kere oy vermiş hayatında o da Turgut Özal'a. "O mübarek insan yaşasa gene ona verirdim" diyor. Bölgeye çok hizmet getirdiğine inanıyor. Bu defa oy vermeyecek. Siyasetçiler sözler vermiş yapmamışlar.

"Ya bu hükumet, o nasıl?" diyorum aramızda an ben an pekişmekte olan güven sayesinde.

Tam beğenmiyor aslında. Durup ekliyor. "Ama yine de bazı düzeylerde beğeniyorum yani de, orada da engeller çıkarıyorlar. Siyaset ağır iştir" diyor. Ve iç çekiyor...

İşte buyrun! Diyarbakır'ın şifreli siyaset söylemine hoşgeldiniz!

Benim anladığıma göre sürücüm, "AKP Kürt meselesinin çözümü için adım atacak ama engel olanlar var" demek istiyor.

Az sonra müzik sesleri ve propaganda konuşmaları yükselen bir kahvenin önünde, kırmızı ışıkta durduk. Demokratik Toplum Partisi'nin 4 bağımsız adayından Aysel Tuğluk'un resimleri asılı camlarda... Arada bir kadın sesi yükseliyor. "22 Temmuz'da oyunuzu kendinize veriiiiiinnn!"

Dağkapı semtine gelene kadar Demokrat Parti ve İşçi Partisinin seçim arabaları müzikleri ve konuşmalarıyla geçiyor. Sonuncu arabadan "Türk ve Kürt kardeş, Amerika kalleşşşş" sesleri geliyor.

Partiler hareketli görünüyor. Ama "seçmen ne kadar hareketli, ne kadar umutlu?" İşte bunu merak ediyorum.

Otelime yerleştikten sonra Dağkapı'nın tanıdık sokaklarını şöyle hızla bir dolanıp, Şemse Allak parkına yayılmış kadınların arasında biraz oturup, "Abla abla, Allah seni sevdiğine bağışlasın" diye bağrışan mendilci çocukların arasında ne yapacağımı bilemeyerek iklime uyum sağladım.

Akşama bir kaç meslektaşla buluşup sohbet edeceğiz. İşte bir kentin nabzını tutan ikinci meslek erbabı. Bir de berberler var tabi ama o daha sonra.


5 Temmuz 2007, Perşembe

İki haftalık Güneydoğu bölgesi seçim gezime 9 Temmuz Pazartesi günü Diyarbakır'dan başlıyorum.

Bu seçimin bir özelliği seçilme şansı yüksek olan bağımsız adayların sayısının çokluğu...

Demokratik Toplum Partisi'nin geçen seçimlerde bölgedeki onu aşkın ilde birinci parti olduğu halde yüzde onluk ülke barajını aşamadığı için giremediği Meclis'e bu kez bağımsız adaylarını yollamaya çalışması nedeniyle seçim bu bölge için özel boyut da kazanıyor ve bu durumun parlamento aritmetiğini nasıl etkileyeceği de merak konusu.

Ben bu iki hafta içinde, Diyarbakır ve çevresindeki il, ilçe ve köylerde gezerek, Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı Türkiye'nin bu bölgesinde seçmenin oyunu nelere göre verdiğini soracağım.

Kürtler'in kültürel, sosyal hakları ya da siyasi talepleri mi, laiklik ve cumhuriyetin geleceği tartışmaları mı, Kuzey Irak'a müdahele olasılığı mı, onlarca yıldır her an bölge halkını tehdit eden şiddet ortamı mı, bölgenin Türkiye'de kalkınma sıralamasının en gerisinde yer alması mı, tarım ve hayvancılıktaki çöküş ve göç mü?

Yoksa hepsi birden mi?

Kırsal bölgeler ve kentlerde seçmenin eğilimleri farklılaşıyor mu? Aşiret, dini bağlar, tarikatın gücü ve siyasi görüş... Sandık günü geldiğinde, kimler için hangisi galip geliyor?

İşte yanıtını aramaya çalışacağım bazı sorular...

Diyarbakır'dan sonra nerelere gidebileceğim ise biraz da bölgedeki güvenlik koşullarıyla belirlenecek.
^^ BLOG-NOTLAR Ana Sayfa  

20 Nisan 2007 Cuma

BBC TÜRKÇE RADYO: 2007 ÖTEKİ IRAK- KÜRDİSTAN İZLENİMLERİ-8 BÖLÜM

8 bölümlük radyo dizisi - BBC TÜRKÇE 

 http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/955_other_iraq/page2.shtml

Kumru Başer, BBC Türkçe Servisi

1970'lerden bu yana Irak anayasasında özerkliği kabul edilen, 1991'den bu yana kendi kendisini idare eden Irak'ın kuzeyindeki Kürdistan bölgesinde 2003 yılında Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından bu yana neler oluyor?

ABD yönetimi Irak'ın geleceğinden söz ederken sık sık Kuzey Irak'ı ülkenin tümü için bir siyasi model olarak öneriyor. Ama halkının büyük bir kısmı maaşa bağlanmış, Baas geleneğiyle örgütlenmiş, iki büyük partinin mutlak egemenliğine dayalı sistemde demokrasi ve muhalefet ne ölçüde mümkün?

Son dört yıl içinde ekonomik ve siyasi olarak büyük güç kazanan bölgeyi yöneten siyasi partilerin bugüne ve geleceğe ilişkin vizyonları neler?

Daha yakın zamana kadar birbiriyle iç savaş içinde olan iki büyük Kürt partisinin geniş tabanlı bölgesel hükümet içindeki ortaklığı ne kadar kalıcı?

Onlarca televizyon, radyo, gazete ve dergi bulunan bölgede basın hürriyeti var mı?

Irak'ın İslam'a dayalı anayasa va yasalarındaki ayrımcılık içeren hükümler karşısında Kuzey Irak'ın laiklik ve eşitlikten yana kadın örgütleri neler yapıyor?

Petrol denizinde benzin kuyrukları... Petrol Irak ve Kuzey Irak'ın şansı mı laneti mi?


Kuzey Irak'ın üretime değil, devlet ihaleleri ve memur maaşına dayalı ekonomisi kime yarıyor?

Kürdistan bölgesini bir baştan bir başa inşa eden ve petrol arama ve çıkarma anlaşmalarını alan Türk şirketleri bölgenin geleceğini nasıl görüyor?

Erbilli ve Kerküklü, Sünni ve Şii, Kürtlere, Türkiye'ye ve İran'a bağlılık duyan, yirmiyi aşkın siyasi partisiyle Kuzey Iraklı Türkmenler. Ana dillerinde eğitim, yayın ve siyasi parti kurma haklarına sahip bir azınlık olarak talepleri...

Kerkük'ün geleceği konusunda Kürt ve Türkmen tezleri. Kentte asayiş ve normalleşme sürecindeki gecikme, yıl sonuna kadar bir referanduma izin verecek mi?

Öteki Irak dizisinde, Kuzey Irak'ta Dohuk, Şaklava, Taktak, Selahaddin, Süleymaniye ve Kerkük'te iki hafta dolaşıp, bu soruların yanıtlarını, toplumun her kesiminden onlarca kişiyle yaptığımız sohbetlerde arıyoruz.

30 Nisan 2006 Pazar

BBC TÜRKÇE RADYO: 2006 GÜNEYDOĞU İZLENİMLERİ-10 BÖLÜM




GİRİŞ (NİSAN 2006-BBC TÜRKÇE'DEN)

Türkiye'nin güneydoğusunda son 6–7 yıldır Kürt sorununun tanımlanışını ve çözüm önerilerini, bu konudaki tartışmaları derinden etkileyen çok önemli gelişmeler yaşanıyor.

Bölge, 1999 yılından geçen yıla kadar, PKK’nın ilan ettiği ateşkes ile son yirmi yılının en çatışmasız dönemini yaşadı. Olağanüstü Hal uygulaması resmen sona erdi.




2000'li yıllarla hızlanan Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği süreci bölgede yakından, izlendi. Kültürel ve siyasi haklar alanlarında bu sürece büyük umutlar bağlandı.

AB süreci bölgeye, yirmi yıldır devam eden şiddet ortamının en travmatik sonuçlarından zorunlu göçün yaralarının sarılması, anadilde yayın ve eğitim hakkı, sivil toplumun siyasi süreçlere katılımı ve güçlendirilmesi alanlarında bazı reformlar getirdi.

2003 yılında başlayan Irak'ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali, Kuzey Irak’taki Kürtler açısından, zaten körfez savaşından bu yana fiilen var olan özerk devlet yapılanmasının güçlenmesi, anayasal ve uluslararası meşruiyet kazanması anlamına geldi.

Türkiye'deki Kürtler açısından ise bu, en azından sınırın açılması ve ticaretin gelişmesi demekti.

Böylesi bir dönemde, güneydoğuda nelerin değiştiğini görmek, Kürtlerin, AB süreci, yapılan reformlar, devam eden şiddet, devletle ilişkileri, Irak’taki gelişmeler ve en önemli kendi yaşamları hakkındaki düşüncelerini dinlemek üzere üç haftalık bir geziye çıktım.

Mart ve Nisan aylarında sürdürdüğüm bu gezide yaptığım söyleşiler, Diyarbakır, Van ve Hakkâri il ve ilçeleri ile köylerine yoğunlaşıyor.

