GİRİŞ (NİSAN 2006-BBC TÜRKÇE'DEN)
Türkiye'nin güneydoğusunda son 6–7 yıldır Kürt sorununun tanımlanışını
ve çözüm önerilerini, bu konudaki tartışmaları derinden etkileyen çok
önemli gelişmeler yaşanıyor.
Bölge, 1999 yılından geçen yıla kadar, PKK’nın ilan ettiği ateşkes
ile son yirmi yılının en çatışmasız dönemini yaşadı. Olağanüstü Hal
uygulaması resmen sona erdi.
2000'li yıllarla hızlanan Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği süreci
bölgede yakından, izlendi. Kültürel ve siyasi haklar alanlarında bu
sürece büyük umutlar bağlandı.
AB süreci bölgeye, yirmi yıldır devam eden şiddet ortamının en
travmatik sonuçlarından zorunlu göçün yaralarının sarılması, anadilde
yayın ve eğitim hakkı, sivil toplumun siyasi süreçlere katılımı ve
güçlendirilmesi alanlarında bazı reformlar getirdi.
2003 yılında başlayan Irak'ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali,
Kuzey Irak’taki Kürtler açısından, zaten körfez savaşından bu yana
fiilen var olan özerk devlet yapılanmasının güçlenmesi, anayasal ve
uluslararası meşruiyet kazanması anlamına geldi.
Türkiye'deki Kürtler açısından ise bu, en azından sınırın açılması ve ticaretin gelişmesi demekti.
Böylesi bir dönemde, güneydoğuda nelerin değiştiğini görmek,
Kürtlerin, AB süreci, yapılan reformlar, devam eden şiddet, devletle
ilişkileri, Irak’taki gelişmeler ve en önemli kendi yaşamları hakkındaki
düşüncelerini dinlemek üzere üç haftalık bir geziye çıktım.
Mart ve Nisan aylarında sürdürdüğüm bu gezide yaptığım söyleşiler,
Diyarbakır, Van ve Hakkâri il ve ilçeleri ile köylerine yoğunlaşıyor.
Her biri 15 dakikalik 10 bölümden oluşan bu radyo dizisine aşağıdaki linkten girip dinleyebilirsiniz.
http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/138_southeast/
DİZİDEN ÖZGÜR ÜNİVERSİTE SİTESİNCE ÇIKARILAN TRANSKRİPTler
DİYARBAKIR'IN BOŞALTILIP KISMEN GERİ DÖNÜLEN BİR KÖYÜNDEN:
Hangi köyden göçtünüz?
(Bir erkek): Biz Kocaköy ilçesine bağlı Tepecik köyü; bizim gelişimizin tarihi de 92’nin 12. ayın 20’si.
Siz köyden ayrıldığınız günü hatırlıyor musunuz?
(Bir kadın):
İyice hatırlıyorum; ben içerde oturuyordum. Korucular ilk önce
geldiler. Köyü taradığı zaman ben penceredeydim. Tam kurşun başımın
üstünden geçti. Kahvaltıyı ben sermiştim, çocuklarım üstünde
oturuyordu. Sonra panzer falan sesi geldi; ben dedim, ‘Zaten panzer,
asker gelirse çatışma duracak. Artık durmadı; ben de “eşşedümü”
getirdim, dedim son şeydir.
Saat kaçtı?
Saat 8’len 9 arasında idi; sabah.
Ben tekrar çıktım, dedim ‘tek çocuklarımın canını kurtarayım.’
Çocuklarım çırım çıplak, ayakkabısız, elbisesiz içerden çıkarttım,
gittim caddenin üstüne; arkamızdan önümüzden kurşunlar sıkılıyor,
evler yanıyor. Hayvanlar içerde diri diri yandılar; hayvanların sesi
geliyor. Benim küçük oğlum, şimdi gördünüz, birbuçuk yaşındaydı. Ben
aldım o çocukları, getirdim Diyarbakır’a; hiçbir şeyim kalmadı.
Zorunlu göçle ilgili programlarımızın sonuncusuna Diyarbakır’da,
köylerini 14 yıl önce terk ettikleri günü unutamayanların
anlattıklarıyla başladık. 1998 yılında yayınlanan TBMM komisyonu
raporu., sorunlu göçü ‘en uzun süreli ve en kapsamlı hak ihlali’ diye
tarif etmiş; ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal
hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti: “Zorunlu göçe maruz
kalan insanlar uzun süreye yayılmış bir yer değişim yaşamıyorlar; yani
köyü yıkılan insanın köyü en fazla on Dakka içersinde yerlebir
ediliyor. Yıllarca ikamet ettikleri, oturdukları o toprağa bağlılıkları
bir anda koparılıyor; evlerine bağlılıkları bir anda koparılıyor. Hak
ihlalleri açısından baktığınızda zaten sadece tek bir hakkın ihlali
değil yani; sadece bir yaşam hakkının, sadece bir mülkiyet hakkının,
yani bir spesifik hak ihlali yok burada. Burada pozitif hukuk, evrensel
hukukun güvenceye bağlamış olduğu, neredeyse bütün haklarınız ihlal
ediliyor. Yani bir haklar zinciriniz ihlale maruz kalıyor.” Diyarbakır
barosundan Av. Mahsuni Karaman, yaraları hala sarılamayan göçün
insanlarda yol açtığı travmanın, Diyarbakır’da yaşanan her sorunda
etkisi olduğunu düşünüyor; sokak gösterilerindeki şiddetten, artan
kadın intiharlarına, uyuşturucu bağımlılığından sokak çocuklarına, hatta
kaçak elektrik kullanımına kadar.
Ama yaraların sarılması artık
göçün geriye döndürülmesi anlamına gelmiyor. 1980’li yılların
ortalarında başlayan zorunlu göç sürecinin çocukları, artık göç
ettikleri kentlerde büyümüş olan yetişkinler; ve çoğu geri dönmek
istemiyor. Diyarbakır Bağlar mahallesinde görüştüğüm sorunlu göç
mağduru ailenin büyükleriyle gençleri, geri dönüş konusunda çok farklı
düşünüyorlar. Örneğin, kimin isteğinin ağır basacağı ise belli:
Siz Diyarbakır’da mı büyüdünüz?
6 yaşında buradayım.
Siz?
Ben de üç yaşından beri buradayım.
Burada
okula gittiğiniz zaman Diyarbakır’da yerleşik diğer ailelerden farklı
hissettiniz mi kendinizi; ya da zorluklarınız oldu mu?
Evet, yeni geldiğimizde tam Türkçe bilmiyorduk. Onlar Türkçe
konuşuyor, biz Kürtçe. Yavaş yavaş Türkçe’ye alıştık. Ben
hatırlamıyorum; işte bu Fatih caminin orasında, bir bodrum katta yatıp
kalkıyorduk. Babam hapisteydi, ağabeyimgil bizi geçindiriyordu.