Her biri 15 dakikalik 10 bölümden oluşan bu radyo dizisine aşağıdaki linkten girip dinleyebilirsiniz.


http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/138_southeast/

DİZİDEN ÖZGÜR ÜNİVERSİTE SİTESİNCE ÇIKARILAN TRANSKRİPTler

DİYARBAKIR'IN BOŞALTILIP KISMEN GERİ DÖNÜLEN BİR KÖYÜNDEN: 


 Hangi köyden göçtünüz?
(Bir erkek): Biz Kocaköy ilçesine  bağlı Tepecik köyü; bizim gelişimizin tarihi de 92’nin 12. ayın 20’si.
Siz köyden ayrıldığınız günü hatırlıyor musunuz?
(Bir kadın): İyice hatırlıyorum; ben içerde oturuyordum. Korucular ilk önce geldiler. Köyü taradığı zaman ben penceredeydim. Tam kurşun başımın üstünden geçti. Kahvaltıyı ben sermiştim, çocuklarım üstünde oturuyordu. Sonra panzer falan sesi geldi; ben dedim, ‘Zaten panzer, asker gelirse çatışma duracak. Artık durmadı; ben de “eşşedümü” getirdim, dedim son şeydir.
Saat kaçtı?
Saat 8’len 9 arasında idi; sabah. Ben tekrar çıktım, dedim ‘tek çocuklarımın canını kurtarayım.’ Çocuklarım çırım çıplak, ayakkabısız, elbisesiz içerden çıkarttım, gittim caddenin üstüne; arkamızdan önümüzden kurşunlar sıkılıyor, evler yanıyor. Hayvanlar içerde diri diri yandılar; hayvanların sesi geliyor. Benim küçük oğlum, şimdi gördünüz, birbuçuk yaşındaydı. Ben aldım o çocukları, getirdim Diyarbakır’a; hiçbir şeyim kalmadı.
Zorunlu göçle ilgili programlarımızın sonuncusuna Diyarbakır’da, köylerini 14 yıl önce terk ettikleri günü unutamayanların anlattıklarıyla başladık. 1998 yılında yayınlanan TBMM komisyonu raporu., sorunlu göçü ‘en uzun süreli ve en kapsamlı hak ihlali’ diye tarif etmiş; ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti: “Zorunlu göçe maruz kalan insanlar uzun süreye yayılmış bir yer değişim yaşamıyorlar; yani köyü yıkılan insanın köyü en fazla on Dakka içersinde yerlebir ediliyor. Yıllarca ikamet ettikleri, oturdukları o toprağa bağlılıkları bir anda koparılıyor; evlerine bağlılıkları bir anda koparılıyor. Hak ihlalleri açısından baktığınızda zaten sadece tek bir hakkın ihlali değil yani; sadece bir yaşam hakkının, sadece bir mülkiyet hakkının, yani bir spesifik hak ihlali yok burada. Burada pozitif hukuk, evrensel hukukun güvenceye bağlamış olduğu, neredeyse bütün haklarınız ihlal ediliyor. Yani bir haklar zinciriniz ihlale maruz kalıyor.” Diyarbakır barosundan Av. Mahsuni Karaman, yaraları hala sarılamayan göçün insanlarda yol açtığı travmanın, Diyarbakır’da yaşanan her sorunda etkisi olduğunu düşünüyor; sokak gösterilerindeki şiddetten, artan kadın intiharlarına, uyuşturucu bağımlılığından sokak çocuklarına, hatta kaçak elektrik kullanımına kadar.
Ama yaraların sarılması artık göçün geriye döndürülmesi anlamına gelmiyor. 1980’li yılların ortalarında başlayan zorunlu göç sürecinin çocukları, artık göç ettikleri kentlerde büyümüş olan yetişkinler; ve çoğu geri dönmek istemiyor. Diyarbakır Bağlar mahallesinde görüştüğüm sorunlu göç mağduru ailenin büyükleriyle gençleri, geri dönüş konusunda çok farklı düşünüyorlar. Örneğin, kimin isteğinin ağır basacağı ise belli:
Siz Diyarbakır’da mı büyüdünüz?
6 yaşında buradayım.
Siz?
Ben de üç yaşından beri buradayım.
Burada okula gittiğiniz zaman Diyarbakır’da yerleşik diğer ailelerden farklı hissettiniz mi kendinizi; ya da zorluklarınız oldu mu?
Evet, yeni geldiğimizde tam Türkçe bilmiyorduk. Onlar Türkçe konuşuyor, biz Kürtçe. Yavaş yavaş Türkçe’ye alıştık. Ben hatırlamıyorum; işte bu Fatih caminin orasında, bir bodrum katta yatıp kalkıyorduk. Babam hapisteydi, ağabeyimgil bizi geçindiriyordu.
Peki siz okula gidiyor musunuz hala?
Ben gitmiyorum…
Ben lise bir…
Ne yapmak istiyorsun?
Valla, öğretmen olmak istiyorum
Ne öğretmeni?
Sınıf öğretmeni, ya da coğrafya…
Siz ne yapıyorsunuz şu anda, çalışıyor musunuz?
Çalışıyorum
Ne iş yapıyorsunuz?
Belediyede, ilaçlama…
Ne kadar zaman oldu?
5 sene
Peki sizler dönmeyi düşünüyor musunuz?
Elimize düşerse düşünüyoruz. Kendi köyün hali başka; her şey bedavadır, hiçbir şeysi paraylan değil. Yumurtası bedava, yoğurdu bedava.
Peki, ya gençler gelmezse; onlar Diyarbakır’da kalmak isteyebilir.
Ben gençlerimi Diyarbakır’da yalnız bırakamam; onlar neredeyse ben de ordayım.
Kadınların durumu genellikle çocuklarına, eşlerine ya da babalarına göre şekilleniyor; Tepecik köyüne geri dönenlerden Sezi ve annesi örneğin:
Sezi merhaba
Merhaba!
Kaç senedir köye geri gelmişsin?
2 senedir gelmişim.
Daha önce bu köyde mi yaşıyordun?
Daha önce, evet bu köyde yaşıyorduk
Burada mı doğdun?
Evet, burada doğdum.
92’de mi sizde buradan kaçtınız, ayrıldınız?
Evet.
Sonra buraya dönme kararını nasıl verdiniz?
Yani şimdi dönme kararı; benim ailem başka bir köydeydi, ben İzmir’de kalıyordum, ağabeymin yanında. Ben işte babamlar zaten sürekli gidip geliyordu köye işte. Babam çok istiyordu. Şimdi millet de yerleşince köye; e, babam da birden aynı kararda aslında. Yani, ‘Gitcem’ dedi; benim pek annem gitmeye-gelme taraftarı değildi. Ama işte, babamın dediği dediktir.
Bir de yarı köyde, yarı şehirde yaşayanlar var; Diyarbakır’a yakın Mermer köyünden Dilan gibi: Askerim şu anda.”
Nerde askerliğini yapıyorsun?
İszmit(te askerim, Kocaeli’de askerim.
Süresi ne kadar karlı?
Süresi, 150 günüm var daha. 150 gün sonra inşallah teskeremi alıp, tekrar gelirim buralara.
Nerde yaşıyorsun?
Ben normalde Antalya’dayım.
Ne zaman göçtün Antalya’ya?
8 senedir gidip geliyorum işte; köye gidiyorum, Mermer. Bizim karakol var orda.
Peki Antalya’da ne yapıyorsun?
Antalya’da barmen, dj’cilik yapıyorum.
Ne tür müzikler?
Yabancı, ondan sonra Slow olsun… O tür müzikleri, şarkıları biz…
Türistlerin geldiği bir yer mi?
Türistlerin geldiği bir yer; otel şey, bar olduğu için.
Arkadaşların ne oldu? Mesela köydeki arkadaşların falan…
Şimdi gençler, fazla bulamazsınız köylerde. İş zamanı, bu vakitler çıkıyorlar, işte şehirlere… Kışın gene geri geliyorlar; gurbet çekilmiyor, geliyorlar tekrar.
Köylerine dönemeyen ve 15-20 yıldır şehirlerde yaşayanların ne kadarı acaba, bütün koşullar uygun olsa geri döner? Ya da bunca yıldır ne kadar kentli oldular? Bu anlamda göçtükleri kentleri nasıl etkilediler?
Dicle Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Yard. Doç. Mahzar Bağlı, Diyarbakır’da bu sorulara cevap arayan bir araştırma yapmış. 1990 ile 2000 yılları arasındaki 10 yıllık bir dönemi kapsıyor ve 416 kişinin katıldığı bir anket çalışmasına dayanıyor: “Üç temel hipotezimiz vardı; bunlardan birincisi, buraya göç eden insanların çok ciddi anlamda kentli bir tutumla karşılaşamadıkları ve dolayısıyla kentleşmenin gittikçe uzayan, yani aksayan bir süreç olarak ortaya çıktığını gördük. Bir de bununla beraber, psikolojik olarak kişinin, kendisini göçe hazır hissetmemesinden kaynaklanan sorunlar var.
Bir diğeri de, geri dönme isteğinin hakkaten çoğunlukla dile getirildiği bir biçimde güçlü bir şekilde devam edip etmediğidir. Çünkü Türkiye’nin diğer bölgelerinde, göç edenlerin önemli bir kısmı geri dönmek istemiyorlardır. Zaten bunu psikolojik olarak, kendilerini hazır hissetmiyorlar ve belli bir gerekçeyle göç ediyorlar. buradan, nerdeyse insanların kendilerinden kaynaklanan bir gerekçe yok; başkalarından kaynaklanan birtakım gerekçeler var. Ve dolayısıyla bu, başkalarından kaynaklanan gerekçeler ortadan kalkarsa, ‘Acaba geri dönmek isteyecekler mi?’ diye sormuştuk. 96’da yapılan araştırmada %70 civarında; 99’daki araştırmalarda %60; bizim araştırmamızda %50 civarında çıktı, geri dönme isteği.
Kadınlarda geri dönme isteğini daha düşük gördük ki, bu da kentin, belki onlara sunmuş olduğu imkanların varlığı ile açıklanabilir. Yani imkanlara kavuşmuş olmak değil, görüyor olmak ve belki, ‘Bir gün bunlara kavuşabilirim!’ özlemiyle burada kalmayı arzu ediyorlar. Doğrusu buradaki problem, başta da söylediğim gibi, yani buraya göç eden insanlar, geldikleri zaman kentte, kentli bir sınıfla –deyim yerindeyse- karşılaşmamışlardır. Ve bunun da çeşitli nedenleri var; belki Diyarbakır’ın çok yerlilerinin önemli bir kısmı bu süreçte buradan göç etmiş olmaları. Zaten Diyarbakır’ın göçle ilgili en büyük özelliklerinden birisi, aldığı göçün iki katı bir göç veriyor olmasıdır da. Yani kent merkezinden göç veriyor: aynı zamanda kent merkezine de göç alıyor. Mesela İstanbul’da da bu problem var, belki Ankara’da da var bu problem; ama oralardaki insanlar, gittiklerinde Ankaralı bir kesimle karşılaşıyorlar ve İstanbullu birileriyle karşılaşabiliyorlar. Ha, burada böyle bir şeyle karşılaşılmadı; yani insanlar ordaki bütün tutum ve davranışlarını buraya taşıdılar ve bir başkasının gözüne batmadı bunlar. Hem karşılaşılan toplumsal tabaka kentli bir tutuma sahip değildi, hem de üretim açısından da gerçekten ve informel alanlarda çalıştıkları için bir dönüşüm, ne yazık ki, gerçekleşmedi. Tabi, bu dönüşüm gerçekleşmeyince işte, belki 15 yıl, 20 yıldır devam ediyor; bu göçle birlikte gelen yeni nesil artık bir nevi, kenti kuşatmış oldu.”
Devletin köye dönüş ve tazminat konularındaki uygulamalarını önceki programlarda ele aldık; ama halen kentlerde yaşayan ve bundan sonra da önemli bir kısmı, muhtemelen kentlerde yaşamaya devam edecek olan zorunlu göç mağdurlarının yeni bir yaşama uyumu, rehabilitasyonunu hedefleyen özel bir program yok. BM kalkınma örgütünden Yeşim Oruç: “Zorla değil de hani böyle, ‘Aman, köye dönüş iyidir, aman gidin, gidin!’ demekle çok doğru bir yere varılmıyor. İnsanlar 10 yıldan fazladır bir süre kent merkezlerinde oturuyorlar. Özellikle  gençler, hatta kadınlar, çocuklar; bunlar köye geri dönmek pek istemiyorlar açıkçası. Onun için kentsel entegrasyon, tazminattan yararlanmak kanımca nerdeyse çoğunluğu için yerinden olmuş kişilerin çoğunluğu için daha etkin önlem alanları olacaktır. Burada, yerinden olmuş kişilere özel bir program yok! Her vatandaşın yararlanabildiği eğitim, sağlık ve sosyal yardım alanlarından her vatandaşla eşit şartlarda yararlanabilmeleri ilk adım. Bunların tabi, insanları hakir görücü veya küçük düşürücü şekillerde değil; insanların onurlarının daha dikkate alınarak onların yapabilir kılınmalarına özen göstererek toplumsal hayata katılımlarını teşvik ederek, mümkünse üretim alanlarına katılımları teşvik edilerek sosyal yardımların ciddiyetle hatta hatta hacminin her geçen gün artırılarak; zaten verildiğini görüyoruz, daha da artırılmasını çeşitli çalışmalarımızda da öneriyoruz.”
Doğu ve Güneydoğu da yaklaşık son 20 yılda yaşanan zorunlu göçün boyutları konusunda farklı rakamlar ve tahminler var. Ancak herkesin kabul ettiği bir şey, bu bölgelerdeki il ve ilçe merkezlerinin nüfusunun bu dönem içinde ikiye, üçe, bazen dörde katlandığı. Bunun yarattığı sorunları izlemek için, bu süreçte büyük göç alan merkezlerden biri olan Hakkari’nin Yüksekova ilçesine uzanalım. Yüksekova, kendisine bağlı olup, boşaltılan 40’a yakın köyün yanı sıra Çukurca, Hakkari, Şemdinli ve Şırnak tarafından göç almış. Yüksekova kaymakamı Uğur Kalkar anlatıyor: “İlçemiz, özellikle son dönemlerde köylerin boşaltılmasıyla beraber, gerek kendi ilçemizin köylerinden, gerekse de civar ilçelerdeki köylerin boşaltılmasıyla beraber; özellikle ilçe merkezi yoğun bir göç almış durumda. İlçe merkezimizin nüfusu 1990’larda 20 bin, 25 bin civarındayken, şu anda 80 binlere, 100 binlere dayanmış durumda. Yani çok kısa süre içersinde, 15 yıl gibi kısa bir süre içersinde nüfusu 3’e katlanmış durumda. Bunun, beraberinde getirdiği çok önemli sıkıntıları var.
Peki, bu sorunların giderilmesi konusunda gerekli kaynaklara sahip olduğunuzu düşünmüyor musunuz?
Şimdi, göçün tabi beraberinde getirdiği altyapı ile ilgili sıkıntılar değil, bir takım sosyal ve kültürel sıkıntılar da var. Onların, takdir edersiniz ki, hepsini bir anda aşmak çok zor! Biz bu sorunları aşmak için elimizden gelen bütün çabayı gösteriyoruz. Özellikle eğitimle, sağlıkla alakalı altyapı eksikliklerini, okul ihtiyaçlarımızı, öğretmen eksikliklerimizi gidermeye çalışıyoruz. Kaynak sıkıntısı duyduğumuz noktalarda kendi üstlerimize ve Ankara’ya bu ihtiyaçlarımızı bildiriyoruz. Bu konuda devletimizin hassasiyeti çok yüksek; ihtiyaç duyulan kaynakları temin edebiliyoruz; ama daha fazla kaynağa ihtiyaç duyuyoruz.”
Sorunların boyutları çok büyük. Bölgedeki hemen tüm il ve ilçe belediyeleri gibi Yüksekova’nın yerel yönetimi de bir yandan zorunlu göçün, bir yandan onunla daha ağırlaşan yoksullaşmanın yükü altında, deyim yerindeyse “inliyor!” Belediye başkanı Salih Yıldız, nüfusun belediye, jandarma ve sağlık müdürlüğü tarafından 100 binin üzerinde saptanmasına rağmen, resmen 60 binin altında kaydedilmesinin iller bankasından gelen kaynakları da yarıya indirdiğine dikkat çekti: “Hizmet konusunda çok zorlanıyoruz; çünkü 2003’te imar planı yapılmış şehrin. Ondan önce çarpık kentleşme nedeniyle rasgele herkes her yere ev yapmış, bina yapmış. Cadde, sokaklar nizami değil, dar. Adam küçükbaş hayvanını, büyükbaş hayvanını olduğu gibi getirmiş; tavuk kümesinden, bilmem hindisine kadar, her şeyini şehirde besliyor. Şimdi bundan biz zorlanıyoruz. Neden zorlanıyoruz? İtfaiyenin geçemeyeceği, yangın olduğu zaman sokaklarda zorlanıyoruz, çöp temizlenmesinde zorlanıyoruz, su götürme hizmetinden zorlanıyoruz. Aynı zamanda da bu kültür, bu insanlar bu güne kadar dayatmışlar, para ödememişler; para ödeme alışkanlığı olmamış belediyeye. Hizmet de istiyorlar; e, şimdi durumu iyi olmayan 135 bin nüfusa hizmet eden, 59 bin nüfusa göre iller bankasından payı gelen, 300 personeli olan, personelin maaşını en yüksek, bir belediye olarak gelen para ancak personel maaşına yetiyor. Tabi ki, para artmayınca hizmet götürmekte zorlanıyoruz. Bir de %80’ e, belki 85’e tekabül eden kesimin işsiz olduğu; işte 2000-3000, işportacılıkla kendini öyle geçim kaynağı sağlıyor. Bunların bile yaşamları böyle sokakta, kaldırımlarda sorun haline geldiği bir kentte…  Gerçekten sağlık karnesinden, bilmem ilaç almasından; geçim sıkıntısında herkes, gelip bizi buluyor.”
Çeşitli boyutlarıyla izini sürdüğümüz ve sürerken de yer yer ayrıntıları görebilmek için bölgedeki siyasi ve toplumsal başka sorunlardan, bir ölçüde soyutlamak zorunda kaldığımız zorunlu göç hakkında aslında daha çok şey söylemek mümkün; ama belki de en önemlisi, zorunlu göçün bölgede sadece 20’yi aşkın yıldır devam eden şiddet ortamının bir sonucu değil, aynı zamanda yaraları sarılamadığı ölçüde ve o sürece çok karmaşık yeni sıkıntıların ve sorunların ve yepyeni çatışmaların da kaynağı haline geldiğini vurgulamak!