Peki siz okula gidiyor musunuz hala?
Ben gitmiyorum…
Ben lise bir…
Ne yapmak istiyorsun?
Valla, öğretmen olmak istiyorum
Ne öğretmeni?
Sınıf öğretmeni, ya da coğrafya…
Siz ne yapıyorsunuz şu anda, çalışıyor musunuz?
Çalışıyorum
Ne iş yapıyorsunuz?
Belediyede, ilaçlama…
Ne kadar zaman oldu?
5 sene
Peki sizler dönmeyi düşünüyor musunuz?
Elimize düşerse düşünüyoruz. Kendi köyün hali başka; her şey
bedavadır, hiçbir şeysi paraylan değil. Yumurtası bedava, yoğurdu
bedava.
Peki, ya gençler gelmezse; onlar Diyarbakır’da kalmak isteyebilir.
Ben gençlerimi Diyarbakır’da yalnız bırakamam; onlar neredeyse ben de ordayım.
Kadınların durumu genellikle çocuklarına, eşlerine ya da babalarına
göre şekilleniyor; Tepecik köyüne geri dönenlerden Sezi ve annesi
örneğin:
Sezi merhaba
Merhaba!
Kaç senedir köye geri gelmişsin?
2 senedir gelmişim.
Daha önce bu köyde mi yaşıyordun?
Daha önce, evet bu köyde yaşıyorduk
Burada mı doğdun?
Evet, burada doğdum.
92’de mi sizde buradan kaçtınız, ayrıldınız?
Evet.
Sonra buraya dönme kararını nasıl verdiniz?
Yani şimdi dönme kararı; benim ailem başka bir köydeydi, ben İzmir’de
kalıyordum, ağabeymin yanında. Ben işte babamlar zaten sürekli gidip
geliyordu köye işte. Babam çok istiyordu. Şimdi millet de yerleşince
köye; e, babam da birden aynı kararda aslında. Yani, ‘Gitcem’ dedi;
benim pek annem gitmeye-gelme taraftarı değildi. Ama işte, babamın
dediği dediktir.
Bir de yarı köyde, yarı şehirde yaşayanlar var; Diyarbakır’a yakın Mermer köyünden Dilan gibi: Askerim şu anda.”
Nerde askerliğini yapıyorsun?
İszmit(te askerim, Kocaeli’de askerim.
Süresi ne kadar karlı?
Süresi, 150 günüm var daha. 150 gün sonra inşallah teskeremi alıp, tekrar gelirim buralara.
Nerde yaşıyorsun?
Ben normalde Antalya’dayım.
Ne zaman göçtün Antalya’ya?
8 senedir gidip geliyorum işte; köye gidiyorum, Mermer. Bizim karakol var orda.
Peki Antalya’da ne yapıyorsun?
Antalya’da barmen, dj’cilik yapıyorum.
Ne tür müzikler?
Yabancı, ondan sonra Slow olsun… O tür müzikleri, şarkıları biz…
Türistlerin geldiği bir yer mi?
Türistlerin geldiği bir yer; otel şey, bar olduğu için.
Arkadaşların ne oldu? Mesela köydeki arkadaşların falan…
Şimdi gençler, fazla bulamazsınız köylerde. İş zamanı, bu vakitler
çıkıyorlar, işte şehirlere… Kışın gene geri geliyorlar; gurbet
çekilmiyor, geliyorlar tekrar.
Köylerine dönemeyen ve 15-20 yıldır
şehirlerde yaşayanların ne kadarı acaba, bütün koşullar uygun olsa
geri döner? Ya da bunca yıldır ne kadar kentli oldular? Bu anlamda
göçtükleri kentleri nasıl etkilediler?
Dicle Üniversitesi
Sosyoloji bölümünden Yard. Doç. Mahzar Bağlı, Diyarbakır’da bu
sorulara cevap arayan bir araştırma yapmış. 1990 ile 2000 yılları
arasındaki 10 yıllık bir dönemi kapsıyor ve 416 kişinin katıldığı bir
anket çalışmasına dayanıyor:
“Üç temel hipotezimiz vardı;
bunlardan birincisi, buraya göç eden insanların çok ciddi anlamda
kentli bir tutumla karşılaşamadıkları ve dolayısıyla kentleşmenin
gittikçe uzayan, yani aksayan bir süreç olarak ortaya çıktığını
gördük. Bir de bununla beraber, psikolojik olarak kişinin, kendisini
göçe hazır hissetmemesinden kaynaklanan sorunlar var.
Bir
diğeri de, geri dönme isteğinin hakkaten çoğunlukla dile getirildiği
bir biçimde güçlü bir şekilde devam edip etmediğidir. Çünkü
Türkiye’nin diğer bölgelerinde, göç edenlerin önemli bir kısmı geri
dönmek istemiyorlardır. Zaten bunu psikolojik olarak, kendilerini hazır
hissetmiyorlar ve belli bir gerekçeyle göç ediyorlar. buradan,
nerdeyse insanların kendilerinden kaynaklanan bir gerekçe yok;
başkalarından kaynaklanan birtakım gerekçeler var. Ve dolayısıyla bu,
başkalarından kaynaklanan gerekçeler ortadan kalkarsa, ‘Acaba geri
dönmek isteyecekler mi?’ diye sormuştuk. 96’da yapılan araştırmada %70
civarında; 99’daki araştırmalarda %60; bizim araştırmamızda %50
civarında çıktı, geri dönme isteği.
Kadınlarda geri dönme
isteğini daha düşük gördük ki, bu da kentin, belki onlara sunmuş
olduğu imkanların varlığı ile açıklanabilir. Yani imkanlara kavuşmuş
olmak değil, görüyor olmak ve belki, ‘Bir gün bunlara kavuşabilirim!’
özlemiyle burada kalmayı arzu ediyorlar. Doğrusu buradaki problem,
başta da söylediğim gibi, yani buraya göç eden insanlar, geldikleri
zaman kentte, kentli bir sınıfla –deyim yerindeyse-
karşılaşmamışlardır. Ve bunun da çeşitli nedenleri var; belki
Diyarbakır’ın çok yerlilerinin önemli bir kısmı bu süreçte buradan göç
etmiş olmaları. Zaten Diyarbakır’ın göçle ilgili en büyük
özelliklerinden birisi, aldığı göçün iki katı bir göç veriyor olmasıdır
da. Yani kent merkezinden göç veriyor: aynı zamanda kent merkezine de
göç alıyor. Mesela İstanbul’da da bu problem var, belki Ankara’da da
var bu problem; ama oralardaki insanlar, gittiklerinde Ankaralı bir
kesimle karşılaşıyorlar ve İstanbullu birileriyle karşılaşabiliyorlar.