-  Siz nerede yaşıyorsunuz?
-  Ben Yüksekova’da kalıyordum; iki senedir evim Van’dadır. Eşim de kalp hastasıdır.
Peki, daha önce köyünüz var mıydı?
-  Köyümüz vardı tabi. Yani köyde durumumuz süperdi; ağalar gibi geçinip gidiyorduk.
-  Neyle geçiniyordunuz?
-  Koyun; hayvanlarımız vardı, durumumuz iyiydi yani.
-  Köyünüz neredeydi, adı neydi?
-  Yeşilöz köyü, Beytüşşebab’a bağlıdır. Kürtçe Feraşi’dir. Biz orda yaşıyorduk. 1989’da yaktılar.
(Çocuk öksürmesi sesleri…)
-  Kaç çocuk var?
-  İki tane çocuğum var.
-  Adı ne kızın?
-  Nujin
 -  Nujin ne demek?
-  Nujin, yani Yeni yaşam, yepyeni bir sayfa; o da, nerede o günler!



KÖYLERİNE DÖNEMEYEN KORUCULAR VE CEVİZ AĞAÇLARI 

Bölgedeki hemen her sorunu derinlemesine etkileyen ‘sorunlu göç’le başlıyor; ‘Kürt sorunu’nun günlük hayattaki bazı tezahürleriyle de devam edecek…
Hakkari’nin Yüksekova ilçesi yakınındaki Doğanlı köyünden başlayalım, ‘zorunlu göç’ün izini sürmeye. Geçici bir yerleşim yeri Doğanlı. Burada, Çukurca7nın Uzundere köyünü terk etmek zorunda kalmış insanlar yaşıyor. 20 yıldır koruculuk yapıyorlar. Hayatlarında hayvancılık ve tarımın yerini silahlar ve tehlike almış.
Dorukları sürekli karlı olan muhteşem dağların arasındaki ovanın bir köşesine 3 sene önce kurulan, 204 hanelik bu yerleşim; yan yana, sıkışık düzen, tek katlı, gri evlerden oluşuyor. Yeşili, tarlası, hayvanı, merası yok! Evlerinin arası çamur deryası; köyden çok, yerini şaşırmış çok yoksul bir gecekondu mahallesi ya da afetzedeler için kurulmuş bir kampı andırıyor. Bu yüzden olmalı ki, buraya herkes “Doğanlı Kampı” diyor, buralarda. Onlarla göçlerinin ve dönemeyişlerinin hikayesini konuştuk:
-  Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?
-  Sağolun, Doğanlı köyü muhtarı Musa Alpan.
-  Musa bey, ne zaman buraya geldiniz?
-  Efendim, bu 2002’den biz buraya gelmişiz.
-  Şimdi burada durumumuz nedir, sıkıntılarımız var mı?
-  Vallahi durumumuz… Sıkıntımız vardır zaten. Sadece konut ki, devlet bize vermişti zaten; ne ekinimiz var…

- Tarlanız yok!
Tarlamız yok; ne meramız var, biz bir hayvan beslesek. Bu, büyük bir sıkıntı içindeyiz zaten. Biz geri dönmek de istiyoruz zaten, bu şartta…
Doğanlı kampı Uzundereli 3000 köylünün, köylerini terk etmek zorunda kaldıkları 1995’ten bu yana, yani 11 yıl içinde barındıkları 4. geçici yer. Daha önce komşu köylere misafir olmuş, bir süre çadırlarda yaşamış; yerleştirildikleri bir kamptan, afet bölgesi olması yüzünden çıkmak zorunda kalmış, son olarak da buraya gelmişler. Yüksekova ve Hakkari çevresi Doğanlı benzeri kamplarla dolu. Şiddet ortamında şu veya bu şekilde köylerini terk etmeye zorlanmış insanlarla dolu bu kamplar.
1984 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan çatışmaların yol açtığı zorunlu göçten kaç kişinin etkilendiğini söylemek hala mümkün değil. TBMM’nin 1998 tarihli komisyon raporuna göre 905 köy ve 2523 mezra boşaltılmış. 378335 kişi göç etmiş. İçişleri Bakanlığı’nın 2005 yılı için verdiği rakam ise 355803. Sivil toplum kuruluşları ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu tahmin ediyor; verdikleri rakamlar 4 milyona kadar çıkabiliyor. Ama bu konuda şu ana kadar henüz kapsamlı bir araştırma yapılmış değil.