Ha, burada böyle bir şeyle karşılaşılmadı; yani insanlar ordaki bütün
tutum ve davranışlarını buraya taşıdılar ve bir başkasının gözüne
batmadı bunlar. Hem karşılaşılan toplumsal tabaka kentli bir tutuma
sahip değildi, hem de üretim açısından da gerçekten ve informel
alanlarda çalıştıkları için bir dönüşüm, ne yazık ki, gerçekleşmedi.
Tabi, bu dönüşüm gerçekleşmeyince işte, belki 15 yıl, 20 yıldır devam
ediyor; bu göçle birlikte gelen yeni nesil artık bir nevi, kenti
kuşatmış oldu.”
Devletin köye dönüş ve tazminat konularındaki
uygulamalarını önceki programlarda ele aldık; ama halen kentlerde
yaşayan ve bundan sonra da önemli bir kısmı, muhtemelen kentlerde
yaşamaya devam edecek olan zorunlu göç mağdurlarının yeni bir yaşama
uyumu, rehabilitasyonunu hedefleyen özel bir program yok. BM kalkınma
örgütünden Yeşim Oruç:
“Zorla değil de hani böyle, ‘Aman, köye
dönüş iyidir, aman gidin, gidin!’ demekle çok doğru bir yere varılmıyor.
İnsanlar 10 yıldan fazladır bir süre kent merkezlerinde oturuyorlar.
Özellikle gençler, hatta kadınlar, çocuklar; bunlar köye geri dönmek
pek istemiyorlar açıkçası. Onun için kentsel entegrasyon, tazminattan
yararlanmak kanımca nerdeyse çoğunluğu için yerinden olmuş kişilerin
çoğunluğu için daha etkin önlem alanları olacaktır. Burada, yerinden
olmuş kişilere özel bir program yok! Her vatandaşın yararlanabildiği
eğitim, sağlık ve sosyal yardım alanlarından her vatandaşla eşit
şartlarda yararlanabilmeleri ilk adım. Bunların tabi, insanları hakir
görücü veya küçük düşürücü şekillerde değil; insanların onurlarının
daha dikkate alınarak onların yapabilir kılınmalarına özen göstererek
toplumsal hayata katılımlarını teşvik ederek, mümkünse üretim
alanlarına katılımları teşvik edilerek sosyal yardımların ciddiyetle
hatta hatta hacminin her geçen gün artırılarak; zaten verildiğini görüyoruz, daha da artırılmasını çeşitli çalışmalarımızda da öneriyoruz.”
Doğu ve Güneydoğu da yaklaşık son 20 yılda yaşanan zorunlu göçün
boyutları konusunda farklı rakamlar ve tahminler var. Ancak herkesin
kabul ettiği bir şey, bu bölgelerdeki il ve ilçe merkezlerinin
nüfusunun bu dönem içinde ikiye, üçe, bazen dörde katlandığı. Bunun
yarattığı sorunları izlemek için, bu süreçte büyük göç alan
merkezlerden biri olan Hakkari’nin Yüksekova ilçesine uzanalım.
Yüksekova, kendisine bağlı olup, boşaltılan 40’a yakın köyün yanı sıra
Çukurca, Hakkari, Şemdinli ve Şırnak tarafından göç almış. Yüksekova
kaymakamı Uğur Kalkar anlatıyor:
“İlçemiz, özellikle son
dönemlerde köylerin boşaltılmasıyla beraber, gerek kendi ilçemizin
köylerinden, gerekse de civar ilçelerdeki köylerin boşaltılmasıyla
beraber; özellikle ilçe merkezi yoğun bir göç almış durumda. İlçe
merkezimizin nüfusu 1990’larda 20 bin, 25 bin civarındayken, şu anda 80
binlere, 100 binlere dayanmış durumda. Yani çok kısa süre içersinde,
15 yıl gibi kısa bir süre içersinde nüfusu 3’e katlanmış durumda.
Bunun, beraberinde getirdiği çok önemli sıkıntıları var.
Peki, bu sorunların giderilmesi konusunda gerekli kaynaklara sahip olduğunuzu düşünmüyor musunuz?
Şimdi,
göçün tabi beraberinde getirdiği altyapı ile ilgili sıkıntılar değil,
bir takım sosyal ve kültürel sıkıntılar da var. Onların, takdir
edersiniz ki, hepsini bir anda aşmak çok zor! Biz bu sorunları aşmak
için elimizden gelen bütün çabayı gösteriyoruz. Özellikle eğitimle,
sağlıkla alakalı altyapı eksikliklerini, okul ihtiyaçlarımızı,
öğretmen eksikliklerimizi gidermeye çalışıyoruz. Kaynak sıkıntısı
duyduğumuz noktalarda kendi üstlerimize ve Ankara’ya bu
ihtiyaçlarımızı bildiriyoruz. Bu konuda devletimizin hassasiyeti çok
yüksek; ihtiyaç duyulan kaynakları temin edebiliyoruz; ama daha fazla
kaynağa ihtiyaç duyuyoruz.”
Sorunların boyutları çok büyük.
Bölgedeki hemen tüm il ve ilçe belediyeleri gibi Yüksekova’nın yerel
yönetimi de bir yandan zorunlu göçün, bir yandan onunla daha ağırlaşan
yoksullaşmanın yükü altında, deyim yerindeyse “inliyor!” Belediye
başkanı Salih Yıldız, nüfusun belediye, jandarma ve sağlık müdürlüğü
tarafından 100 binin üzerinde saptanmasına rağmen, resmen 60 binin
altında kaydedilmesinin iller bankasından gelen kaynakları da yarıya
indirdiğine dikkat çekti:
“Hizmet konusunda çok zorlanıyoruz; çünkü
2003’te imar planı yapılmış şehrin. Ondan önce çarpık kentleşme
nedeniyle rasgele herkes her yere ev yapmış, bina yapmış. Cadde,
sokaklar nizami değil, dar. Adam küçükbaş hayvanını, büyükbaş
hayvanını olduğu gibi getirmiş; tavuk kümesinden, bilmem hindisine
kadar, her şeyini şehirde besliyor. Şimdi bundan biz zorlanıyoruz.
Neden zorlanıyoruz? İtfaiyenin geçemeyeceği, yangın olduğu zaman
sokaklarda zorlanıyoruz, çöp temizlenmesinde zorlanıyoruz, su götürme
hizmetinden zorlanıyoruz. Aynı zamanda da bu kültür, bu insanlar bu
güne kadar dayatmışlar, para ödememişler; para ödeme alışkanlığı
olmamış belediyeye. Hizmet de istiyorlar; e, şimdi durumu iyi olmayan
135 bin nüfusa hizmet eden, 59 bin nüfusa göre iller bankasından payı
gelen, 300 personeli olan, personelin maaşını en yüksek, bir belediye
olarak gelen para ancak personel maaşına yetiyor. Tabi ki, para
artmayınca hizmet götürmekte zorlanıyoruz. Bir de %80’ e, belki 85’e
tekabül eden kesimin işsiz olduğu; işte 2000-3000, işportacılıkla
kendini öyle geçim kaynağı sağlıyor. Bunların bile yaşamları böyle
sokakta, kaldırımlarda sorun haline geldiği bir kentte… Gerçekten
sağlık karnesinden, bilmem ilaç almasından; geçim sıkıntısında herkes,
gelip bizi buluyor.”