Peki ya dönebilenler…
İçişleri Bakanlığı’nın verdiği son rakamlara göre 2005 yazı itibariyle, köyleri boşalmış olanların üçte biri köylerine dönmüş; ama bu konuda da görüş birliği yok! Oysa sağlıklı bir politika üretilebilmesi için her şeyden önce, sorunun boyutlarının saptanması gerekiyor. Bu amaçla, hükümetle anlaşmalı olarak Hacettepe Üniversitesi tarafından yürütülen bir araştırmaya, BM uzmanlık sağlıyor. BM kalkınma örgütünün Türkiye bürosundan  Yeşim Oruç: “Tamamıyla bağımsız bir anket çalışması. Esas itibariyle, Türkiye’de yerinden olmuş kişiler sayısı ve yerinden olmuş kişilerin ileriye dönük tercihlerini belirlemeye yönelik bir anket çalışması. Hacettepe Üniversitesi’nin sonuçları, tahminimce bizi çok daha realistik bir noktaya getirecek; ne 350 binde tutacak, ne 4 milyona götürecek. Haziran ortasında, anketin kamuoyuna açıklanacağı bilgisini aldık.”

Bu çalışmanın pratikte ne gibi yararları olacak sizce?
“Çok önemli tabi, böyle bir sayısal tahminlerin yapılabilmesi. Her şeyden önce ulusal sorumluluk. Yani yerinden olmuş vatandaşlara devletin sorumluluklarını, yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için; Ve bu köye dönüş, yerinde entegrasyon için, sosyal yardım ve veya tazminat… Bütün bunlar, yerine getirilebilmesi için bu sorumluluğun kaç kişiye karşı olduğunu ve bütçelerinin bilinebiliyor olması lazım.”
Zoraki göçetmiş veya dönebilmiş olanların sayıları konusunda görüş binliği olmamakla beraber, geri dönüşün önünde büyük engeller olduğunu herkes kabul ediyor: “Korucu biz olduk zaten. Ondan dolayısıyla zaten, orda duramadık. Savaştık zaten. 44 köyü orda boşaltmışlar zaten, Çehoze bölgesinde, sadece biz değiliz zaten. Bu dağın arkasında zaten, iki köy vardır.
-  Köyleriniz ne oldu, şimdi orda harabe mi?
-  Harabedir; bir şey kalmadı.
Gidip gördünüz mü hiç?
- Geçen sene biz görmüşüz. Orda ayakta bir şey kalmamış, çöl olmuş.
Şimdi niye dönmüyorsunuz, izin mi yok?
-  Köy yolu berbattır efendim, yol yok. Orda zaten imkanlarımız da kalmamıştır.; ne kavak kalmıştır, ne cevizler kalmıştır, ne meyveler kalmıştır. O kadar gücümüz de yoktur. Sadece gelir kaynağımız koruculuktur zaten. Her evin 10 tane nüfusu var. Ayda 400 milyon veriyor; on gün idaresine yapıyor, 20 gün aç kalıyor.

-  Peki şimdi her şey yapılmış olsa, köye dönseniz güvenliğiniz var mı?
-  Güvenlik yoktur orda. 44 tane mezra boştur zaten. Köy boştur; onlar da dönmemiş. Yollarımız da toprak, mayın dolayısıyla zaten…
-  Mayın da mı var?
-  Var.
Doğanlı kampı muhtarının anlattığı gibi köye dönüşün önündeki en önemli sebeplerden biri, maddi imkansızlı ve köy altyapılarının, kırsal ekonomisinin tamamıyla harap olmuş olması. Tablo, 1994’ten bu yana uygulanan ve 14 ili kapsayan ‘köye dönüş, rehabilitasyon programı’nın bu zorlukları aşmada yeterli olamadığına işaret ediyor. Bu konuda AKP hükümetinin iki yıl önce attığı çok önemli bir başka adımı, 5233 sayılı terör ve terörle mücadeleden doğan zararların tazminine dair yasaya ve uygulamasına daha sonra döneceğiz. Ama bütün bunlardan önde gelen bir soruna mercek tutalım önce;

Can güvenliği!
Çatışmaların yer yer devam etmesi ve özellikle de mayınlar, Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylüleri ve onlarla benzer durumda olan Çukurca’nın 44 diğer köyü açısından büyük önem taşıyor.

Nedir, mayınlar konusunda son durum?
Hakkari Barosu avukatlarından Rujbin Tugan’ı dinleyeceğiz. Tugan, mayınlarla ilgili çalışma yürüten küçük bir sivil inisiyatifin üyesi; hem de Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylülerinin avukatı: “Mayınlara karşı bir toplumsal duyarlılık, bir bilinç oluşturmak üzere bir araya geldik. Kölülerle, muhtarlarla, jandarma birimleriyle, askerlerle konuşmaya başladık; yardım istedik yetkililerden hatta. Hakkari bölgesini esas alaraktan, ne kadar insanın bundan etkilendiğini, öncelikle tespit etmek amacıyla bir anket çalışması yaptık. Şu anda raporunun yazılması aşamasındayız. Ve raporunu bir kitap halinde paylaşmayı düşünüyoruz. Ancak bizim beklediğimizden de çok iç karartıcı bir tabloyla karşılaştık bu çalışma esnasında.
Yani biz yaklaşık işte, Hakkari’nin yüzde seksenine yakınını gezdik. O yüzde yirmilik, hiç giremediğimiz alanlardı. Onlar da bizzat resmi görevlilerce de mayınlı olduğu bildirilen ve kesinlikle insanların giremeyeceği alanlardı.
Yerleşim alanlarının içlerinde bir takım, yani çocukların taş fırlatmak suretiyle oyun oynadığı mayınlı yerlerle karşılaştık. Bütün Hakkari bölgesinde, iki bölge haricinde “mayınlıdır!” işareti göremedik.”
-  Bu konuda uluslar arası kuruluşlardan yardım ya da işbirliği almanız sözkonusu oldu mu?
“Grubumuz, kurulduğu andan itibaren, ‘Biz işbirliği ve yardım istiyoruz; çünkü bir, mayınların neye benzediği konusunda dahi çok fazla fikir sahibi değildik. Bu konularda, işte internetten indirdiğimiz şeylerden bilgi sahibi olduk. Broşürler bastırıldı. İşte, çocuklara gösterdik, ‘Buna benziyor!’; kadınlara gösterdik… Tabi dil problemi de var; yani siz broşür bastırıyorsunuz, Türkçe bastırıyorsunuz. Ayrıca, zaten okuma-yazma oranı çok düşük. Dolayısıyla anlatmak; beraber gittiğimiz bütün köylerde, köylülerin tümünü toplayaraktan… Özellikle kadınlar ve çocuklara, ısrarla… Çünkü erkekler bir biçimde silahla haşir-neşirler. Aslında tabi ki, bizim özde yapmaya çalıştığımız şey; biz ‘şiddet sorgulamaya’ çalışıyoruz bölgede. Bunun en kolay ve en anlaşılır yolu, sanırım mayınlar; çünkü herkes ‘mayın mağduru’ olabilir. Yani siz, ben, asker, polis, sivil, kadın, çocuk, Türk, Kürt, Müslüman; herhangi birisi… Ve herhangi bir yerde, ve herhangi bir zamanda mayın mağduru olabilir. Yani, kimin koyduğundan ziyade; onunla ilgili değiliz biz. Zaten devletin egemenlik sahası içersinde olan bir alandan bahsediyoruz Dolayısıyla siz, Hakkari’nin sınırındaki sıfır noktadaki bir köyünde yaşayan çocuğun da can ve mal güvenliğini teminle mükellefsiniz.
Ayrıca mayınlar tabi ki, geri dönüş önünde en önemli engellerden birisi; çünkü bir haritası yok bunların. Karakollar, işte boşaltılmış, köy boşaltıldıktan sonra orası temizlenmemiş ama… Ve onlar yağmurla, çamurla, karla kaymış tabi ki… Ve ne biliyim, başkalarının koyduğu mayınlar var ve bunlar iklim koşullarıyla çok çabuk yer değiştirebiliyorlar, kayabiliyorlar; ve yerlerini tespit etmek zaten çok güç.”
-  Mesela biz Doğanlı kampına gittik. Onların ‘köye dönüş’ başvuruları var. Bunun geri çevrilme sebebi herhalde mayınlar, değil mi?
“Orası zaten sınıra çok yakın bir bölge, mayınla dolu. Yaptığımız başvurulara, işte geçici cevaplar veriliyor; ya hiç cevap verilmiyor. Daha önce, ‘Gidemezsiniz!’ deniyordu; son bir yıldır, ‘Gidemezsiniz!’ denmiyor ama ‘Yolu yok, yol yapacağız, bekleyin’ anlamında… Fakat biz gitmeye çalıştık işte; mayın grubu olarak çalışma yürüttüğümüz esnada, bize resmi olarak, yani askeri birimlerin verdiği cevapta, ‘Oraya giremezsiniz’; yani, ‘Girmeyin!’ daha doğrusu ‘Gitmeyin, çünkü ölürsünüz!’ dendi.”
-  Can güvenliğiniz yok!
“Tabi, evet…”
-  Peki, ne yapılabilir, pratik olarak?
“Şimdi, aslında ikiye ayırmak lazım: Şu anda yerleşik yaşamda olanlara ilişkin olarak ve boş alanlarla ilgili, boş köylerle ilgili olarak ikili bir çalışma yapılması gerektiğine inanıyoruz biz. Yani öncelikli olarak bir bilgilendirme çalışması yapılması çok acil olarak bir ihtiyaç, Ve işaretlemelerin yapılması gerekiyor. Şimdi zaten bizim çalışmamızda, bizim iki tane haritamız ortaya çıkacak. Yani bu haritalar en azından bir rehber olabilir. Ayrıca mağdurlara yönelik olarak çok ciddi çalışmalara ihtiyaç var; protezleri yok, kolsuz, yüzü parçalanmış… İşte vücudunun belli bin uzvu yok, ‘Bu biçimde hayatını nasıl idame ettirebilir? Normal bir hayat nasıl sürdürebilir?’ gibi bir takım şeyler vermek gerekiyor bu insanlara. Bunun dışında tabi, eğer köylere geri dönülmesi isteniyorsa, çok acil bir biçimde bir tarama ve temizleme çalışmasına başlanmalı.”
İkinci bölüm
- Şimdi neredeyiz, kapı nerdeydi?
- Kapı burasıdır. Burası yatak odasıdır, burası da mutfaktı. Burası yoldur, burada dut ağacı vardı, çiçekler falan vardı. Her akşamları çay yapardık, içerdik…