Çeşitli boyutlarıyla izini sürdüğümüz ve
sürerken de yer yer ayrıntıları görebilmek için bölgedeki siyasi ve
toplumsal başka sorunlardan, bir ölçüde soyutlamak zorunda kaldığımız
zorunlu göç hakkında aslında daha çok şey söylemek mümkün; ama belki
de en önemlisi, zorunlu göçün bölgede sadece 20’yi aşkın yıldır devam
eden şiddet ortamının bir sonucu değil, aynı zamanda yaraları
sarılamadığı ölçüde ve o sürece çok karmaşık yeni sıkıntıların ve
sorunların ve yepyeni çatışmaların da kaynağı haline geldiğini
vurgulamak!
- Siz nerede yaşıyorsunuz?
- Ben Yüksekova’da kalıyordum; iki senedir evim Van’dadır. Eşim de kalp hastasıdır.
- Peki, daha önce köyünüz var mıydı?
- Köyümüz vardı tabi. Yani köyde durumumuz süperdi; ağalar gibi geçinip gidiyorduk.
- Neyle geçiniyordunuz?
- Koyun; hayvanlarımız vardı, durumumuz iyiydi yani.
- Köyünüz neredeydi, adı neydi?
- Yeşilöz köyü, Beytüşşebab’a bağlıdır. Kürtçe Feraşi’dir. Biz orda yaşıyorduk. 1989’da yaktılar.
(Çocuk öksürmesi sesleri…)
- Kaç çocuk var?
- İki tane çocuğum var.
- Adı ne kızın?
- Nujin
- Nujin ne demek?
- Nujin, yani Yeni yaşam, yepyeni bir sayfa; o da, nerede o günler!
KÖYLERİNE DÖNEMEYEN KORUCULAR VE CEVİZ AĞAÇLARI
Bölgedeki hemen
her sorunu derinlemesine etkileyen ‘sorunlu göç’le başlıyor; ‘Kürt
sorunu’nun günlük hayattaki bazı tezahürleriyle de devam edecek…
Hakkari’nin Yüksekova ilçesi yakınındaki Doğanlı köyünden başlayalım,
‘zorunlu göç’ün izini sürmeye. Geçici bir yerleşim yeri Doğanlı.
Burada, Çukurca7nın Uzundere köyünü terk etmek zorunda kalmış insanlar
yaşıyor. 20 yıldır koruculuk yapıyorlar. Hayatlarında hayvancılık ve
tarımın yerini silahlar ve tehlike almış.
Dorukları sürekli karlı
olan muhteşem dağların arasındaki ovanın bir köşesine 3 sene önce
kurulan, 204 hanelik bu yerleşim; yan yana, sıkışık düzen, tek katlı,
gri evlerden oluşuyor. Yeşili, tarlası, hayvanı, merası yok! Evlerinin
arası çamur deryası; köyden çok, yerini şaşırmış çok yoksul bir
gecekondu mahallesi ya da afetzedeler için kurulmuş bir kampı
andırıyor. Bu yüzden olmalı ki, buraya herkes “Doğanlı Kampı” diyor,
buralarda. Onlarla göçlerinin ve dönemeyişlerinin hikayesini
konuştuk:
- Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?
- Sağolun, Doğanlı köyü muhtarı Musa Alpan.
- Musa bey, ne zaman buraya geldiniz?
- Efendim, bu 2002’den biz buraya gelmişiz.
- Şimdi burada durumumuz nedir, sıkıntılarımız var mı?
- Vallahi durumumuz… Sıkıntımız vardır zaten. Sadece konut ki, devlet bize vermişti zaten; ne ekinimiz var…
- Tarlanız yok!
Tarlamız yok; ne meramız var, biz bir hayvan beslesek. Bu, büyük bir
sıkıntı içindeyiz zaten. Biz geri dönmek de istiyoruz zaten, bu
şartta…
Doğanlı kampı Uzundereli 3000 köylünün, köylerini terk
etmek zorunda kaldıkları 1995’ten bu yana, yani 11 yıl içinde
barındıkları 4. geçici yer. Daha önce komşu köylere misafir olmuş, bir
süre çadırlarda yaşamış; yerleştirildikleri bir kamptan, afet bölgesi
olması yüzünden çıkmak zorunda kalmış, son olarak da buraya gelmişler.
Yüksekova ve Hakkari çevresi Doğanlı benzeri kamplarla dolu. Şiddet
ortamında şu veya bu şekilde köylerini terk etmeye zorlanmış insanlarla
dolu bu kamplar.
1984 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu’da
yaşanan çatışmaların yol açtığı zorunlu göçten kaç kişinin
etkilendiğini söylemek hala mümkün değil. TBMM’nin 1998 tarihli
komisyon raporuna göre 905 köy ve 2523 mezra boşaltılmış. 378335 kişi
göç etmiş. İçişleri Bakanlığı’nın 2005 yılı için verdiği rakam ise
355803. Sivil toplum kuruluşları ise bu sayının çok daha yüksek
olduğunu tahmin ediyor; verdikleri rakamlar 4 milyona kadar
çıkabiliyor. Ama bu konuda şu ana kadar henüz kapsamlı bir araştırma
yapılmış değil.
Peki ya dönebilenler…
İçişleri
Bakanlığı’nın verdiği son rakamlara göre 2005 yazı itibariyle, köyleri
boşalmış olanların üçte biri köylerine dönmüş; ama bu konuda da görüş
birliği yok! Oysa sağlıklı bir politika üretilebilmesi için her
şeyden önce, sorunun boyutlarının saptanması gerekiyor. Bu amaçla,
hükümetle anlaşmalı olarak Hacettepe Üniversitesi tarafından yürütülen
bir araştırmaya, BM uzmanlık sağlıyor. BM kalkınma örgütünün Türkiye
bürosundan Yeşim Oruç: “Tamamıyla bağımsız bir anket çalışması. Esas
itibariyle, Türkiye’de yerinden olmuş kişiler sayısı ve yerinden olmuş
kişilerin ileriye dönük tercihlerini belirlemeye yönelik bir anket
çalışması. Hacettepe Üniversitesi’nin sonuçları, tahminimce bizi çok
daha realistik bir noktaya getirecek; ne 350 binde tutacak, ne 4
milyona götürecek. Haziran ortasında, anketin kamuoyuna açıklanacağı
bilgisini aldık.”