Zorunlu göçün izini sürmeye devam edeceğiz.
Diyarbakır’la Lice arasındaki Tepecik, zorunlu göç mağduru bir başka köy. 70 haneli köy, 1992 yılının 20 Aralık gecesi boşaltılmış ve yakılmış. Son 4 yıldır köye dönüşe izin verilmiş yetkililer tarafından. Şu anda köye dönen 25 hane var. Yıkılmış evlerin arasına yeni evler yapmışlar, köydeki hayatlarını yeniden kurmaya çalışıyorlar. Okul sağlam, Cami’nin tamiri ise tamamlanmak üzere. Ama köy halkının üçte ikisi, bize köyü gezdiren hacı amca ve ailesi gibi köye sadece arada bir ziyarete gidebiliyor.
Yerinden yurdundan edilmiş insanların geri dönemeyiş sebepleri çok çeşitli. Şırnak’a bağlı Beytüşşabap’ın Yeşildere köyü geniş Gerdan aşiretinden. Onlar da 1994’ten bu yana köylerinden uzaklar. Dönmelerine hala izin verilmeyen köylerden. 155 hane, Yüksekova’nın Eskikışla ve Orman mahallelerinde yaşıyor.
-  Sizi tanıyabilir miyiz?
-  Ben, Eskikışla mahalle muhtarı Hasan Boz. Beytüşşabap’tan gelmişiz.
-  Geri dönmek için müracaat yaptınız mı?
-  Geri dönmek için 2002, 2003, 2004, 2005, bu sene de 2006; hep müracaatımız vardır, 155 hane adına.
-  Cevap alamadınız mı?
-  Cevap geliyor da, olumlu bir cevap yoktur. Onlar diyor; “Köy boştur, şimdi müsait değiliz”, yani “Yerleşim yoktur!” diyor. Hakkari valisiyle görüştüm, o da Şırnak valisiyle görüşecekmiş; fakat, olumlu bir sonuç beklemiyorum. İnsanlarımız da 155 hane; burada hepsi de işsiz ve perişan.
-  Köyler dolu mu?
-  Aşiret olarak 45 köy ve mezramız şu an boştur; yani 94’ten beri boştur.
-  Köyünüz ne sebeple boşaltılmış?
-  Bizim köyümüz olaylar nedeniyle, devlet tabi PKK, o çerçevede… Devlet boşaltıldı, yani zorla boşaltıldı.
-  Korucu oldunuz mu?
-  Korucu olmadığı için boşaltıldı. Hele bizim aşiretimiz korucu olmadı. Sadece 2 aile korucumuz vardır, o da eski muhtarlarımızdır.
Göç ve geri dönemeyiş konuşulurken, konu bir noktada mutlaka, gelip koruculuğa dayanıyor. Koruculuk 1985 yılında 3175 sayılı yasaya dayanarak yürürlüğe konulmuş. O zamandan bu yana da tartışma yaratmasına rağmen, ortadan kaldırılması güç bir sistem. Ekonomik olarak baktığımızda Doğu ve Güneydoğu’daki 14 ile; bugün Türkiye’de, kişi başına düşen gelire göre iller arasında yapılan sıralamada en son 20 sırada oynuyor. Kürt nüfusun yoğun olduğu 22 ilde, ‘geçici köy korucuları’ adı verilen 58542 maaşlı ve tahminen 30 bine yakın gönüllü korucu var.
Tarım ve hayvancılığın, şiddet ortamında yok olmasıyla iyice yoksullaşan bölgede koruculuk, bu hesaba göre en az 1 milyon insanın geçim kaynağını oluşturuyor. Çukurca Uzundere’yi 1995 yılında terk etmek zorunda kalmış Yüksekova Doğanlı kampında yaşayan 3000 kişinin ana gelir kaynağı, köydeki 100 korucunun maaşları örneğin: “20 sene oldu biz korucuyuz. Korucu maaşları 400 milyon lira. Mesela benim nüfusum, 15 nüfusum var. 400 milyonla geçinemiyoruz. Maaşımız az.

-  Peki, şimdi ‘Koruculuk kaldırıldı!’ deseler,; işte gene hayvanınızı, tarımınızı yapın!’ deseler, iyi olur mu sizce?
-  Şimdi, eski köyümüz boştur. Ağaçlarımız kurumuş; yolumuz yok, enerjimiz yok, sağlık ocağımız yok, okul yok, hiçbir şeysi yok. Oraya gitse mümkün değil, yani gitmiyoruz. Burada da aynı, arazimiz yok, hiçbir şeyimiz yok; sadece gördüğün gibi,bu konutlar var!
Koruculuğun bir başka önemli yönü ise silahlı bir güç olarak, korucu olmayanlar açısından bir tehdit oluşturabilmesi. Bu durum; bir yandan bölgede korucularla, koruculuğu seçmeyen nüfus arasındaki husumetin sürmesine yol açıyor. Bir yandan da denetimden uzak, silahlı güç olarak korucular arasında suç oranı hayli yüksek. İçişleri bakanı Abdülkadir Aksu, geçen yılın Eylül ayında 20 yıl içinde yaklaşık 5 bin köy korucusunun suç işlediğini, bine yakınının da tutuklandığını açıkladı. Suçların niteliği ise gasp ve soygundan, öldürme ve yaralamaya; güvenlik güçleriyle çatışmadan, toplu tecavüze ve uyuşturucu madde kaçakçılığına kadar uzanıyor. Ama prensip olarak kaldırılmasına kimsenin, korucuların dahi pek itiraz etmediği; bu sistemin nasıl yok edilebileceği konusunda henüz bir proje yok. Yalnızca 2000 yılında bu yana yeni korucu alınmadığı biliniyor.
Doğu ve Güneydoğu’da yerlerinden edilmiş insanların geriye dönüşü, Türkiye’nin AB üyelik süreciyle ve uluslar arası antlaşmalarla kabul ettiği taahhütleriyle de yakından ilintili. AB 2003 yılı katılım ortaklığı belgesinin siyasi kriterler bölümünde, ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin orijinal yerleşim yerlerine dönmesinin desteklenmesi ve hızlandırılmasından söz ediliyor. BM’in de Türkiye’ye bu konuda tavsiyeleri var. Bunlar 2003 yılında Ankara’yı ziyaret eden BM genel sekreterinin, yerinden olmuş kişiler özel temsilcisi Francis Deng tarafından dile getirildi. BM kalkınma örgütünün Türkiye bürosundan Yeşim Oruç anlatıyor: “Dang’in raporunda her şeyden önce şeffaflık ilkesinin altını çizerek Türkiye hükümetine, yerinden olmuş kişilere yönelik politikasını açıklamasını talep etti. 2. olarak, BM kuruluşlarının yerinden olmuş kişilerin insan hakları konusunu izlemesi gerektiğini raporunda önerdi. 3. husus ise, özellikle eve dönüşün talep edildiği yerlerde güvenlik önlemlerinin alınması ve geri dönüşün güvenlik açısından, mümkün kılınabilmesi için mümkün mertebe önlemler alınması hususuydu. Belki de 4. ve (bu tam bir öneri olara yer almamakla beraber) bay Dang’ın, Türk hükümetiyle paylaştığı raporunda altı çizilen bir şey, yerinden olmuş insanların yaşadığı yerlerde, veyahut da geri dönmeyi tercih ettikleri yerlerde entegrasyonun zaman aldığını, meşakkatli bir iş olduğunu ve de güven eksikliklerini içermesi gerektiği de bir vurgu olarak Türkiye hükümetiyle paylaştı.

-  Peki, hükümet bu tavsiyeleri yerine getirdi mi, neler yaptı?
Yeşim Oruç, BM’in değerlendirmelerine göre hükümetin bu konuda attığı en önemli adımın 5233 sayılı yasa olduğunu söylüyor; yani devletin, terör ve terörle mücadeleden doğan zararları yargı değil, idari mekanizmalar yoluyla tazmin etmeyi kabul etmesi. Bölgedeki ekonomik ortamda köylerine geri dönmek isteyen; ya da bulundukları yerlerde kendilerine daha normal bir yaşam kurmak isteyenlerin bir çoğu için, bu tazminatlar şu anda tek umut.
1992 yılında boşaltılan Lice’nin Tepecik köyünden kaçarak Diyarbakır’ın yoksul Bağlar mahallesinde akrabalarının yanına sığınan ve hala da kendisini toparlayamayan bir ailenin konuğu olduk:

- Tazminat komisyonlarına başvurdunuz mu?
- E, ama başvurduk, hani?
-  Valla avukatların elinde bir şey yok!
-  Siz başvurdunuz mu?
- Evet, biz başvurduk; şu ana kadar hiçbir şey yoktur yani. Belki vermezler de.
Sonuç alan var mı?
- Yok,bizim köyde yok. Civar köyde, yukarda bir köy var, Lice’ye yakın; onlar almışlar, onun da şartlarını bilmiyoruz daha doğrusu.
-  Valla ben umudumu kesmişim köyden yani, neylen gideceğim. Bir çocuğum tek çalışıyor, lokantada bulaşıkçı. Getiriyor 10 milyon evime para; kira var, su var, bilmem ne var, ne var. Bizim yaşamamız öyledir.
-  Vermezlerse biz, Avrupa İnsan Haklarına göndereceğiz; biz hiç vazgeçmeyeceğiz!