Bu çalışmanın pratikte ne gibi yararları olacak sizce?
“Çok önemli tabi, böyle bir sayısal tahminlerin yapılabilmesi. Her
şeyden önce ulusal sorumluluk. Yani yerinden olmuş vatandaşlara
devletin sorumluluklarını, yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için;
Ve bu köye dönüş, yerinde entegrasyon için, sosyal yardım ve veya
tazminat… Bütün bunlar, yerine getirilebilmesi için bu sorumluluğun kaç
kişiye karşı olduğunu ve bütçelerinin bilinebiliyor olması lazım.”
Zoraki göçetmiş veya dönebilmiş olanların sayıları konusunda görüş
binliği olmamakla beraber, geri dönüşün önünde büyük engeller olduğunu
herkes kabul ediyor: “Korucu biz olduk zaten. Ondan dolayısıyla
zaten, orda duramadık. Savaştık zaten. 44 köyü orda boşaltmışlar
zaten, Çehoze bölgesinde, sadece biz değiliz zaten. Bu dağın arkasında
zaten, iki köy vardır.
- Köyleriniz ne oldu, şimdi orda harabe mi?
- Harabedir; bir şey kalmadı.
- Gidip gördünüz mü hiç?
- Geçen sene biz görmüşüz. Orda ayakta bir şey kalmamış, çöl olmuş.
- Şimdi niye dönmüyorsunuz, izin mi yok?
- Köy yolu berbattır efendim, yol yok. Orda zaten imkanlarımız da
kalmamıştır.; ne kavak kalmıştır, ne cevizler kalmıştır, ne meyveler
kalmıştır. O kadar gücümüz de yoktur. Sadece gelir kaynağımız
koruculuktur zaten. Her evin 10 tane nüfusu var. Ayda 400 milyon
veriyor; on gün idaresine yapıyor, 20 gün aç kalıyor.
- Peki şimdi her şey yapılmış olsa, köye dönseniz güvenliğiniz var mı?
- Güvenlik yoktur orda. 44 tane mezra boştur zaten. Köy boştur;
onlar da dönmemiş. Yollarımız da toprak, mayın dolayısıyla zaten…
- Mayın da mı var?
- Var.
Doğanlı kampı muhtarının anlattığı gibi köye dönüşün önündeki en
önemli sebeplerden biri, maddi imkansızlı ve köy altyapılarının,
kırsal ekonomisinin tamamıyla harap olmuş olması. Tablo, 1994’ten bu
yana uygulanan ve 14 ili kapsayan ‘köye dönüş, rehabilitasyon
programı’nın bu zorlukları aşmada yeterli olamadığına işaret ediyor. Bu
konuda AKP hükümetinin iki yıl önce attığı çok önemli bir başka
adımı, 5233 sayılı terör ve terörle mücadeleden doğan zararların
tazminine dair yasaya ve uygulamasına daha sonra döneceğiz. Ama bütün
bunlardan önde gelen bir soruna mercek tutalım önce;
Can güvenliği!
Çatışmaların yer yer devam etmesi ve özellikle de mayınlar,
Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylüleri ve onlarla benzer durumda olan
Çukurca’nın 44 diğer köyü açısından büyük önem taşıyor.
Nedir, mayınlar konusunda son durum?
Hakkari Barosu avukatlarından Rujbin Tugan’ı dinleyeceğiz. Tugan,
mayınlarla ilgili çalışma yürüten küçük bir sivil inisiyatifin üyesi;
hem de Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylülerinin avukatı: “Mayınlara
karşı bir toplumsal duyarlılık, bir bilinç oluşturmak üzere bir araya
geldik. Kölülerle, muhtarlarla, jandarma birimleriyle, askerlerle
konuşmaya başladık; yardım istedik yetkililerden hatta. Hakkari
bölgesini esas alaraktan, ne kadar insanın bundan etkilendiğini,
öncelikle tespit etmek amacıyla bir anket çalışması yaptık. Şu anda
raporunun yazılması aşamasındayız. Ve raporunu bir kitap halinde
paylaşmayı düşünüyoruz. Ancak bizim beklediğimizden de çok iç
karartıcı bir tabloyla karşılaştık bu çalışma esnasında.
Yani
biz yaklaşık işte, Hakkari’nin yüzde seksenine yakınını gezdik. O
yüzde yirmilik, hiç giremediğimiz alanlardı. Onlar da bizzat resmi
görevlilerce de mayınlı olduğu bildirilen ve kesinlikle insanların
giremeyeceği alanlardı.
Yerleşim alanlarının içlerinde bir
takım, yani çocukların taş fırlatmak suretiyle oyun oynadığı mayınlı
yerlerle karşılaştık. Bütün Hakkari bölgesinde, iki bölge haricinde
“mayınlıdır!” işareti göremedik.”
- Bu konuda uluslar arası kuruluşlardan yardım ya da işbirliği almanız sözkonusu oldu mu?
“Grubumuz,
kurulduğu andan itibaren, ‘Biz işbirliği ve yardım istiyoruz; çünkü
bir, mayınların neye benzediği konusunda dahi çok fazla fikir sahibi
değildik. Bu konularda, işte internetten indirdiğimiz şeylerden bilgi
sahibi olduk. Broşürler bastırıldı. İşte, çocuklara gösterdik, ‘Buna
benziyor!’; kadınlara gösterdik… Tabi dil problemi de var; yani siz
broşür bastırıyorsunuz, Türkçe bastırıyorsunuz. Ayrıca, zaten
okuma-yazma oranı çok düşük. Dolayısıyla anlatmak; beraber gittiğimiz
bütün köylerde, köylülerin tümünü toplayaraktan… Özellikle kadınlar ve
çocuklara, ısrarla… Çünkü erkekler bir biçimde silahla
haşir-neşirler. Aslında tabi ki, bizim özde yapmaya çalıştığımız şey;
biz ‘şiddet sorgulamaya’ çalışıyoruz bölgede. Bunun en kolay ve en
anlaşılır yolu, sanırım mayınlar; çünkü herkes ‘mayın mağduru’
olabilir. Yani siz, ben, asker, polis, sivil, kadın, çocuk, Türk,
Kürt, Müslüman; herhangi birisi… Ve herhangi bir yerde, ve herhangi
bir zamanda mayın mağduru olabilir. Yani, kimin koyduğundan ziyade;
onunla ilgili değiliz biz. Zaten devletin egemenlik sahası içersinde
olan bir alandan bahsediyoruz Dolayısıyla siz, Hakkari’nin sınırındaki
sıfır noktadaki bir köyünde yaşayan çocuğun da can ve mal güvenliğini
teminle mükellefsiniz.