-  Masrafını nasıl karşılayacaksınız, çok pahalı işler değil mi bunlar?
-  Tabi, pahalıdır ama biz diyoruz ki, burada verse daha iyi olur. Ben de çok Türkçe bilmiyorum; yani verseler, çok iyi olur.
Yerinden olmuş kişileri temsil eden sivil toplum örgütleri ve avukatların, tazminatı düzenleyen 5233 sayılı yasanın, içeriğine ve uygulamasına ilişkin bir çok eleştirisi var. Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Ağıllı köyünün avukatı Mahsun Karaman, aynı zamanda Diyarbakır Barosu’nun, konuyla ilgili uzmanlarından. Yasanın içeriğine yönelik en temel eleştirisi yalnızca maddi tazminatı öngörmesi; ‘maddi ve manevi tazminat evrensel hukukta bir bütündür” diyor Karaman; ama yine de yasanın, bir dönüm noktası olduğunu kabul ediyor: “İki odaktan kaynaklı zarar karşılanıyor; birincisi, doğrudan terör örgütlerinin vermiş olduğu zararlar. İkincisi de devletin, bu örgütlerle mücadelesinde yürüttüğü faaliyetleri neticesinde meydana gelen zararları karşılıyor.
Devlet, terörle mücadele yöntemi olarak köy yakmayı, boşaltmayı hiçbir zaman kabul etmedi; ama bu yasayı düzenlemekle, ‘olabilir; yapmış da olabiliriz ve zararları karşılıyorum’ manasında bir sonuç da çıkarılabilir bu yasadan. Yani geçmişe dönmek ve bu konuda bir sulh yolunu öngörmek, aynı zamanda geçmişle bir nebze de olsun yüzleşme iradesi olduğunu da aynı zamanda gösteriyor.
Yasa, zarar tespit komisyonlarının kurulmasını öngörüyor. Bu zarar tespit komisyonları her il valiliği bünyesinde kuruluyor. Başında vali yardımcısının olduğu il müdürlüklerinden birer üye ve ilin barosundan bir avukat üyeden oluşuyor; yedi üyelik bir zarar tespit komisyonu… Mağdurlar bu kurula bir başvuru dilekçesiyle kendileri, ya da vekilleri aracılığıyla başvurabiliyorlar. Özellikle mala-mülke verilen kararlarda keşif zorunluluğu oluyor; ona göre, daha sonra tazminatları veriliyor.

-  Nasıl mal-mülk kanıtlanıyor?
Evlerde bu, problem pek olmuyor; şahıslar, keşif günü oraya gidip tespit yaptırabiliyor. Orda bir sıkıntı çıkmıyor; ancak tarlalarda bu büyük bir sıkıntı. Bölgenin %99’u kadastro görmemiş. Herhangi bir zilliyetlik belgesi de yok. Dolayısıyla, ‘Bu işin içinden nasıl çıkalım?’ sorusu zarar tespit komisyonlarını, uygulamada şu noktaya getirdi: 1952 yılında yapılmış bir memleket haritası vardır; çok ilginçtir, her tarafı orman sayan bir memleket haritasıdır. Her köye ait 1952 tarihli haritada geçen arazi miktarına bakılıyor. O arazi miktarı; muhtarlar ve azalar çağrılıyor, ‘Köylüleriniz arasında bölüşün!’ deniliyor; kişi başına bir dönüm, iki dönüm arazi düşüyor, paylaşılıyor. Herkese birkaç tane meyve ağacı yazılıyor; hiçbir kök-mök yok, ortada hiçbir şey yok.
-  Aynı şekilde, hayvanlar için de…
Hayvanlar için ödeme verilmiyor, olay tutanağı isteniyor; yani o tarihte tutulmuş bir olay tutanağı… Olay tutanağı, olay sırasında jandarma veya polis tarafından tutulan tutanaktır. Kendi aleyhine bir olay tutanağı verilmesi mümkün müdür? Yani keşifler sırasında büyük bir sıkıntı var; bir kere mağdurların mal varlıkları sonradan tespit edilmiyor.
-  Neye, ne ücret verileceğini, ne tazminat verileceğini nasıl tespit ediyorlar?
Diyarbakır valiliği, evin metrekaresine 89 milyon ödüyor. Bu, bir bakanlar kurulu listesidir, yani yapılar tasnif edilmiş, sınıflandırılmıştır: 89 milyon, 150 milyon, 200 milyon, yapının cinsine göre; evler için böyle… Meyve ağaçları için 20 milyon veriliyor, 20 YTY ödeniyor; bu çok ilginçtir. Benim, vekilliğini yaptığım bir köy var, Ağıllı köyünde 3500 adet ceviz ağacı, keşif tutanaklarında yazılıdır. Her bir ceviz ağacına, valilik 20 YTL ödeme yapacağını söylüyor. Ben, Diyarbakır Tarım İl Müdürlüğüne, bilgi edinme yasası çerçevesinde, Diyarbakır ve ilçeleri açısından elma, armut, ceviz, nar; aklınıza gelebilecek bütün meyve ağaçlarını yazmak suretiyle, ortalama vasat bir ağacın ağaç bedeli, 94 tarihinden 2005 tarihine kadar ürün miktarları ve bunların miktarlarını TL cinsinden, YTL cinsinden, yani tutarlarını istedim. Tarım İl Müdürlüğü, ‘Tarafımızda böyle bir tasnif yoktur, arşivlerimizde kayıtları yoktur!’ dedi. Aynı yasa gereğince şikayet edeceğimi söyledim, ihtar ettim. İki gün sonra bana bir koli gönderildi. Bu tutanaklarda 94’ten 2005 yılına kadar bütün meyve ağaçlarının verim miktarları, tutanakları da gösterilmek suretiyle her şey işlenmiş.
Burada bir ceviz ağacının, sadece ağaç bedeli 1890 YTL oluyor; oysa valiliğin, aynı ceviz ağacı için ödemek istediği rakam 20 YTL. Yani şimdi burada 10 tane ağacı olan bir kişinin zararını, varın siz hesaplayın! Bir, 18 milyar sadece bunların odun bedeli; 10 yıl, 12 yıl, 13 yıl boyunca elde edilemeyen ürünlerini de hesaplarsanız 25-30 milyar civarında, sadece 10 ceviz ağacı için uğradığı zarar oluyor. Resmi rakamlar uygulanırsa, bu 10 ceviz ağacı için 30 bin YTL tazminat alabilir iken; şu durumda, valinin şu anki hesabına göre 200 YTL (200 milyon) tazminat hesaplanıyor. 5233 sayılı yasanın tüm görüntüsünü bu veriyor.
Avukat Mahsuni Karaman 5233 sayılı yasanın uygulamasını, bir ceviz ağacının değeri üzerinden eleştiriyordu. Peki, ama ne oluyor sonunda? Acaba iç hukuk yolları ve Avrupa İnsan hakları Mahkemesi yolu hala açık, ama avukat Karaman, çok muhtaç durumdaki mağdurların çoğunun, yine de ‘ne verilirse kabul ettiği’ni söylüyor.
5233 sayılı yas terör ve terörle mücadele nedeniyle ailelerinden birini kaybedenlere de sabit bir tazminat öngörmüş. Memur kat sayısına göre hesaplanan bu miktar, bu yıl 16 bin YTL. 1998’de yayınlanan TBMM komisyonu raporu, zorunlu göçü ‘en uzun süreli ve kapsamlı hak ihlali’ diye tarif etmiş ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti.



15 Ağustos 2005 Pazartesi

PAZARTESİ: LONDRA'DAN BOMBA GÜNLÜĞÜ VE BAĞDAT'A SELAM



TEMMUZ AĞUSTOS 2005


Londra dan bomba günlüğü ve Bağdat'a selam
Geçen hafta İngiltere merkezli bağımsız bir araştırma grubu açıkladı: Irak'ta işgalin başladığı
2003 Mart'ından bu yana her gün ortalama otuz dört sivil öliyormuş. Öldürülen her dört sivilden üçünü Amerikalılar öldürüyormuş. Amerikan ve İngiliz askeri makamları Irak'ta ölen sivillerin hesabını tutmuyormuş. Irak makamları da sadece direnişçilerin öldürdüğü sivilleri sayıyormuş.
Ama ateş düştüğü yeri yakıyor işte. Londra'daki bombalarla canlarını kaybe- den herkesi bir bir resimlerinden, annelerinin, babalarının, arkadaşlarının anlattıklarından tanıyoruz artık. Hangi okula gideceklerdi, ne zaman evleneceklerdi, nasıl ailenin gözbebeğiydiler, iş yerinde nasıl sevilip sayılıyorlardı. Aileden biri gibi oldular artık. Bazı gazeteler hâlâ her gün ilk bomba serisinde ölenleri tek tek tanıtan yazılar yayımlıyor.
Bakıyorum resimlere tek tek. Benim gibi, bu şehirdeki birçok can dostum gibi öylesine Londralı yüzler. Hepimiz ola- bilirdik diye tüylerim ürperiyor. Telaşla birbirimizi aramıştık o gün. Neyse ki herkes tamamdı. Ama birileri eve dön- memiş telefonlara cevap vermemişti. Televizyonda en büyük ve en sevgili oğlunun manasız ölümüne isyan eden Karayip asıllı İngiliz anneyle beraber ben de ağlıyorum, sönen umutlara, ziyan olan hayatlara.
Burada kayıplar isim isim, resim resim, öykü öykü sayılıyor.
Geçen gün savaş karşıtı gruplar bir eylem yapıp, Londra'daki saldırılarda ölenlerle beraber, Irak'ta ölenlerin isim- lerini de okudular bir meydanda. Küçük bir kısmını tabii.

Her ne kadar ateş düştüğü yeri yakarsa da, Londra ile beraber hep Bağdat'ı hatırlayan, bu kentin iki yılı aşkın zamandır her gün bir 7 Temmuz yaşadığını ve bunun kıyaslanamaz korkunçluğunu fark edenler de var.
Uzun bekleyiş
Ve Allah'tan Londralılar kendilerine neyin çarptığını biliyor. İngiltere'de insanlar, Başbakan Tony Blair'in, George Bush ve onun dünyayı fethetme politikalarının peşine takılmasından bu yana hedef olacaklarını biliyorlar ve bekliyorlardı. Onun için kimse 11 Eylül 2001 'de birçok Amerikalının yaptığı gibi "niçin bize saldırılıyor, ne oluyor" gibi sorular sormadı o gün.
Bir tek niçin bu kadar gecikti diye soru- labilirdi. Belki de İngiliz kamuoyunun çoğunluğunun Irak savaşına karşı oluşu ve bunu gayet yüksek sesle ifade etmesiydi bunca zamandır beklenen bu
saldırıların bu kadar gecikmesinin nedeni kim bilir...
Onun için Başbakan "bu saldırıların Irak'la hiç bir ilgisi yok" dediğinde, onu fazla ciddiye alan olmadı.

Korku
İki hafta arayla ikinci tur bombalar. Çok korkuyorum. Yok, bombalardan değil o kadar.
Biraz ürkünç tabii. İnsan trene ya da otobüse binince ister istemez etrafındak- ilerin tipini inceleyip az sonra bizlerle birlikte havaya uçmaya hazırlanan biri var mı diye kolaçan ediyor.

Tehlike ortamına, hatta tesadüfen yaşıyor olma duygusuna hiç yabancı sayılmam geldiğim ülke itibariyle. Ama çok korkutucu başka şeyler oluyor. Kabul gören değerler, davranışlar, ortak akıl ve sağduyu ölçütleri değişiyor ve tıpkı bir kâbusta olduğu gibi sanki kimse farkında değil. Çığlık atmaya çalışıyor- sunuz, sesiniz çıkmıyor.
Milliyetçiliği sevmem oldum olası. Dünyanın bu taraflarında milliyetçiliğin epeydir en popüler nefret objesi "Müslüman göçmen"ler. Hem bu ülkeye dışardan geldiği için hem de görünüş, dil, din, kültür, her bakımdan çok farklı olduğu için harika bir düşman malzeme- si oluşturuyor. Bu eğilim 11 Eylül son- rası ortamda iyice tırmanış kaydetti ve İngiltere'deki Müslümanların önemli bir kısmını son yıllarda İngiliz sol muhale- fetiyle ittifaka ve hatta ortak eylemliliğe zorladı.

Mecburi Hareketler
Londra saldırılarının ilk doğrudan sonu- cu medyanın ve siyasetçilerin önemli bir kısmının şöyle bir durup Müslümanlara kuşkuyla bakması oldu. Suçlayıcı sessiz- likten paniğe kapılan adamcağızlar hemen telaşla, sağa sola bakıp, daha saldırının failleri belli olmadan kınamalar yayınlamaya başladı. Ama kurtulamadılar.
Bütün televizyonlar, radyolar, İngiltere'de yaşayan Müslümanların örgütlerini, liderlerini aramaya ve "bakın Müslüman ama kınıyor" , ya da "bakın Müslüman ama o da yakınını kaybetti" türünden, Müslümanları anlaşılmaz bir
5 Pazartesi Temmuz - Ağustos 2005
yaratık türü gibi yabancılaştıran haberler yapmaya girişti.
Murat Belge bir zamanlar Kürt sorunu ile ilgili bir söz söylemek isteyen herkesin, söyleyeceği şey ne olursa olsun, söze, "teröre ben herkesten çok karşıyım ama" gibisinden bir girizgahla başlamak zorunda olduğunu yazmış, bunu bazı spor yarışmalarındaki 'mecburi hareketler'e benzetmişti.

Bu da onun gibi. Sokaklarda fikri soru- lan Müslüman vatandaşlar bile "Müslümanım ama bu haince saldırıları kınıyorum" diye başlıyor söze. Çünkü öyle başlamazsa, söyleyeceği söze güve- nilmeyecek, yanlış anlaşılacak. Ama böyle yapmakla da ng kadar doğru anlaşılıyor o da belli değil. Geçende Tony Blair işi iyice ileri götürüp, Müslümanlara, "içinizdeki El Kaf&e
sömürgelerinden gelmiş, iki üç kuşaktır bu ülkede yaşayan İngiltereli Müslümanlar ne yapsınlar, fazla bir şey diyemiyorlar. Irkçı hareketlerin ve polis operasyonlarının hedefi haline gelme, işini, gücünü, itibarını, her şeyini kay- betme korkusu içinde bu nefret ve suçla- ma dalgasının geçmesini bekliyorlar. Ve mecburi hareketleri sabırla sürdürüyor- lar.
Fakat son günlerde, "ülkendeki medreseleri kapat", "onu bunu tutukla", "ne yap yap bul bize onları" türünden taleplerden bunalmış olmalı ki, "batı koalisyonunun İslam dünyasındaki değerli müttefiki" Pervez Müşerref sonunda kendini tutamadı.
O da kendi durduğu yerden Tony Blair'e
bazı hayat dersleri verdi. "İnsan hakları, özgürlük filan diyerek yıllarca kimseye dokunmadılar. Şimdi ektiklerini biçiyor- lar. Önce kendi evlerini düzene soksun- lar."
Kâbus
İkinci tur patlamayan bombalı saldırılar- dan bir gün sonra televizyona yapışmış gelişmeleri izliyorum. Sivil polislerin bir metro istasyonunda birini vurup öldürdüğü söylendi.
Bir görgü tanığı çıkardılar. Adam anlatıyor: "Tren istasyonda duruyordu. Birden bir bağrış çağrış duydum. Sonra Asyalıya benzeyen bir adam vagona daldı. Dalarken sendeledi, ya da itildi. Yere düştü. Silahlı adamlardan biri beş el ateş ederek yerdeki adamı öldürdü. Hayır, vurulan adamın elinde silah falan yoktu." Kaygıyla izliyorum. Adam silahsızken, yere düşmüşken niye vuru- luyor? Bir kelepçe geçirilip tutuk- lasalardı ya, o kadar tehlikeliyse. Bundan sonra işler böyle mi yani? Polisler sivilmiş. Adam ya anlamayıp kendini bazı katiller kovalıyor sanan ilgisiz biriyse?
Kameralar tekrar sunucuya dönüyor. Gülümseyerek yanındaki 'terör uzmanı'na dönüyor kadın. "Kamuoyunun polisten beklediği türden kararlı bir operasyona mı tanık oluyoruz sizce?" diyor, inanabiliyor musunuz? Bu bir kâbus!


Katil kim?
Benim gibi polisiye öykü meraklıları bilir. Bir cinayet işlendiğinde usta bir dedektif, sigara izmaritlerindeki ruj izlerini falan bir kenara bırakıp önce şu soruyu sorar: Bundan kim çıkar sağlıyor? Ama bunun yanıtı basit değil bu olayda. Eylemi yapanlar artık aramızda olmadıklarından, en azından bu dünya- da bir fayda edinemeyeceklerini söyleyebiliriz rahatça. Radikal bir örgüt üstlenmiş saldırıyı internette. Eh belki sınırlı bir fayda elde ederler.
"Ne biçim vurduk kalbinden işgalcileri ve haçlıları" filan diyerek prestij kazanıp taraftar toplayabilirler. Gene de işgali, milyonlarla sokağa dökülerek protesto etmiş bir şehrin insanını vurmakla moral bir üstünlük kazanabileceklerini ve kitle- sel destek sağlayabileceklerini

düşünmek zor. Ama saldırıların mesela İngiltere'deki yabancı ve göçmen düşmanlarına, ırkçılara güzel siyasi malzeme verdiğine hiç kuşku yok. Irkçı Britanya Milliyetçi Partisi şimdiden, bombalanan otobüsünün resmiyle ırkçı propaganda bildirileri dağıtmaya başladı mesela. Bu partiye verilen destek son yıllarda büyük hızla artıyor. İngiltere'nin çeşitli yerlerinde camiler, hatta bir Hindu tapınağı saldırıya uğradı. Leeds'de ırkçı gruplar Müslüman mahal- lelerinin yakınlarında gövde gösterileri yapmaya başladı.
Saldırılardan güzel siyasi malzeme elde eden bir başkası da Başbakan Tony Blair.
Biri sizi gözetliyor
Blair, saldırılardan önce, mecliste kendi partisi ve bir kısım muhalefet mil- letvekillerinin itirazları yüzünden takıiabileceği düşünülen birçok anti demokratik yasayı şimdi geçirebilecek. Vatandaşlara, tüm bilgilerini içeren elek- tronik kimlik kartları taşıma zorunluluğu getirilmesi mesela. Ya da, 'terörü dolaylı teşvik' etmek gibi her yere çekilebilecek bir suç icat edilmesi. Belki de İngiltere dış politikasını eleştirip, "Irak'ın işgali yanlıştır" ya da "Filistinlilere haksızlık ediliyor" derseniz, terörü dolaylı olarak teşvik etmiş olacaksınız. Hâkimin iki dudağı arasında. Sonra tehlikeli olduğu sanılan kişiler, ülkelerinde can güvenlik- leri olmasa bile artık iade edilebilecek- ler. Polis ve istihbarat örgütleri de kendilerine verilen yetkilerin
artırılmasını istiyormuş gazetelere göre. Mesela polis, Londra olaylarından sonra, şüphelileri, yargıç önüne çıkarmadan üç ay sorgulayabilmek istiyor. İnsaf! Üç ay nerede görülmüş. "Birinin bunlara Kopenhag Kriterlerini hatırlatması gerekiyor," diyeceksiniz belki ama, "tehditle karşı karşıyayım," diyerek ulus- lararası anlaşmalardan muafiyet isterler
o zaman da...
Kısacası bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete denebilir...



6 Pazartesi Temmuz - Ağustos 2005





1 Haziran 2005 Çarşamba

SBFDER.ORG: KÖKLER- 2005 SBF DER PARİS BULUŞMASI ÜZERİNE

 2005 HAZİRAN - SBF DER SİTESİNDEN

1970 li yıllarda omuz omuza yürüyenlere...

http://www.sbfder.org/ayinKonugu007.asp


Paris’de eski dostlarla buluşup yeni dostlardan ayrıldım. İçim ısındı.
Hasan Hüseyin’den heveslenip Paris’i yazmak için niyetlenmişken, bambaşka bir yerlerden başladım. Sonunda Paris’e gelecek konu ama arası epey birikmiş. Ya da ben artık hiç bir şeyi kısa anlatamıyorum.


Farkettiniz mi, insan hep farkında bile olmadan sürekli bir unutma ve hatırlama süreciyle hayatının tam bir fotoğrafını çekme çabasında.

İnsan doğası böyle. Her bir anınızda o anı ve geleceği, ama aynı zamanda geçmişinize dair, bütünlüklü, tam bir resmi görmek istiyorsunuz.

Ben buna insanın, tarihini sürekli olarak yeniden yazma ihtiyacı diyeyim. Tanıkları bulmak ve onlarla bu sözlü tarihi sürekli karşılaştırmak gerekiyor.

Bunu yapamadığınız oranda, ya da tam olarak yazamadığınız tarihiniz büyüdükçe, içinizde de bir boşluk büyüyor.

BOŞLUKLAR

Benim çocukluğum hep oradan oraya taşınarak geçti. İki şehir, üç ilkokul değiştirdim. İlkokul arkadaşlarım ve öğretmenlerim uzak ve dumanlı bir mazi.

Yarı öğrencisi gazeteciler sitesinden, yarısı da arkadaki gecekondulardan gelen, Esentepe’deki Mareşal Fevzi Çakmak ilkokulundan, sınıfın camından hep birlikte evinin buldozerlerle yıkılışını seyrederken gözlerinden ip gibi yaşlar inen kırmızı saçlı çilli Halil ile, şimdi koca koca holding binalarının arz-ı endam ettiği Zincirlikuyu ile Levent arasındaki dutluk ve kırlıklarda bana kuzukulağını, dışı soyulup içi yenen dikenleri tanıtan Berat’a neler olduğunu bilmeliydim oysa.