Ayrıca mayınlar tabi ki, geri dönüş
önünde en önemli engellerden birisi; çünkü bir haritası yok bunların.
Karakollar, işte boşaltılmış, köy boşaltıldıktan sonra orası
temizlenmemiş ama… Ve onlar yağmurla, çamurla, karla kaymış tabi ki… Ve
ne biliyim, başkalarının koyduğu mayınlar var ve bunlar iklim
koşullarıyla çok çabuk yer değiştirebiliyorlar, kayabiliyorlar; ve
yerlerini tespit etmek zaten çok güç.”
- Mesela biz Doğanlı
kampına gittik. Onların ‘köye dönüş’ başvuruları var. Bunun geri
çevrilme sebebi herhalde mayınlar, değil mi?
“Orası zaten
sınıra çok yakın bir bölge, mayınla dolu. Yaptığımız başvurulara, işte
geçici cevaplar veriliyor; ya hiç cevap verilmiyor. Daha önce,
‘Gidemezsiniz!’ deniyordu; son bir yıldır, ‘Gidemezsiniz!’ denmiyor
ama ‘Yolu yok, yol yapacağız, bekleyin’ anlamında… Fakat biz gitmeye
çalıştık işte; mayın grubu olarak çalışma yürüttüğümüz esnada, bize
resmi olarak, yani askeri birimlerin verdiği cevapta, ‘Oraya
giremezsiniz’; yani, ‘Girmeyin!’ daha doğrusu ‘Gitmeyin, çünkü
ölürsünüz!’ dendi.”
- Can güvenliğiniz yok!
“Tabi, evet…”
- Peki, ne yapılabilir, pratik olarak?
“Şimdi,
aslında ikiye ayırmak lazım: Şu anda yerleşik yaşamda olanlara
ilişkin olarak ve boş alanlarla ilgili, boş köylerle ilgili olarak
ikili bir çalışma yapılması gerektiğine inanıyoruz biz. Yani öncelikli
olarak bir bilgilendirme çalışması yapılması çok acil olarak bir
ihtiyaç, Ve işaretlemelerin yapılması gerekiyor. Şimdi zaten bizim
çalışmamızda, bizim iki tane haritamız ortaya çıkacak. Yani bu
haritalar en azından bir rehber olabilir. Ayrıca mağdurlara yönelik
olarak çok ciddi çalışmalara ihtiyaç var; protezleri yok, kolsuz, yüzü
parçalanmış… İşte vücudunun belli bin uzvu yok, ‘Bu biçimde hayatını
nasıl idame ettirebilir? Normal bir hayat nasıl sürdürebilir?’ gibi bir
takım şeyler vermek gerekiyor bu insanlara. Bunun dışında tabi, eğer
köylere geri dönülmesi isteniyorsa, çok acil bir biçimde bir tarama ve
temizleme çalışmasına başlanmalı.”
İkinci bölüm
- Şimdi neredeyiz, kapı nerdeydi?
- Kapı burasıdır. Burası yatak odasıdır, burası da mutfaktı. Burası
yoldur, burada dut ağacı vardı, çiçekler falan vardı. Her akşamları çay
yapardık, içerdik…
Zorunlu göçün izini sürmeye devam edeceğiz.
Diyarbakır’la Lice arasındaki Tepecik, zorunlu göç mağduru bir başka
köy. 70 haneli köy, 1992 yılının 20 Aralık gecesi boşaltılmış ve
yakılmış. Son 4 yıldır köye dönüşe izin verilmiş yetkililer tarafından.
Şu anda köye dönen 25 hane var. Yıkılmış evlerin arasına yeni evler
yapmışlar, köydeki hayatlarını yeniden kurmaya çalışıyorlar. Okul
sağlam, Cami’nin tamiri ise tamamlanmak üzere. Ama köy halkının üçte
ikisi, bize köyü gezdiren hacı amca ve ailesi gibi köye sadece arada
bir ziyarete gidebiliyor.
Yerinden yurdundan edilmiş insanların
geri dönemeyiş sebepleri çok çeşitli. Şırnak’a bağlı Beytüşşabap’ın
Yeşildere köyü geniş Gerdan aşiretinden. Onlar da 1994’ten bu yana
köylerinden uzaklar. Dönmelerine hala izin verilmeyen köylerden. 155
hane, Yüksekova’nın Eskikışla ve Orman mahallelerinde yaşıyor.
- Sizi tanıyabilir miyiz?
- Ben, Eskikışla mahalle muhtarı Hasan Boz. Beytüşşabap’tan gelmişiz.
- Geri dönmek için müracaat yaptınız mı?
- Geri dönmek için 2002, 2003, 2004, 2005, bu sene de 2006; hep müracaatımız vardır, 155 hane adına.
- Cevap alamadınız mı?
- Cevap geliyor da, olumlu bir cevap yoktur. Onlar diyor; “Köy
boştur, şimdi müsait değiliz”, yani “Yerleşim yoktur!” diyor. Hakkari
valisiyle görüştüm, o da Şırnak valisiyle görüşecekmiş; fakat, olumlu
bir sonuç beklemiyorum. İnsanlarımız da 155 hane; burada hepsi de
işsiz ve perişan.
- Köyler dolu mu?
- Aşiret olarak 45 köy ve mezramız şu an boştur; yani 94’ten beri boştur.
- Köyünüz ne sebeple boşaltılmış?
- Bizim köyümüz olaylar nedeniyle, devlet tabi PKK, o çerçevede… Devlet boşaltıldı, yani zorla boşaltıldı.
- Korucu oldunuz mu?
- Korucu olmadığı için boşaltıldı. Hele bizim aşiretimiz korucu
olmadı. Sadece 2 aile korucumuz vardır, o da eski muhtarlarımızdır.
Göç ve geri dönemeyiş konuşulurken, konu bir noktada mutlaka, gelip
koruculuğa dayanıyor. Koruculuk 1985 yılında 3175 sayılı yasaya
dayanarak yürürlüğe konulmuş. O zamandan bu yana da tartışma
yaratmasına rağmen, ortadan kaldırılması güç bir sistem. Ekonomik
olarak baktığımızda Doğu ve Güneydoğu’daki 14 ile; bugün Türkiye’de,
kişi başına düşen gelire göre iller arasında yapılan sıralamada en son
20 sırada oynuyor. Kürt nüfusun yoğun olduğu 22 ilde, ‘geçici köy
korucuları’ adı verilen 58542 maaşlı ve tahminen 30 bine yakın gönüllü
korucu var.
Tarım ve hayvancılığın, şiddet ortamında yok olmasıyla
iyice yoksullaşan bölgede koruculuk, bu hesaba göre en az 1 milyon
insanın geçim kaynağını oluşturuyor. Çukurca Uzundere’yi 1995 yılında
terk etmek zorunda kalmış Yüksekova Doğanlı kampında yaşayan 3000
kişinin ana gelir kaynağı, köydeki 100 korucunun maaşları örneğin: “20
sene oldu biz korucuyuz. Korucu maaşları 400 milyon lira. Mesela benim
nüfusum, 15 nüfusum var. 400 milyonla geçinemiyoruz. Maaşımız az.
- Peki, şimdi ‘Koruculuk kaldırıldı!’ deseler,; işte gene hayvanınızı, tarımınızı yapın!’ deseler, iyi olur mu sizce?
- Şimdi, eski köyümüz boştur. Ağaçlarımız kurumuş; yolumuz yok,
enerjimiz yok, sağlık ocağımız yok, okul yok, hiçbir şeysi yok. Oraya
gitse mümkün değil, yani gitmiyoruz. Burada da aynı, arazimiz yok,
hiçbir şeyimiz yok; sadece gördüğün gibi,bu konutlar var!
Koruculuğun bir başka önemli yönü ise silahlı bir güç olarak, korucu
olmayanlar açısından bir tehdit oluşturabilmesi. Bu durum; bir yandan
bölgede korucularla, koruculuğu seçmeyen nüfus arasındaki husumetin
sürmesine yol açıyor. Bir yandan da denetimden uzak, silahlı güç olarak
korucular arasında suç oranı hayli yüksek. İçişleri bakanı Abdülkadir
Aksu, geçen yılın Eylül ayında 20 yıl içinde yaklaşık 5 bin köy
korucusunun suç işlediğini, bine yakınının da tutuklandığını açıkladı.
Suçların niteliği ise gasp ve soygundan, öldürme ve yaralamaya;
güvenlik güçleriyle çatışmadan, toplu tecavüze ve uyuşturucu madde
kaçakçılığına kadar uzanıyor. Ama prensip olarak kaldırılmasına
kimsenin, korucuların dahi pek itiraz etmediği; bu sistemin nasıl yok
edilebileceği konusunda henüz bir proje yok. Yalnızca 2000 yılında bu
yana yeni korucu alınmadığı biliniyor.
Doğu ve Güneydoğu’da
yerlerinden edilmiş insanların geriye dönüşü, Türkiye’nin AB üyelik
süreciyle ve uluslar arası antlaşmalarla kabul ettiği taahhütleriyle
de yakından ilintili. AB 2003 yılı katılım ortaklığı belgesinin siyasi
kriterler bölümünde, ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin orijinal
yerleşim yerlerine dönmesinin desteklenmesi ve hızlandırılmasından söz
ediliyor. BM’in de Türkiye’ye bu konuda tavsiyeleri var. Bunlar 2003
yılında Ankara’yı ziyaret eden BM genel sekreterinin, yerinden olmuş
kişiler özel temsilcisi Francis Deng tarafından dile getirildi. BM
kalkınma örgütünün Türkiye bürosundan Yeşim Oruç anlatıyor: “Dang’in
raporunda her şeyden önce şeffaflık ilkesinin altını çizerek Türkiye
hükümetine, yerinden olmuş kişilere yönelik politikasını açıklamasını
talep etti. 2. olarak, BM kuruluşlarının yerinden olmuş kişilerin
insan hakları konusunu izlemesi gerektiğini raporunda önerdi. 3. husus
ise, özellikle eve dönüşün talep edildiği yerlerde güvenlik
önlemlerinin alınması ve geri dönüşün güvenlik açısından, mümkün
kılınabilmesi için mümkün mertebe önlemler alınması hususuydu. Belki
de 4. ve (bu tam bir öneri olara yer almamakla beraber) bay Dang’ın,
Türk hükümetiyle paylaştığı raporunda altı çizilen bir şey, yerinden
olmuş insanların yaşadığı yerlerde, veyahut da geri dönmeyi tercih
ettikleri yerlerde entegrasyonun zaman aldığını, meşakkatli bir iş
olduğunu ve de güven eksikliklerini içermesi gerektiği de bir vurgu
olarak Türkiye hükümetiyle paylaştı.
- Peki, hükümet bu tavsiyeleri yerine getirdi mi, neler yaptı?
Yeşim Oruç, BM’in değerlendirmelerine göre hükümetin bu konuda attığı
en önemli adımın 5233 sayılı yasa olduğunu söylüyor; yani devletin,
terör ve terörle mücadeleden doğan zararları yargı değil, idari
mekanizmalar yoluyla tazmin etmeyi kabul etmesi. Bölgedeki ekonomik
ortamda köylerine geri dönmek isteyen; ya da bulundukları yerlerde
kendilerine daha normal bir yaşam kurmak isteyenlerin bir çoğu için, bu
tazminatlar şu anda tek umut.
1992 yılında boşaltılan Lice’nin
Tepecik köyünden kaçarak Diyarbakır’ın yoksul Bağlar mahallesinde
akrabalarının yanına sığınan ve hala da kendisini toparlayamayan bir
ailenin konuğu olduk:
- Tazminat komisyonlarına başvurdunuz mu?
- E, ama başvurduk, hani?
- Valla avukatların elinde bir şey yok!
- Siz başvurdunuz mu?
- Evet, biz başvurduk; şu ana kadar hiçbir şey yoktur yani. Belki vermezler de.
- Sonuç alan var mı?
- Yok,bizim
köyde yok. Civar köyde, yukarda bir köy var, Lice’ye yakın; onlar
almışlar, onun da şartlarını bilmiyoruz daha doğrusu.
- Valla
ben umudumu kesmişim köyden yani, neylen gideceğim. Bir çocuğum tek
çalışıyor, lokantada bulaşıkçı. Getiriyor 10 milyon evime para; kira
var, su var, bilmem ne var, ne var. Bizim yaşamamız öyledir.
- Vermezlerse biz, Avrupa İnsan Haklarına göndereceğiz; biz hiç vazgeçmeyeceğiz!
- Masrafını nasıl karşılayacaksınız, çok pahalı işler değil mi bunlar?
- Tabi, pahalıdır ama biz diyoruz ki, burada verse daha iyi olur.
Ben de çok Türkçe bilmiyorum; yani verseler, çok iyi olur.
Yerinden
olmuş kişileri temsil eden sivil toplum örgütleri ve avukatların,
tazminatı düzenleyen 5233 sayılı yasanın, içeriğine ve uygulamasına
ilişkin bir çok eleştirisi var. Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı
Ağıllı köyünün avukatı Mahsun Karaman, aynı zamanda Diyarbakır
Barosu’nun, konuyla ilgili uzmanlarından. Yasanın içeriğine yönelik en
temel eleştirisi yalnızca maddi tazminatı öngörmesi; ‘maddi ve manevi
tazminat evrensel hukukta bir bütündür” diyor Karaman; ama yine de
yasanın, bir dönüm noktası olduğunu kabul ediyor: “İki odaktan
kaynaklı zarar karşılanıyor; birincisi, doğrudan terör örgütlerinin
vermiş olduğu zararlar. İkincisi de devletin, bu örgütlerle
mücadelesinde yürüttüğü faaliyetleri neticesinde meydana gelen
zararları karşılıyor.