Ya da daha sonra harçlıklarımızı biriktirip çarşamba günleri beraber Selamiçeşme’deki Şal pastanesinden aldığımız bir kutu pastayla meteorolojinin papatya tarlasında piknik yaptığımız Neslihan ve Jülide’ye.

Altı yılımı geçirdiğim liseden kimseyle bağım yok. Kars oyunları ekibinde eş olarak oynadığımız ilk sevgilim profesyonel ritimci ve dansçı oldu diye biliyorum.

Çanakkale günlerinde Nazım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan metinleri uyarlayarak bütün velileri zarıl zarıl ağlatan can dostu edebiyat öğretmenim Gaye hanım sağmış.

İnternet sağolsun, lise mezunlarının grubunu bulup sordum. Grupta 400’e yakın insane var. Ama hiçbiri beni tanımıyor. “Gene de buluşma günümüze bekleriz Kumru abla” diye yazdı moderatör. 96 mezunuymuş. İçim ezildi.

Neyse ki birlikte ahlak dersini kırıp topluca Arkadaş filmine gittiğimiz 5 Edebiyaz A sınıfının 13 öğrencisinden Baba Ahmet’in Bursa’da otelcilik yaptığını biliyorum. Annemleri tanıyıp bir güzel ağırlamış, bana da selam yollamış.

YAKIN TARİH

Üniversite sınavına hazırlanırken birlikte romantik isyan hayalleri kurduğum ve diyalektik materyalizm ile Anti Dühring’in, ve Ampriyo-kritisizm’in esrarını birlikte çözmeye çalıştığım iki yakın arkadaşımdan birinin izini ha yakaladım, ha yakalayacağım.

Yirmi yıl once rehberden numarasını bulup aramış, hapiste olduğunu öğrenmiştim ağlayan annesinden. Üniversite sınavına girdiğim günü bana babasının koca köstekli demiryolcu saatini vermiş ve kapıda çıkışımı beklemişti, nasıl unuturum?

Aramak da zor iş ama değil mi o kadar yıl sonra? Sevinecek mi korkacak mı? Konuşulacak şey bulunamayıp, karşılıklı susulacak mı? Mecburen kibarlık mı edilecek? İlk ne denecek? Ya gözleri eskisi gibi parlamıyorsa?

İlkokul ve lise arkadaşlarının izini kaybetmek neyse de insan ilk defa yetişkin bir insan olarak, eşini dostunu seçtiği üniversite yıllarından nasıl kopar? Cevap: 78’li olursa…

ANKARA YOLUNDA 

Ankara’ya yataklı tren ile gittim babamla kaydımı yaptırmaya.

Yataklı muhteşemdir, insane harika bir lüks hissi verir. Eski moda bir lüks ama.

Benimle çok gururluydu şimdi anlıyorum. Yataklının restoranında yoğurtlu ıspanaklarımızı yerken, “Sen bizim aileden beşinci Mülkiyeli oluyorsun” dedi.

Bizim aile de Mülkiye gibi devlete yüksek memur yetiştirmiştir hep. Gerçi babam biraz fazla solcu geldi devlete tutmadılar. Ama onun aklı hep orda kaldı. Aslında sağlım bir devletçi olduğu için sosyalist olmuştu biraz da.

16 yaşımdaydım ilkokulda bir sınıf atladığımdan, ve Siyasal ilk tercihimdi. Trendeki yemekten sonra babam Samsun paketini çıkardı. Bir tane kendisi alıp bir de bana uzattı. “ Ben de üniversiteye girdiğimde başlamıştım, yanımda içebilirsin” dedi. Heyecandan nefesim kesilmişti, gizli gizli içtiğimin farkındaydı üstelik. Utanarak içtim.

NE OLUNMALI?

Artık büyümüştüm işte. Önümde iki önemli soru vardı.

Ne olacaktım okuyup? Babam maliyeci olmamı isterdi. İdareye ısınamamıştım. Hesapla aram iyi değildi. En iyisi diplomat olmak belki de diye düşünmüştüm. O zamanlar hem hayatın hem devletin kadınlara bizim evdeki kadar eşit davranmadığının da farkında değildim pek.


Sonra nasıl bir solcu olacaktım. Kendime bir yol seçmem lazımdı.

Şen şatır ve fena halde siyasi bir sülaleden geliyorum. Ya da kabileden.

Çocukluğumda bayramlarda, düğün ve cenazelerde ve Yozgat günlerinde aile biraraya geldiğinde, yenilir, içilir, hop badirik oynanır, şarkılar söylenir ama daima ve ateşle politika konuşulurdu. Sesler giderek yükselip öfkeler kabardığı bir defasında Demokrat Partili yaşlı bir akrabamız, babamı “Dikkat et Arslan ateşle oynuyorsun” diye uyarmıştı. Uyuyamamıştım o gece. Çocuklar herşeyi ciddiye alır.

Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, Çankaya ilçe saymanı olan annem deri ceketi ve kasketiyle meydanlarda seçim konuşmaları yapıyor. Hem çok kararlı bir sosyalist hem de iyi bir hatip olduğu halde çoğu kişinin onu hala boyu posu ve güzelliğiyle hatırlamasına ifrit olur.

Babam ise memur olduğundan üye olamıyor, gizlice teorisyen. Seçim konuşmalarını onun yazdığı söyleniyor. Benim işim ise rozet dağıtmak.

Beş yaşındayken, bildiriler yazmak, eylem planlamak için evimize toplanan abiler ve ablaları üç haneli rakamlarla toplama çıkarma yaparak etkilemeye çalışıyorum. “Yaz bakalım” diyorlar, “Em-per-ya-li-zim”.

Kafatasçıları, Amerikalıları ve Türşkeş'i sevmiyoruz.

Gel zaman git zaman, 12 Mart döneminde İstanbul’dayız artık.

“Sayın muhbir vatandaş” radyodan göreve çağrılıyor. Babam “Doktor yurt dışına kaçtı” diyor, “Mihri tebdil geziyor, sınırdan bir o yana bir bu yana geçiyormuş.

Halit Çelenk gelip gidiyor, davaları anlatıyor. Karagözlüklü sıkıyönetim hakimlerini, Denizleri.. Gözlerimden yaşlar iniyor. Geceleri uykuya dalmadan once onları nasıl hapisten kurtarabileceğimi planlıyorum.

Baskınlar, ev aramaları. Bize kalmaya gelip bana matematik çalıştıran, benimle Amiral Battı oyanyan abiler ve ablaların leblebili bozalar içtiğimiz o kış gecelerinde gidecek başka yerleri yoktu muhtemelen.

Büyüyüp her şerefli yetişkin gibi hapis, sürgün, ve gereği neyse onları yapmaya karar veriyorum.
Fakat heyhat! Ben büyüyene kadar işler karıştı! Her kafadan bir ses çıkıyor.

Yanlış yollara gitmeyelim diye bir kaç arkadaş kafa kafaya verip çalışmaya giriştik. Materyalizm tamam da diyalektiği anlaması zor. Babamın açıklamaları işi daha da karıştırıyor. “Her gün aslında biraz dün, biraz bugün, biraz da yarındır” diyor şevkle. Nasıl yani?

Aylar süren okumalar, tartışmalar, ciltler dolusu sol yayınlar klasiklerinden sonra bazı elemeler yapabilecek duruma geldiğimizi hissediyoruz.

Sovyetikleri pasifist buluyoruz, bir şey yapmaya niyetleri yok. Maoculuk da bizim memlekete uymaz. Küçük halktan kopuk grupların da bir yere gideceği yok. Eh seçenekleri iyice daraltmışız.

Ben Siyasal’ı kazanınca birbirimize söz verdik. Aramızda tartışmadan bir yere katılmaca yok. Ankara’ya gidişimin birinci haftasına bu sözümü çiğnedim.

Bir yıla kalmadan artık diplomatlıkta ya da okumada da gözüm kalmamıştı ne yalan söyleyeyim. Hatta demokratik özerk üniversite mücadelesi falan da kesmezdi beni. Türkiye’de çok yakın bir gelecekte devrim olacaktı. Bu çok kesindi. Çelişkiler iyice keskinleşmişti. İnsanlar öldürülüyor, dövülüyor, şiddet her yeri sarıyor, yoksulluk büyüyordu. Olunacak tek şey vardı:

PROFESYONEL DEVRİMCİ

Kesintisizleri yutmuştum. Babamların kuşağına da artık başka bir gözle bakıyor ve alttan alta küçümsüyordum. Reformcuydu onlar. Kemalisttiler hatta. (O zamanlar solcuların birbirine küfür gibi yakıştırdıkları bu sıfatın, yani Kemalizmin aslında en radikalinden en mıymıntısına bütün Türk sol hareketleri için bir ölçüde geçerli olduğunu düşündüm sonradan.) Onlar konuşmuştu, biz yapacaktık. Bu devleti yıkacak yerine sömürüye dayanmayan yeni bir düzen kuracaktık.

Babam, her ne kadar “gelmezler yavrum” diyorsa da halk bizim arkamızdaydı. Gecekondulardan binlerce kişiyi Kızılay’a indirmiyor muyduk?

Ya ordu? Pek düşünmemişiz. Hatta o hiç bir zaman itiraf etmeyeceğimiz Kemalist damarımız içten içe nasıl CHP ye kanımızı kaynatıyorsa, gizli gizli askerin de hiç bir zaman polis gibi olamayacağını fısıldıyordu. Yaşayarak öğrenmek gibisi yok.

ENTLER VE İSİMLERİMİZ


Sevgili arkadaşlar,
Çok sevdiğim bir kitap var. Yüzüklerin Efendisi. Çocuk kitabı deyip geçmeyin sakın. Bağlılık, dostluk, fedakarlık, sevgi, hayat, evren ve varoluş hakkında çok düşündürür insanı.

O kitapta çok bilge ve yaşlı ağaçlar var. Yürüyebilen ağaçlar. Ya da sıradan ağaçların çobanlarıdır bunlar.

Birine ismini sorarlar. “Mmmmmmm” der, “Çok uzun sürer, şimdi anlaşmaya vakit yok".

Çünkü o dilde birinin ismi, onun hakkındaki herşeydir, onun öyküsüdür.

Ben de adımı söylemeye devam edeceğim. Ne uzunmuş ben de bilmiyordum. Üstelik dağınık da.

Adlarımızdan bir dönemin hikayesi çıkacak.

Kumru Başer
Haziran, 2005