Devlet, terörle mücadele yöntemi olarak köy
yakmayı, boşaltmayı hiçbir zaman kabul etmedi; ama bu yasayı
düzenlemekle, ‘olabilir; yapmış da olabiliriz ve zararları
karşılıyorum’ manasında bir sonuç da çıkarılabilir bu yasadan. Yani
geçmişe dönmek ve bu konuda bir sulh yolunu öngörmek, aynı zamanda
geçmişle bir nebze de olsun yüzleşme iradesi olduğunu da aynı zamanda
gösteriyor.
Yasa, zarar tespit komisyonlarının kurulmasını
öngörüyor. Bu zarar tespit komisyonları her il valiliği bünyesinde
kuruluyor. Başında vali yardımcısının olduğu il müdürlüklerinden birer
üye ve ilin barosundan bir avukat üyeden oluşuyor; yedi üyelik bir
zarar tespit komisyonu… Mağdurlar bu kurula bir başvuru dilekçesiyle
kendileri, ya da vekilleri aracılığıyla başvurabiliyorlar. Özellikle
mala-mülke verilen kararlarda keşif zorunluluğu oluyor; ona göre, daha
sonra tazminatları veriliyor.
- Nasıl mal-mülk kanıtlanıyor?
Evlerde bu, problem pek olmuyor; şahıslar, keşif günü oraya gidip
tespit yaptırabiliyor. Orda bir sıkıntı çıkmıyor; ancak tarlalarda bu
büyük bir sıkıntı. Bölgenin %99’u kadastro görmemiş. Herhangi bir
zilliyetlik belgesi de yok. Dolayısıyla, ‘Bu işin içinden nasıl
çıkalım?’ sorusu zarar tespit komisyonlarını, uygulamada şu noktaya
getirdi: 1952 yılında yapılmış bir memleket haritası vardır; çok
ilginçtir, her tarafı orman sayan bir memleket haritasıdır. Her köye
ait 1952 tarihli haritada geçen arazi miktarına bakılıyor. O arazi
miktarı; muhtarlar ve azalar çağrılıyor, ‘Köylüleriniz arasında
bölüşün!’ deniliyor; kişi başına bir dönüm, iki dönüm arazi düşüyor,
paylaşılıyor. Herkese birkaç tane meyve ağacı yazılıyor; hiçbir kök-mök
yok, ortada hiçbir şey yok.
- Aynı şekilde, hayvanlar için de…
Hayvanlar
için ödeme verilmiyor, olay tutanağı isteniyor; yani o tarihte
tutulmuş bir olay tutanağı… Olay tutanağı, olay sırasında jandarma
veya polis tarafından tutulan tutanaktır. Kendi aleyhine bir olay
tutanağı verilmesi mümkün müdür? Yani keşifler sırasında büyük bir
sıkıntı var; bir kere mağdurların mal varlıkları sonradan tespit
edilmiyor.
- Neye, ne ücret verileceğini, ne tazminat verileceğini nasıl tespit ediyorlar?
Diyarbakır valiliği, evin metrekaresine 89 milyon ödüyor. Bu, bir bakanlar kurulu listesidir,
yani yapılar tasnif edilmiş, sınıflandırılmıştır: 89 milyon, 150
milyon, 200 milyon, yapının cinsine göre; evler için böyle… Meyve
ağaçları için 20 milyon veriliyor, 20 YTY ödeniyor; bu çok ilginçtir.
Benim, vekilliğini yaptığım bir köy var, Ağıllı köyünde 3500 adet ceviz
ağacı, keşif tutanaklarında yazılıdır. Her bir ceviz ağacına, valilik
20 YTL ödeme yapacağını söylüyor. Ben, Diyarbakır Tarım İl
Müdürlüğüne, bilgi edinme yasası çerçevesinde, Diyarbakır ve ilçeleri
açısından elma, armut, ceviz, nar; aklınıza gelebilecek bütün meyve
ağaçlarını yazmak suretiyle, ortalama vasat bir ağacın ağaç bedeli, 94
tarihinden 2005 tarihine kadar ürün miktarları ve bunların
miktarlarını TL cinsinden, YTL cinsinden, yani tutarlarını istedim.
Tarım İl Müdürlüğü, ‘Tarafımızda böyle bir tasnif yoktur,
arşivlerimizde kayıtları yoktur!’ dedi. Aynı yasa gereğince şikayet
edeceğimi söyledim, ihtar ettim. İki gün sonra bana bir koli
gönderildi. Bu tutanaklarda 94’ten 2005 yılına kadar bütün meyve
ağaçlarının verim miktarları, tutanakları da gösterilmek suretiyle her
şey işlenmiş.
Burada bir ceviz ağacının, sadece ağaç bedeli
1890 YTL oluyor; oysa valiliğin, aynı ceviz ağacı için ödemek
istediği rakam 20 YTL. Yani şimdi burada 10 tane ağacı olan bir
kişinin zararını, varın siz hesaplayın! Bir, 18 milyar sadece bunların
odun bedeli; 10 yıl, 12 yıl, 13 yıl boyunca elde edilemeyen ürünlerini
de hesaplarsanız 25-30 milyar civarında, sadece 10 ceviz ağacı için
uğradığı zarar oluyor. Resmi rakamlar uygulanırsa, bu 10 ceviz ağacı
için 30 bin YTL tazminat alabilir iken; şu durumda, valinin şu anki
hesabına göre 200 YTL (200 milyon) tazminat hesaplanıyor. 5233 sayılı
yasanın tüm görüntüsünü bu veriyor.
Avukat Mahsuni Karaman
5233 sayılı yasanın uygulamasını, bir ceviz ağacının değeri üzerinden
eleştiriyordu. Peki, ama ne oluyor sonunda? Acaba iç hukuk yolları ve
Avrupa İnsan hakları Mahkemesi yolu hala açık, ama avukat Karaman, çok
muhtaç durumdaki mağdurların çoğunun, yine de ‘ne verilirse kabul
ettiği’ni söylüyor.
5233 sayılı yas terör ve terörle mücadele
nedeniyle ailelerinden birini kaybedenlere de sabit bir tazminat
öngörmüş. Memur kat sayısına göre hesaplanan bu miktar, bu yıl 16 bin
YTL. 1998’de yayınlanan TBMM komisyonu raporu, zorunlu göçü ‘en uzun süreli ve kapsamlı hak ihlali’ diye
tarif etmiş ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal
hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti.