30 Nisan 2006 Pazar

BBC TÜRKÇE RADYO: 2006 GÜNEYDOĞU İZLENİMLERİ-10 BÖLÜM




GİRİŞ (NİSAN 2006-BBC TÜRKÇE'DEN)

Türkiye'nin güneydoğusunda son 6–7 yıldır Kürt sorununun tanımlanışını ve çözüm önerilerini, bu konudaki tartışmaları derinden etkileyen çok önemli gelişmeler yaşanıyor.

Bölge, 1999 yılından geçen yıla kadar, PKK’nın ilan ettiği ateşkes ile son yirmi yılının en çatışmasız dönemini yaşadı. Olağanüstü Hal uygulaması resmen sona erdi.




2000'li yıllarla hızlanan Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği süreci bölgede yakından, izlendi. Kültürel ve siyasi haklar alanlarında bu sürece büyük umutlar bağlandı.

AB süreci bölgeye, yirmi yıldır devam eden şiddet ortamının en travmatik sonuçlarından zorunlu göçün yaralarının sarılması, anadilde yayın ve eğitim hakkı, sivil toplumun siyasi süreçlere katılımı ve güçlendirilmesi alanlarında bazı reformlar getirdi.

2003 yılında başlayan Irak'ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali, Kuzey Irak’taki Kürtler açısından, zaten körfez savaşından bu yana fiilen var olan özerk devlet yapılanmasının güçlenmesi, anayasal ve uluslararası meşruiyet kazanması anlamına geldi.

Türkiye'deki Kürtler açısından ise bu, en azından sınırın açılması ve ticaretin gelişmesi demekti.

Böylesi bir dönemde, güneydoğuda nelerin değiştiğini görmek, Kürtlerin, AB süreci, yapılan reformlar, devam eden şiddet, devletle ilişkileri, Irak’taki gelişmeler ve en önemli kendi yaşamları hakkındaki düşüncelerini dinlemek üzere üç haftalık bir geziye çıktım.

Mart ve Nisan aylarında sürdürdüğüm bu gezide yaptığım söyleşiler, Diyarbakır, Van ve Hakkâri il ve ilçeleri ile köylerine yoğunlaşıyor.

Her biri 15 dakikalik 10 bölümden oluşan bu radyo dizisine aşağıdaki linkten girip dinleyebilirsiniz.


http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/138_southeast/

DİZİDEN ÖZGÜR ÜNİVERSİTE SİTESİNCE ÇIKARILAN TRANSKRİPTler

DİYARBAKIR'IN BOŞALTILIP KISMEN GERİ DÖNÜLEN BİR KÖYÜNDEN: 


 Hangi köyden göçtünüz?
(Bir erkek): Biz Kocaköy ilçesine  bağlı Tepecik köyü; bizim gelişimizin tarihi de 92’nin 12. ayın 20’si.
Siz köyden ayrıldığınız günü hatırlıyor musunuz?
(Bir kadın): İyice hatırlıyorum; ben içerde oturuyordum. Korucular ilk önce geldiler. Köyü taradığı zaman ben penceredeydim. Tam kurşun başımın üstünden geçti. Kahvaltıyı ben sermiştim, çocuklarım üstünde oturuyordu. Sonra panzer falan sesi geldi; ben dedim, ‘Zaten panzer, asker gelirse çatışma duracak. Artık durmadı; ben de “eşşedümü” getirdim, dedim son şeydir.
Saat kaçtı?
Saat 8’len 9 arasında idi; sabah. Ben tekrar çıktım, dedim ‘tek çocuklarımın canını kurtarayım.’ Çocuklarım çırım çıplak, ayakkabısız, elbisesiz içerden çıkarttım, gittim caddenin üstüne; arkamızdan önümüzden kurşunlar sıkılıyor, evler yanıyor. Hayvanlar içerde diri diri yandılar; hayvanların sesi geliyor. Benim küçük oğlum, şimdi gördünüz, birbuçuk yaşındaydı. Ben aldım o çocukları, getirdim Diyarbakır’a; hiçbir şeyim kalmadı.
Zorunlu göçle ilgili programlarımızın sonuncusuna Diyarbakır’da, köylerini 14 yıl önce terk ettikleri günü unutamayanların anlattıklarıyla başladık. 1998 yılında yayınlanan TBMM komisyonu raporu., sorunlu göçü ‘en uzun süreli ve en kapsamlı hak ihlali’ diye tarif etmiş; ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti: “Zorunlu göçe maruz kalan insanlar uzun süreye yayılmış bir yer değişim yaşamıyorlar; yani köyü yıkılan insanın köyü en fazla on Dakka içersinde yerlebir ediliyor. Yıllarca ikamet ettikleri, oturdukları o toprağa bağlılıkları bir anda koparılıyor; evlerine bağlılıkları bir anda koparılıyor. Hak ihlalleri açısından baktığınızda zaten sadece tek bir hakkın ihlali değil yani; sadece bir yaşam hakkının, sadece bir mülkiyet hakkının, yani bir spesifik hak ihlali yok burada. Burada pozitif hukuk, evrensel hukukun güvenceye bağlamış olduğu, neredeyse bütün haklarınız ihlal ediliyor. Yani bir haklar zinciriniz ihlale maruz kalıyor.” Diyarbakır barosundan Av. Mahsuni Karaman, yaraları hala sarılamayan göçün insanlarda yol açtığı travmanın, Diyarbakır’da yaşanan her sorunda etkisi olduğunu düşünüyor; sokak gösterilerindeki şiddetten, artan kadın intiharlarına, uyuşturucu bağımlılığından sokak çocuklarına, hatta kaçak elektrik kullanımına kadar.
Ama yaraların sarılması artık göçün geriye döndürülmesi anlamına gelmiyor. 1980’li yılların ortalarında başlayan zorunlu göç sürecinin çocukları, artık göç ettikleri kentlerde büyümüş olan yetişkinler; ve çoğu geri dönmek istemiyor. Diyarbakır Bağlar mahallesinde görüştüğüm sorunlu göç mağduru ailenin büyükleriyle gençleri, geri dönüş konusunda çok farklı düşünüyorlar. Örneğin, kimin isteğinin ağır basacağı ise belli:
Siz Diyarbakır’da mı büyüdünüz?
6 yaşında buradayım.
Siz?
Ben de üç yaşından beri buradayım.
Burada okula gittiğiniz zaman Diyarbakır’da yerleşik diğer ailelerden farklı hissettiniz mi kendinizi; ya da zorluklarınız oldu mu?
Evet, yeni geldiğimizde tam Türkçe bilmiyorduk. Onlar Türkçe konuşuyor, biz Kürtçe. Yavaş yavaş Türkçe’ye alıştık. Ben hatırlamıyorum; işte bu Fatih caminin orasında, bir bodrum katta yatıp kalkıyorduk. Babam hapisteydi, ağabeyimgil bizi geçindiriyordu.
Peki siz okula gidiyor musunuz hala?
Ben gitmiyorum…
Ben lise bir…
Ne yapmak istiyorsun?
Valla, öğretmen olmak istiyorum
Ne öğretmeni?
Sınıf öğretmeni, ya da coğrafya…
Siz ne yapıyorsunuz şu anda, çalışıyor musunuz?
Çalışıyorum
Ne iş yapıyorsunuz?
Belediyede, ilaçlama…
Ne kadar zaman oldu?
5 sene
Peki sizler dönmeyi düşünüyor musunuz?
Elimize düşerse düşünüyoruz. Kendi köyün hali başka; her şey bedavadır, hiçbir şeysi paraylan değil. Yumurtası bedava, yoğurdu bedava.
Peki, ya gençler gelmezse; onlar Diyarbakır’da kalmak isteyebilir.
Ben gençlerimi Diyarbakır’da yalnız bırakamam; onlar neredeyse ben de ordayım.
Kadınların durumu genellikle çocuklarına, eşlerine ya da babalarına göre şekilleniyor; Tepecik köyüne geri dönenlerden Sezi ve annesi örneğin:
Sezi merhaba
Merhaba!
Kaç senedir köye geri gelmişsin?
2 senedir gelmişim.
Daha önce bu köyde mi yaşıyordun?
Daha önce, evet bu köyde yaşıyorduk
Burada mı doğdun?
Evet, burada doğdum.
92’de mi sizde buradan kaçtınız, ayrıldınız?
Evet.
Sonra buraya dönme kararını nasıl verdiniz?
Yani şimdi dönme kararı; benim ailem başka bir köydeydi, ben İzmir’de kalıyordum, ağabeymin yanında. Ben işte babamlar zaten sürekli gidip geliyordu köye işte. Babam çok istiyordu. Şimdi millet de yerleşince köye; e, babam da birden aynı kararda aslında. Yani, ‘Gitcem’ dedi; benim pek annem gitmeye-gelme taraftarı değildi. Ama işte, babamın dediği dediktir.
Bir de yarı köyde, yarı şehirde yaşayanlar var; Diyarbakır’a yakın Mermer köyünden Dilan gibi: Askerim şu anda.”
Nerde askerliğini yapıyorsun?
İszmit(te askerim, Kocaeli’de askerim.
Süresi ne kadar karlı?
Süresi, 150 günüm var daha. 150 gün sonra inşallah teskeremi alıp, tekrar gelirim buralara.
Nerde yaşıyorsun?
Ben normalde Antalya’dayım.
Ne zaman göçtün Antalya’ya?
8 senedir gidip geliyorum işte; köye gidiyorum, Mermer. Bizim karakol var orda.
Peki Antalya’da ne yapıyorsun?
Antalya’da barmen, dj’cilik yapıyorum.
Ne tür müzikler?
Yabancı, ondan sonra Slow olsun… O tür müzikleri, şarkıları biz…
Türistlerin geldiği bir yer mi?
Türistlerin geldiği bir yer; otel şey, bar olduğu için.
Arkadaşların ne oldu? Mesela köydeki arkadaşların falan…
Şimdi gençler, fazla bulamazsınız köylerde. İş zamanı, bu vakitler çıkıyorlar, işte şehirlere… Kışın gene geri geliyorlar; gurbet çekilmiyor, geliyorlar tekrar.
Köylerine dönemeyen ve 15-20 yıldır şehirlerde yaşayanların ne kadarı acaba, bütün koşullar uygun olsa geri döner? Ya da bunca yıldır ne kadar kentli oldular? Bu anlamda göçtükleri kentleri nasıl etkilediler?
Dicle Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Yard. Doç. Mahzar Bağlı, Diyarbakır’da bu sorulara cevap arayan bir araştırma yapmış. 1990 ile 2000 yılları arasındaki 10 yıllık bir dönemi kapsıyor ve 416 kişinin katıldığı bir anket çalışmasına dayanıyor: “Üç temel hipotezimiz vardı; bunlardan birincisi, buraya göç eden insanların çok ciddi anlamda kentli bir tutumla karşılaşamadıkları ve dolayısıyla kentleşmenin gittikçe uzayan, yani aksayan bir süreç olarak ortaya çıktığını gördük. Bir de bununla beraber, psikolojik olarak kişinin, kendisini göçe hazır hissetmemesinden kaynaklanan sorunlar var.
Bir diğeri de, geri dönme isteğinin hakkaten çoğunlukla dile getirildiği bir biçimde güçlü bir şekilde devam edip etmediğidir. Çünkü Türkiye’nin diğer bölgelerinde, göç edenlerin önemli bir kısmı geri dönmek istemiyorlardır. Zaten bunu psikolojik olarak, kendilerini hazır hissetmiyorlar ve belli bir gerekçeyle göç ediyorlar. buradan, nerdeyse insanların kendilerinden kaynaklanan bir gerekçe yok; başkalarından kaynaklanan birtakım gerekçeler var. Ve dolayısıyla bu, başkalarından kaynaklanan gerekçeler ortadan kalkarsa, ‘Acaba geri dönmek isteyecekler mi?’ diye sormuştuk. 96’da yapılan araştırmada %70 civarında; 99’daki araştırmalarda %60; bizim araştırmamızda %50 civarında çıktı, geri dönme isteği.
Kadınlarda geri dönme isteğini daha düşük gördük ki, bu da kentin, belki onlara sunmuş olduğu imkanların varlığı ile açıklanabilir. Yani imkanlara kavuşmuş olmak değil, görüyor olmak ve belki, ‘Bir gün bunlara kavuşabilirim!’ özlemiyle burada kalmayı arzu ediyorlar. Doğrusu buradaki problem, başta da söylediğim gibi, yani buraya göç eden insanlar, geldikleri zaman kentte, kentli bir sınıfla –deyim yerindeyse- karşılaşmamışlardır. Ve bunun da çeşitli nedenleri var; belki Diyarbakır’ın çok yerlilerinin önemli bir kısmı bu süreçte buradan göç etmiş olmaları. Zaten Diyarbakır’ın göçle ilgili en büyük özelliklerinden birisi, aldığı göçün iki katı bir göç veriyor olmasıdır da. Yani kent merkezinden göç veriyor: aynı zamanda kent merkezine de göç alıyor. Mesela İstanbul’da da bu problem var, belki Ankara’da da var bu problem; ama oralardaki insanlar, gittiklerinde Ankaralı bir kesimle karşılaşıyorlar ve İstanbullu birileriyle karşılaşabiliyorlar. Ha, burada böyle bir şeyle karşılaşılmadı; yani insanlar ordaki bütün tutum ve davranışlarını buraya taşıdılar ve bir başkasının gözüne batmadı bunlar. Hem karşılaşılan toplumsal tabaka kentli bir tutuma sahip değildi, hem de üretim açısından da gerçekten ve informel alanlarda çalıştıkları için bir dönüşüm, ne yazık ki, gerçekleşmedi. Tabi, bu dönüşüm gerçekleşmeyince işte, belki 15 yıl, 20 yıldır devam ediyor; bu göçle birlikte gelen yeni nesil artık bir nevi, kenti kuşatmış oldu.”
Devletin köye dönüş ve tazminat konularındaki uygulamalarını önceki programlarda ele aldık; ama halen kentlerde yaşayan ve bundan sonra da önemli bir kısmı, muhtemelen kentlerde yaşamaya devam edecek olan zorunlu göç mağdurlarının yeni bir yaşama uyumu, rehabilitasyonunu hedefleyen özel bir program yok. BM kalkınma örgütünden Yeşim Oruç: “Zorla değil de hani böyle, ‘Aman, köye dönüş iyidir, aman gidin, gidin!’ demekle çok doğru bir yere varılmıyor. İnsanlar 10 yıldan fazladır bir süre kent merkezlerinde oturuyorlar. Özellikle  gençler, hatta kadınlar, çocuklar; bunlar köye geri dönmek pek istemiyorlar açıkçası. Onun için kentsel entegrasyon, tazminattan yararlanmak kanımca nerdeyse çoğunluğu için yerinden olmuş kişilerin çoğunluğu için daha etkin önlem alanları olacaktır. Burada, yerinden olmuş kişilere özel bir program yok! Her vatandaşın yararlanabildiği eğitim, sağlık ve sosyal yardım alanlarından her vatandaşla eşit şartlarda yararlanabilmeleri ilk adım. Bunların tabi, insanları hakir görücü veya küçük düşürücü şekillerde değil; insanların onurlarının daha dikkate alınarak onların yapabilir kılınmalarına özen göstererek toplumsal hayata katılımlarını teşvik ederek, mümkünse üretim alanlarına katılımları teşvik edilerek sosyal yardımların ciddiyetle hatta hatta hacminin her geçen gün artırılarak; zaten verildiğini görüyoruz, daha da artırılmasını çeşitli çalışmalarımızda da öneriyoruz.”
Doğu ve Güneydoğu da yaklaşık son 20 yılda yaşanan zorunlu göçün boyutları konusunda farklı rakamlar ve tahminler var. Ancak herkesin kabul ettiği bir şey, bu bölgelerdeki il ve ilçe merkezlerinin nüfusunun bu dönem içinde ikiye, üçe, bazen dörde katlandığı. Bunun yarattığı sorunları izlemek için, bu süreçte büyük göç alan merkezlerden biri olan Hakkari’nin Yüksekova ilçesine uzanalım. Yüksekova, kendisine bağlı olup, boşaltılan 40’a yakın köyün yanı sıra Çukurca, Hakkari, Şemdinli ve Şırnak tarafından göç almış. Yüksekova kaymakamı Uğur Kalkar anlatıyor: “İlçemiz, özellikle son dönemlerde köylerin boşaltılmasıyla beraber, gerek kendi ilçemizin köylerinden, gerekse de civar ilçelerdeki köylerin boşaltılmasıyla beraber; özellikle ilçe merkezi yoğun bir göç almış durumda. İlçe merkezimizin nüfusu 1990’larda 20 bin, 25 bin civarındayken, şu anda 80 binlere, 100 binlere dayanmış durumda. Yani çok kısa süre içersinde, 15 yıl gibi kısa bir süre içersinde nüfusu 3’e katlanmış durumda. Bunun, beraberinde getirdiği çok önemli sıkıntıları var.
Peki, bu sorunların giderilmesi konusunda gerekli kaynaklara sahip olduğunuzu düşünmüyor musunuz?
Şimdi, göçün tabi beraberinde getirdiği altyapı ile ilgili sıkıntılar değil, bir takım sosyal ve kültürel sıkıntılar da var. Onların, takdir edersiniz ki, hepsini bir anda aşmak çok zor! Biz bu sorunları aşmak için elimizden gelen bütün çabayı gösteriyoruz. Özellikle eğitimle, sağlıkla alakalı altyapı eksikliklerini, okul ihtiyaçlarımızı, öğretmen eksikliklerimizi gidermeye çalışıyoruz. Kaynak sıkıntısı duyduğumuz noktalarda kendi üstlerimize ve Ankara’ya bu ihtiyaçlarımızı bildiriyoruz. Bu konuda devletimizin hassasiyeti çok yüksek; ihtiyaç duyulan kaynakları temin edebiliyoruz; ama daha fazla kaynağa ihtiyaç duyuyoruz.”
Sorunların boyutları çok büyük. Bölgedeki hemen tüm il ve ilçe belediyeleri gibi Yüksekova’nın yerel yönetimi de bir yandan zorunlu göçün, bir yandan onunla daha ağırlaşan yoksullaşmanın yükü altında, deyim yerindeyse “inliyor!” Belediye başkanı Salih Yıldız, nüfusun belediye, jandarma ve sağlık müdürlüğü tarafından 100 binin üzerinde saptanmasına rağmen, resmen 60 binin altında kaydedilmesinin iller bankasından gelen kaynakları da yarıya indirdiğine dikkat çekti: “Hizmet konusunda çok zorlanıyoruz; çünkü 2003’te imar planı yapılmış şehrin. Ondan önce çarpık kentleşme nedeniyle rasgele herkes her yere ev yapmış, bina yapmış. Cadde, sokaklar nizami değil, dar. Adam küçükbaş hayvanını, büyükbaş hayvanını olduğu gibi getirmiş; tavuk kümesinden, bilmem hindisine kadar, her şeyini şehirde besliyor. Şimdi bundan biz zorlanıyoruz. Neden zorlanıyoruz? İtfaiyenin geçemeyeceği, yangın olduğu zaman sokaklarda zorlanıyoruz, çöp temizlenmesinde zorlanıyoruz, su götürme hizmetinden zorlanıyoruz. Aynı zamanda da bu kültür, bu insanlar bu güne kadar dayatmışlar, para ödememişler; para ödeme alışkanlığı olmamış belediyeye. Hizmet de istiyorlar; e, şimdi durumu iyi olmayan 135 bin nüfusa hizmet eden, 59 bin nüfusa göre iller bankasından payı gelen, 300 personeli olan, personelin maaşını en yüksek, bir belediye olarak gelen para ancak personel maaşına yetiyor. Tabi ki, para artmayınca hizmet götürmekte zorlanıyoruz. Bir de %80’ e, belki 85’e tekabül eden kesimin işsiz olduğu; işte 2000-3000, işportacılıkla kendini öyle geçim kaynağı sağlıyor. Bunların bile yaşamları böyle sokakta, kaldırımlarda sorun haline geldiği bir kentte…  Gerçekten sağlık karnesinden, bilmem ilaç almasından; geçim sıkıntısında herkes, gelip bizi buluyor.”
Çeşitli boyutlarıyla izini sürdüğümüz ve sürerken de yer yer ayrıntıları görebilmek için bölgedeki siyasi ve toplumsal başka sorunlardan, bir ölçüde soyutlamak zorunda kaldığımız zorunlu göç hakkında aslında daha çok şey söylemek mümkün; ama belki de en önemlisi, zorunlu göçün bölgede sadece 20’yi aşkın yıldır devam eden şiddet ortamının bir sonucu değil, aynı zamanda yaraları sarılamadığı ölçüde ve o sürece çok karmaşık yeni sıkıntıların ve sorunların ve yepyeni çatışmaların da kaynağı haline geldiğini vurgulamak!


-  Siz nerede yaşıyorsunuz?
-  Ben Yüksekova’da kalıyordum; iki senedir evim Van’dadır. Eşim de kalp hastasıdır.
Peki, daha önce köyünüz var mıydı?
-  Köyümüz vardı tabi. Yani köyde durumumuz süperdi; ağalar gibi geçinip gidiyorduk.
-  Neyle geçiniyordunuz?
-  Koyun; hayvanlarımız vardı, durumumuz iyiydi yani.
-  Köyünüz neredeydi, adı neydi?
-  Yeşilöz köyü, Beytüşşebab’a bağlıdır. Kürtçe Feraşi’dir. Biz orda yaşıyorduk. 1989’da yaktılar.
(Çocuk öksürmesi sesleri…)
-  Kaç çocuk var?
-  İki tane çocuğum var.
-  Adı ne kızın?
-  Nujin
 -  Nujin ne demek?
-  Nujin, yani Yeni yaşam, yepyeni bir sayfa; o da, nerede o günler!



KÖYLERİNE DÖNEMEYEN KORUCULAR VE CEVİZ AĞAÇLARI 

Bölgedeki hemen her sorunu derinlemesine etkileyen ‘sorunlu göç’le başlıyor; ‘Kürt sorunu’nun günlük hayattaki bazı tezahürleriyle de devam edecek…
Hakkari’nin Yüksekova ilçesi yakınındaki Doğanlı köyünden başlayalım, ‘zorunlu göç’ün izini sürmeye. Geçici bir yerleşim yeri Doğanlı. Burada, Çukurca7nın Uzundere köyünü terk etmek zorunda kalmış insanlar yaşıyor. 20 yıldır koruculuk yapıyorlar. Hayatlarında hayvancılık ve tarımın yerini silahlar ve tehlike almış.
Dorukları sürekli karlı olan muhteşem dağların arasındaki ovanın bir köşesine 3 sene önce kurulan, 204 hanelik bu yerleşim; yan yana, sıkışık düzen, tek katlı, gri evlerden oluşuyor. Yeşili, tarlası, hayvanı, merası yok! Evlerinin arası çamur deryası; köyden çok, yerini şaşırmış çok yoksul bir gecekondu mahallesi ya da afetzedeler için kurulmuş bir kampı andırıyor. Bu yüzden olmalı ki, buraya herkes “Doğanlı Kampı” diyor, buralarda. Onlarla göçlerinin ve dönemeyişlerinin hikayesini konuştuk:
-  Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?
-  Sağolun, Doğanlı köyü muhtarı Musa Alpan.
-  Musa bey, ne zaman buraya geldiniz?
-  Efendim, bu 2002’den biz buraya gelmişiz.
-  Şimdi burada durumumuz nedir, sıkıntılarımız var mı?
-  Vallahi durumumuz… Sıkıntımız vardır zaten. Sadece konut ki, devlet bize vermişti zaten; ne ekinimiz var…

- Tarlanız yok!
Tarlamız yok; ne meramız var, biz bir hayvan beslesek. Bu, büyük bir sıkıntı içindeyiz zaten. Biz geri dönmek de istiyoruz zaten, bu şartta…
Doğanlı kampı Uzundereli 3000 köylünün, köylerini terk etmek zorunda kaldıkları 1995’ten bu yana, yani 11 yıl içinde barındıkları 4. geçici yer. Daha önce komşu köylere misafir olmuş, bir süre çadırlarda yaşamış; yerleştirildikleri bir kamptan, afet bölgesi olması yüzünden çıkmak zorunda kalmış, son olarak da buraya gelmişler. Yüksekova ve Hakkari çevresi Doğanlı benzeri kamplarla dolu. Şiddet ortamında şu veya bu şekilde köylerini terk etmeye zorlanmış insanlarla dolu bu kamplar.
1984 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan çatışmaların yol açtığı zorunlu göçten kaç kişinin etkilendiğini söylemek hala mümkün değil. TBMM’nin 1998 tarihli komisyon raporuna göre 905 köy ve 2523 mezra boşaltılmış. 378335 kişi göç etmiş. İçişleri Bakanlığı’nın 2005 yılı için verdiği rakam ise 355803. Sivil toplum kuruluşları ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu tahmin ediyor; verdikleri rakamlar 4 milyona kadar çıkabiliyor. Ama bu konuda şu ana kadar henüz kapsamlı bir araştırma yapılmış değil.

Peki ya dönebilenler…
İçişleri Bakanlığı’nın verdiği son rakamlara göre 2005 yazı itibariyle, köyleri boşalmış olanların üçte biri köylerine dönmüş; ama bu konuda da görüş birliği yok! Oysa sağlıklı bir politika üretilebilmesi için her şeyden önce, sorunun boyutlarının saptanması gerekiyor. Bu amaçla, hükümetle anlaşmalı olarak Hacettepe Üniversitesi tarafından yürütülen bir araştırmaya, BM uzmanlık sağlıyor. BM kalkınma örgütünün Türkiye bürosundan  Yeşim Oruç: “Tamamıyla bağımsız bir anket çalışması. Esas itibariyle, Türkiye’de yerinden olmuş kişiler sayısı ve yerinden olmuş kişilerin ileriye dönük tercihlerini belirlemeye yönelik bir anket çalışması. Hacettepe Üniversitesi’nin sonuçları, tahminimce bizi çok daha realistik bir noktaya getirecek; ne 350 binde tutacak, ne 4 milyona götürecek. Haziran ortasında, anketin kamuoyuna açıklanacağı bilgisini aldık.”

Bu çalışmanın pratikte ne gibi yararları olacak sizce?
“Çok önemli tabi, böyle bir sayısal tahminlerin yapılabilmesi. Her şeyden önce ulusal sorumluluk. Yani yerinden olmuş vatandaşlara devletin sorumluluklarını, yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için; Ve bu köye dönüş, yerinde entegrasyon için, sosyal yardım ve veya tazminat… Bütün bunlar, yerine getirilebilmesi için bu sorumluluğun kaç kişiye karşı olduğunu ve bütçelerinin bilinebiliyor olması lazım.”
Zoraki göçetmiş veya dönebilmiş olanların sayıları konusunda görüş binliği olmamakla beraber, geri dönüşün önünde büyük engeller olduğunu herkes kabul ediyor: “Korucu biz olduk zaten. Ondan dolayısıyla zaten, orda duramadık. Savaştık zaten. 44 köyü orda boşaltmışlar zaten, Çehoze bölgesinde, sadece biz değiliz zaten. Bu dağın arkasında zaten, iki köy vardır.
-  Köyleriniz ne oldu, şimdi orda harabe mi?
-  Harabedir; bir şey kalmadı.
Gidip gördünüz mü hiç?
- Geçen sene biz görmüşüz. Orda ayakta bir şey kalmamış, çöl olmuş.
Şimdi niye dönmüyorsunuz, izin mi yok?
-  Köy yolu berbattır efendim, yol yok. Orda zaten imkanlarımız da kalmamıştır.; ne kavak kalmıştır, ne cevizler kalmıştır, ne meyveler kalmıştır. O kadar gücümüz de yoktur. Sadece gelir kaynağımız koruculuktur zaten. Her evin 10 tane nüfusu var. Ayda 400 milyon veriyor; on gün idaresine yapıyor, 20 gün aç kalıyor.

-  Peki şimdi her şey yapılmış olsa, köye dönseniz güvenliğiniz var mı?
-  Güvenlik yoktur orda. 44 tane mezra boştur zaten. Köy boştur; onlar da dönmemiş. Yollarımız da toprak, mayın dolayısıyla zaten…
-  Mayın da mı var?
-  Var.
Doğanlı kampı muhtarının anlattığı gibi köye dönüşün önündeki en önemli sebeplerden biri, maddi imkansızlı ve köy altyapılarının, kırsal ekonomisinin tamamıyla harap olmuş olması. Tablo, 1994’ten bu yana uygulanan ve 14 ili kapsayan ‘köye dönüş, rehabilitasyon programı’nın bu zorlukları aşmada yeterli olamadığına işaret ediyor. Bu konuda AKP hükümetinin iki yıl önce attığı çok önemli bir başka adımı, 5233 sayılı terör ve terörle mücadeleden doğan zararların tazminine dair yasaya ve uygulamasına daha sonra döneceğiz. Ama bütün bunlardan önde gelen bir soruna mercek tutalım önce;

Can güvenliği!
Çatışmaların yer yer devam etmesi ve özellikle de mayınlar, Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylüleri ve onlarla benzer durumda olan Çukurca’nın 44 diğer köyü açısından büyük önem taşıyor.

Nedir, mayınlar konusunda son durum?
Hakkari Barosu avukatlarından Rujbin Tugan’ı dinleyeceğiz. Tugan, mayınlarla ilgili çalışma yürüten küçük bir sivil inisiyatifin üyesi; hem de Doğanlı’da yaşayan Uzundere köylülerinin avukatı: “Mayınlara karşı bir toplumsal duyarlılık, bir bilinç oluşturmak üzere bir araya geldik. Kölülerle, muhtarlarla, jandarma birimleriyle, askerlerle konuşmaya başladık; yardım istedik yetkililerden hatta. Hakkari bölgesini esas alaraktan, ne kadar insanın bundan etkilendiğini, öncelikle tespit etmek amacıyla bir anket çalışması yaptık. Şu anda raporunun yazılması aşamasındayız. Ve raporunu bir kitap halinde paylaşmayı düşünüyoruz. Ancak bizim beklediğimizden de çok iç karartıcı bir tabloyla karşılaştık bu çalışma esnasında.
Yani biz yaklaşık işte, Hakkari’nin yüzde seksenine yakınını gezdik. O yüzde yirmilik, hiç giremediğimiz alanlardı. Onlar da bizzat resmi görevlilerce de mayınlı olduğu bildirilen ve kesinlikle insanların giremeyeceği alanlardı.
Yerleşim alanlarının içlerinde bir takım, yani çocukların taş fırlatmak suretiyle oyun oynadığı mayınlı yerlerle karşılaştık. Bütün Hakkari bölgesinde, iki bölge haricinde “mayınlıdır!” işareti göremedik.”
-  Bu konuda uluslar arası kuruluşlardan yardım ya da işbirliği almanız sözkonusu oldu mu?
“Grubumuz, kurulduğu andan itibaren, ‘Biz işbirliği ve yardım istiyoruz; çünkü bir, mayınların neye benzediği konusunda dahi çok fazla fikir sahibi değildik. Bu konularda, işte internetten indirdiğimiz şeylerden bilgi sahibi olduk. Broşürler bastırıldı. İşte, çocuklara gösterdik, ‘Buna benziyor!’; kadınlara gösterdik… Tabi dil problemi de var; yani siz broşür bastırıyorsunuz, Türkçe bastırıyorsunuz. Ayrıca, zaten okuma-yazma oranı çok düşük. Dolayısıyla anlatmak; beraber gittiğimiz bütün köylerde, köylülerin tümünü toplayaraktan… Özellikle kadınlar ve çocuklara, ısrarla… Çünkü erkekler bir biçimde silahla haşir-neşirler. Aslında tabi ki, bizim özde yapmaya çalıştığımız şey; biz ‘şiddet sorgulamaya’ çalışıyoruz bölgede. Bunun en kolay ve en anlaşılır yolu, sanırım mayınlar; çünkü herkes ‘mayın mağduru’ olabilir. Yani siz, ben, asker, polis, sivil, kadın, çocuk, Türk, Kürt, Müslüman; herhangi birisi… Ve herhangi bir yerde, ve herhangi bir zamanda mayın mağduru olabilir. Yani, kimin koyduğundan ziyade; onunla ilgili değiliz biz. Zaten devletin egemenlik sahası içersinde olan bir alandan bahsediyoruz Dolayısıyla siz, Hakkari’nin sınırındaki sıfır noktadaki bir köyünde yaşayan çocuğun da can ve mal güvenliğini teminle mükellefsiniz.
Ayrıca mayınlar tabi ki, geri dönüş önünde en önemli engellerden birisi; çünkü bir haritası yok bunların. Karakollar, işte boşaltılmış, köy boşaltıldıktan sonra orası temizlenmemiş ama… Ve onlar yağmurla, çamurla, karla kaymış tabi ki… Ve ne biliyim, başkalarının koyduğu mayınlar var ve bunlar iklim koşullarıyla çok çabuk yer değiştirebiliyorlar, kayabiliyorlar; ve yerlerini tespit etmek zaten çok güç.”
-  Mesela biz Doğanlı kampına gittik. Onların ‘köye dönüş’ başvuruları var. Bunun geri çevrilme sebebi herhalde mayınlar, değil mi?
“Orası zaten sınıra çok yakın bir bölge, mayınla dolu. Yaptığımız başvurulara, işte geçici cevaplar veriliyor; ya hiç cevap verilmiyor. Daha önce, ‘Gidemezsiniz!’ deniyordu; son bir yıldır, ‘Gidemezsiniz!’ denmiyor ama ‘Yolu yok, yol yapacağız, bekleyin’ anlamında… Fakat biz gitmeye çalıştık işte; mayın grubu olarak çalışma yürüttüğümüz esnada, bize resmi olarak, yani askeri birimlerin verdiği cevapta, ‘Oraya giremezsiniz’; yani, ‘Girmeyin!’ daha doğrusu ‘Gitmeyin, çünkü ölürsünüz!’ dendi.”
-  Can güvenliğiniz yok!
“Tabi, evet…”
-  Peki, ne yapılabilir, pratik olarak?
“Şimdi, aslında ikiye ayırmak lazım: Şu anda yerleşik yaşamda olanlara ilişkin olarak ve boş alanlarla ilgili, boş köylerle ilgili olarak ikili bir çalışma yapılması gerektiğine inanıyoruz biz. Yani öncelikli olarak bir bilgilendirme çalışması yapılması çok acil olarak bir ihtiyaç, Ve işaretlemelerin yapılması gerekiyor. Şimdi zaten bizim çalışmamızda, bizim iki tane haritamız ortaya çıkacak. Yani bu haritalar en azından bir rehber olabilir. Ayrıca mağdurlara yönelik olarak çok ciddi çalışmalara ihtiyaç var; protezleri yok, kolsuz, yüzü parçalanmış… İşte vücudunun belli bin uzvu yok, ‘Bu biçimde hayatını nasıl idame ettirebilir? Normal bir hayat nasıl sürdürebilir?’ gibi bir takım şeyler vermek gerekiyor bu insanlara. Bunun dışında tabi, eğer köylere geri dönülmesi isteniyorsa, çok acil bir biçimde bir tarama ve temizleme çalışmasına başlanmalı.”
İkinci bölüm
- Şimdi neredeyiz, kapı nerdeydi?
- Kapı burasıdır. Burası yatak odasıdır, burası da mutfaktı. Burası yoldur, burada dut ağacı vardı, çiçekler falan vardı. Her akşamları çay yapardık, içerdik…

Zorunlu göçün izini sürmeye devam edeceğiz.
Diyarbakır’la Lice arasındaki Tepecik, zorunlu göç mağduru bir başka köy. 70 haneli köy, 1992 yılının 20 Aralık gecesi boşaltılmış ve yakılmış. Son 4 yıldır köye dönüşe izin verilmiş yetkililer tarafından. Şu anda köye dönen 25 hane var. Yıkılmış evlerin arasına yeni evler yapmışlar, köydeki hayatlarını yeniden kurmaya çalışıyorlar. Okul sağlam, Cami’nin tamiri ise tamamlanmak üzere. Ama köy halkının üçte ikisi, bize köyü gezdiren hacı amca ve ailesi gibi köye sadece arada bir ziyarete gidebiliyor.
Yerinden yurdundan edilmiş insanların geri dönemeyiş sebepleri çok çeşitli. Şırnak’a bağlı Beytüşşabap’ın Yeşildere köyü geniş Gerdan aşiretinden. Onlar da 1994’ten bu yana köylerinden uzaklar. Dönmelerine hala izin verilmeyen köylerden. 155 hane, Yüksekova’nın Eskikışla ve Orman mahallelerinde yaşıyor.
-  Sizi tanıyabilir miyiz?
-  Ben, Eskikışla mahalle muhtarı Hasan Boz. Beytüşşabap’tan gelmişiz.
-  Geri dönmek için müracaat yaptınız mı?
-  Geri dönmek için 2002, 2003, 2004, 2005, bu sene de 2006; hep müracaatımız vardır, 155 hane adına.
-  Cevap alamadınız mı?
-  Cevap geliyor da, olumlu bir cevap yoktur. Onlar diyor; “Köy boştur, şimdi müsait değiliz”, yani “Yerleşim yoktur!” diyor. Hakkari valisiyle görüştüm, o da Şırnak valisiyle görüşecekmiş; fakat, olumlu bir sonuç beklemiyorum. İnsanlarımız da 155 hane; burada hepsi de işsiz ve perişan.
-  Köyler dolu mu?
-  Aşiret olarak 45 köy ve mezramız şu an boştur; yani 94’ten beri boştur.
-  Köyünüz ne sebeple boşaltılmış?
-  Bizim köyümüz olaylar nedeniyle, devlet tabi PKK, o çerçevede… Devlet boşaltıldı, yani zorla boşaltıldı.
-  Korucu oldunuz mu?
-  Korucu olmadığı için boşaltıldı. Hele bizim aşiretimiz korucu olmadı. Sadece 2 aile korucumuz vardır, o da eski muhtarlarımızdır.
Göç ve geri dönemeyiş konuşulurken, konu bir noktada mutlaka, gelip koruculuğa dayanıyor. Koruculuk 1985 yılında 3175 sayılı yasaya dayanarak yürürlüğe konulmuş. O zamandan bu yana da tartışma yaratmasına rağmen, ortadan kaldırılması güç bir sistem. Ekonomik olarak baktığımızda Doğu ve Güneydoğu’daki 14 ile; bugün Türkiye’de, kişi başına düşen gelire göre iller arasında yapılan sıralamada en son 20 sırada oynuyor. Kürt nüfusun yoğun olduğu 22 ilde, ‘geçici köy korucuları’ adı verilen 58542 maaşlı ve tahminen 30 bine yakın gönüllü korucu var.
Tarım ve hayvancılığın, şiddet ortamında yok olmasıyla iyice yoksullaşan bölgede koruculuk, bu hesaba göre en az 1 milyon insanın geçim kaynağını oluşturuyor. Çukurca Uzundere’yi 1995 yılında terk etmek zorunda kalmış Yüksekova Doğanlı kampında yaşayan 3000 kişinin ana gelir kaynağı, köydeki 100 korucunun maaşları örneğin: “20 sene oldu biz korucuyuz. Korucu maaşları 400 milyon lira. Mesela benim nüfusum, 15 nüfusum var. 400 milyonla geçinemiyoruz. Maaşımız az.

-  Peki, şimdi ‘Koruculuk kaldırıldı!’ deseler,; işte gene hayvanınızı, tarımınızı yapın!’ deseler, iyi olur mu sizce?
-  Şimdi, eski köyümüz boştur. Ağaçlarımız kurumuş; yolumuz yok, enerjimiz yok, sağlık ocağımız yok, okul yok, hiçbir şeysi yok. Oraya gitse mümkün değil, yani gitmiyoruz. Burada da aynı, arazimiz yok, hiçbir şeyimiz yok; sadece gördüğün gibi,bu konutlar var!
Koruculuğun bir başka önemli yönü ise silahlı bir güç olarak, korucu olmayanlar açısından bir tehdit oluşturabilmesi. Bu durum; bir yandan bölgede korucularla, koruculuğu seçmeyen nüfus arasındaki husumetin sürmesine yol açıyor. Bir yandan da denetimden uzak, silahlı güç olarak korucular arasında suç oranı hayli yüksek. İçişleri bakanı Abdülkadir Aksu, geçen yılın Eylül ayında 20 yıl içinde yaklaşık 5 bin köy korucusunun suç işlediğini, bine yakınının da tutuklandığını açıkladı. Suçların niteliği ise gasp ve soygundan, öldürme ve yaralamaya; güvenlik güçleriyle çatışmadan, toplu tecavüze ve uyuşturucu madde kaçakçılığına kadar uzanıyor. Ama prensip olarak kaldırılmasına kimsenin, korucuların dahi pek itiraz etmediği; bu sistemin nasıl yok edilebileceği konusunda henüz bir proje yok. Yalnızca 2000 yılında bu yana yeni korucu alınmadığı biliniyor.
Doğu ve Güneydoğu’da yerlerinden edilmiş insanların geriye dönüşü, Türkiye’nin AB üyelik süreciyle ve uluslar arası antlaşmalarla kabul ettiği taahhütleriyle de yakından ilintili. AB 2003 yılı katılım ortaklığı belgesinin siyasi kriterler bölümünde, ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin orijinal yerleşim yerlerine dönmesinin desteklenmesi ve hızlandırılmasından söz ediliyor. BM’in de Türkiye’ye bu konuda tavsiyeleri var. Bunlar 2003 yılında Ankara’yı ziyaret eden BM genel sekreterinin, yerinden olmuş kişiler özel temsilcisi Francis Deng tarafından dile getirildi. BM kalkınma örgütünün Türkiye bürosundan Yeşim Oruç anlatıyor: “Dang’in raporunda her şeyden önce şeffaflık ilkesinin altını çizerek Türkiye hükümetine, yerinden olmuş kişilere yönelik politikasını açıklamasını talep etti. 2. olarak, BM kuruluşlarının yerinden olmuş kişilerin insan hakları konusunu izlemesi gerektiğini raporunda önerdi. 3. husus ise, özellikle eve dönüşün talep edildiği yerlerde güvenlik önlemlerinin alınması ve geri dönüşün güvenlik açısından, mümkün kılınabilmesi için mümkün mertebe önlemler alınması hususuydu. Belki de 4. ve (bu tam bir öneri olara yer almamakla beraber) bay Dang’ın, Türk hükümetiyle paylaştığı raporunda altı çizilen bir şey, yerinden olmuş insanların yaşadığı yerlerde, veyahut da geri dönmeyi tercih ettikleri yerlerde entegrasyonun zaman aldığını, meşakkatli bir iş olduğunu ve de güven eksikliklerini içermesi gerektiği de bir vurgu olarak Türkiye hükümetiyle paylaştı.

-  Peki, hükümet bu tavsiyeleri yerine getirdi mi, neler yaptı?
Yeşim Oruç, BM’in değerlendirmelerine göre hükümetin bu konuda attığı en önemli adımın 5233 sayılı yasa olduğunu söylüyor; yani devletin, terör ve terörle mücadeleden doğan zararları yargı değil, idari mekanizmalar yoluyla tazmin etmeyi kabul etmesi. Bölgedeki ekonomik ortamda köylerine geri dönmek isteyen; ya da bulundukları yerlerde kendilerine daha normal bir yaşam kurmak isteyenlerin bir çoğu için, bu tazminatlar şu anda tek umut.
1992 yılında boşaltılan Lice’nin Tepecik köyünden kaçarak Diyarbakır’ın yoksul Bağlar mahallesinde akrabalarının yanına sığınan ve hala da kendisini toparlayamayan bir ailenin konuğu olduk:

- Tazminat komisyonlarına başvurdunuz mu?
- E, ama başvurduk, hani?
-  Valla avukatların elinde bir şey yok!
-  Siz başvurdunuz mu?
- Evet, biz başvurduk; şu ana kadar hiçbir şey yoktur yani. Belki vermezler de.
Sonuç alan var mı?
- Yok,bizim köyde yok. Civar köyde, yukarda bir köy var, Lice’ye yakın; onlar almışlar, onun da şartlarını bilmiyoruz daha doğrusu.
-  Valla ben umudumu kesmişim köyden yani, neylen gideceğim. Bir çocuğum tek çalışıyor, lokantada bulaşıkçı. Getiriyor 10 milyon evime para; kira var, su var, bilmem ne var, ne var. Bizim yaşamamız öyledir.
-  Vermezlerse biz, Avrupa İnsan Haklarına göndereceğiz; biz hiç vazgeçmeyeceğiz!

-  Masrafını nasıl karşılayacaksınız, çok pahalı işler değil mi bunlar?
-  Tabi, pahalıdır ama biz diyoruz ki, burada verse daha iyi olur. Ben de çok Türkçe bilmiyorum; yani verseler, çok iyi olur.
Yerinden olmuş kişileri temsil eden sivil toplum örgütleri ve avukatların, tazminatı düzenleyen 5233 sayılı yasanın, içeriğine ve uygulamasına ilişkin bir çok eleştirisi var. Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Ağıllı köyünün avukatı Mahsun Karaman, aynı zamanda Diyarbakır Barosu’nun, konuyla ilgili uzmanlarından. Yasanın içeriğine yönelik en temel eleştirisi yalnızca maddi tazminatı öngörmesi; ‘maddi ve manevi tazminat evrensel hukukta bir bütündür” diyor Karaman; ama yine de yasanın, bir dönüm noktası olduğunu kabul ediyor: “İki odaktan kaynaklı zarar karşılanıyor; birincisi, doğrudan terör örgütlerinin vermiş olduğu zararlar. İkincisi de devletin, bu örgütlerle mücadelesinde yürüttüğü faaliyetleri neticesinde meydana gelen zararları karşılıyor.
Devlet, terörle mücadele yöntemi olarak köy yakmayı, boşaltmayı hiçbir zaman kabul etmedi; ama bu yasayı düzenlemekle, ‘olabilir; yapmış da olabiliriz ve zararları karşılıyorum’ manasında bir sonuç da çıkarılabilir bu yasadan. Yani geçmişe dönmek ve bu konuda bir sulh yolunu öngörmek, aynı zamanda geçmişle bir nebze de olsun yüzleşme iradesi olduğunu da aynı zamanda gösteriyor.
Yasa, zarar tespit komisyonlarının kurulmasını öngörüyor. Bu zarar tespit komisyonları her il valiliği bünyesinde kuruluyor. Başında vali yardımcısının olduğu il müdürlüklerinden birer üye ve ilin barosundan bir avukat üyeden oluşuyor; yedi üyelik bir zarar tespit komisyonu… Mağdurlar bu kurula bir başvuru dilekçesiyle kendileri, ya da vekilleri aracılığıyla başvurabiliyorlar. Özellikle mala-mülke verilen kararlarda keşif zorunluluğu oluyor; ona göre, daha sonra tazminatları veriliyor.

-  Nasıl mal-mülk kanıtlanıyor?
Evlerde bu, problem pek olmuyor; şahıslar, keşif günü oraya gidip tespit yaptırabiliyor. Orda bir sıkıntı çıkmıyor; ancak tarlalarda bu büyük bir sıkıntı. Bölgenin %99’u kadastro görmemiş. Herhangi bir zilliyetlik belgesi de yok. Dolayısıyla, ‘Bu işin içinden nasıl çıkalım?’ sorusu zarar tespit komisyonlarını, uygulamada şu noktaya getirdi: 1952 yılında yapılmış bir memleket haritası vardır; çok ilginçtir, her tarafı orman sayan bir memleket haritasıdır. Her köye ait 1952 tarihli haritada geçen arazi miktarına bakılıyor. O arazi miktarı; muhtarlar ve azalar çağrılıyor, ‘Köylüleriniz arasında bölüşün!’ deniliyor; kişi başına bir dönüm, iki dönüm arazi düşüyor, paylaşılıyor. Herkese birkaç tane meyve ağacı yazılıyor; hiçbir kök-mök yok, ortada hiçbir şey yok.
-  Aynı şekilde, hayvanlar için de…
Hayvanlar için ödeme verilmiyor, olay tutanağı isteniyor; yani o tarihte tutulmuş bir olay tutanağı… Olay tutanağı, olay sırasında jandarma veya polis tarafından tutulan tutanaktır. Kendi aleyhine bir olay tutanağı verilmesi mümkün müdür? Yani keşifler sırasında büyük bir sıkıntı var; bir kere mağdurların mal varlıkları sonradan tespit edilmiyor.
-  Neye, ne ücret verileceğini, ne tazminat verileceğini nasıl tespit ediyorlar?
Diyarbakır valiliği, evin metrekaresine 89 milyon ödüyor. Bu, bir bakanlar kurulu listesidir, yani yapılar tasnif edilmiş, sınıflandırılmıştır: 89 milyon, 150 milyon, 200 milyon, yapının cinsine göre; evler için böyle… Meyve ağaçları için 20 milyon veriliyor, 20 YTY ödeniyor; bu çok ilginçtir. Benim, vekilliğini yaptığım bir köy var, Ağıllı köyünde 3500 adet ceviz ağacı, keşif tutanaklarında yazılıdır. Her bir ceviz ağacına, valilik 20 YTL ödeme yapacağını söylüyor. Ben, Diyarbakır Tarım İl Müdürlüğüne, bilgi edinme yasası çerçevesinde, Diyarbakır ve ilçeleri açısından elma, armut, ceviz, nar; aklınıza gelebilecek bütün meyve ağaçlarını yazmak suretiyle, ortalama vasat bir ağacın ağaç bedeli, 94 tarihinden 2005 tarihine kadar ürün miktarları ve bunların miktarlarını TL cinsinden, YTL cinsinden, yani tutarlarını istedim. Tarım İl Müdürlüğü, ‘Tarafımızda böyle bir tasnif yoktur, arşivlerimizde kayıtları yoktur!’ dedi. Aynı yasa gereğince şikayet edeceğimi söyledim, ihtar ettim. İki gün sonra bana bir koli gönderildi. Bu tutanaklarda 94’ten 2005 yılına kadar bütün meyve ağaçlarının verim miktarları, tutanakları da gösterilmek suretiyle her şey işlenmiş.
Burada bir ceviz ağacının, sadece ağaç bedeli 1890 YTL oluyor; oysa valiliğin, aynı ceviz ağacı için ödemek istediği rakam 20 YTL. Yani şimdi burada 10 tane ağacı olan bir kişinin zararını, varın siz hesaplayın! Bir, 18 milyar sadece bunların odun bedeli; 10 yıl, 12 yıl, 13 yıl boyunca elde edilemeyen ürünlerini de hesaplarsanız 25-30 milyar civarında, sadece 10 ceviz ağacı için uğradığı zarar oluyor. Resmi rakamlar uygulanırsa, bu 10 ceviz ağacı için 30 bin YTL tazminat alabilir iken; şu durumda, valinin şu anki hesabına göre 200 YTL (200 milyon) tazminat hesaplanıyor. 5233 sayılı yasanın tüm görüntüsünü bu veriyor.
Avukat Mahsuni Karaman 5233 sayılı yasanın uygulamasını, bir ceviz ağacının değeri üzerinden eleştiriyordu. Peki, ama ne oluyor sonunda? Acaba iç hukuk yolları ve Avrupa İnsan hakları Mahkemesi yolu hala açık, ama avukat Karaman, çok muhtaç durumdaki mağdurların çoğunun, yine de ‘ne verilirse kabul ettiği’ni söylüyor.
5233 sayılı yas terör ve terörle mücadele nedeniyle ailelerinden birini kaybedenlere de sabit bir tazminat öngörmüş. Memur kat sayısına göre hesaplanan bu miktar, bu yıl 16 bin YTL. 1998’de yayınlanan TBMM komisyonu raporu, zorunlu göçü ‘en uzun süreli ve kapsamlı hak ihlali’ diye tarif etmiş ve zorla yerinden edilen bir kişinin, tam 7 anayasal hakkının birden ihlal edildiğini belirtmişti.



15 Ağustos 2005 Pazartesi

PAZARTESİ: LONDRA'DAN BOMBA GÜNLÜĞÜ VE BAĞDAT'A SELAM



TEMMUZ AĞUSTOS 2005


Londra dan bomba günlüğü ve Bağdat'a selam
Geçen hafta İngiltere merkezli bağımsız bir araştırma grubu açıkladı: Irak'ta işgalin başladığı
2003 Mart'ından bu yana her gün ortalama otuz dört sivil öliyormuş. Öldürülen her dört sivilden üçünü Amerikalılar öldürüyormuş. Amerikan ve İngiliz askeri makamları Irak'ta ölen sivillerin hesabını tutmuyormuş. Irak makamları da sadece direnişçilerin öldürdüğü sivilleri sayıyormuş.
Ama ateş düştüğü yeri yakıyor işte. Londra'daki bombalarla canlarını kaybe- den herkesi bir bir resimlerinden, annelerinin, babalarının, arkadaşlarının anlattıklarından tanıyoruz artık. Hangi okula gideceklerdi, ne zaman evleneceklerdi, nasıl ailenin gözbebeğiydiler, iş yerinde nasıl sevilip sayılıyorlardı. Aileden biri gibi oldular artık. Bazı gazeteler hâlâ her gün ilk bomba serisinde ölenleri tek tek tanıtan yazılar yayımlıyor.
Bakıyorum resimlere tek tek. Benim gibi, bu şehirdeki birçok can dostum gibi öylesine Londralı yüzler. Hepimiz ola- bilirdik diye tüylerim ürperiyor. Telaşla birbirimizi aramıştık o gün. Neyse ki herkes tamamdı. Ama birileri eve dön- memiş telefonlara cevap vermemişti. Televizyonda en büyük ve en sevgili oğlunun manasız ölümüne isyan eden Karayip asıllı İngiliz anneyle beraber ben de ağlıyorum, sönen umutlara, ziyan olan hayatlara.
Burada kayıplar isim isim, resim resim, öykü öykü sayılıyor.
Geçen gün savaş karşıtı gruplar bir eylem yapıp, Londra'daki saldırılarda ölenlerle beraber, Irak'ta ölenlerin isim- lerini de okudular bir meydanda. Küçük bir kısmını tabii.

Her ne kadar ateş düştüğü yeri yakarsa da, Londra ile beraber hep Bağdat'ı hatırlayan, bu kentin iki yılı aşkın zamandır her gün bir 7 Temmuz yaşadığını ve bunun kıyaslanamaz korkunçluğunu fark edenler de var.
Uzun bekleyiş
Ve Allah'tan Londralılar kendilerine neyin çarptığını biliyor. İngiltere'de insanlar, Başbakan Tony Blair'in, George Bush ve onun dünyayı fethetme politikalarının peşine takılmasından bu yana hedef olacaklarını biliyorlar ve bekliyorlardı. Onun için kimse 11 Eylül 2001 'de birçok Amerikalının yaptığı gibi "niçin bize saldırılıyor, ne oluyor" gibi sorular sormadı o gün.
Bir tek niçin bu kadar gecikti diye soru- labilirdi. Belki de İngiliz kamuoyunun çoğunluğunun Irak savaşına karşı oluşu ve bunu gayet yüksek sesle ifade etmesiydi bunca zamandır beklenen bu
saldırıların bu kadar gecikmesinin nedeni kim bilir...
Onun için Başbakan "bu saldırıların Irak'la hiç bir ilgisi yok" dediğinde, onu fazla ciddiye alan olmadı.

Korku
İki hafta arayla ikinci tur bombalar. Çok korkuyorum. Yok, bombalardan değil o kadar.
Biraz ürkünç tabii. İnsan trene ya da otobüse binince ister istemez etrafındak- ilerin tipini inceleyip az sonra bizlerle birlikte havaya uçmaya hazırlanan biri var mı diye kolaçan ediyor.

Tehlike ortamına, hatta tesadüfen yaşıyor olma duygusuna hiç yabancı sayılmam geldiğim ülke itibariyle. Ama çok korkutucu başka şeyler oluyor. Kabul gören değerler, davranışlar, ortak akıl ve sağduyu ölçütleri değişiyor ve tıpkı bir kâbusta olduğu gibi sanki kimse farkında değil. Çığlık atmaya çalışıyor- sunuz, sesiniz çıkmıyor.
Milliyetçiliği sevmem oldum olası. Dünyanın bu taraflarında milliyetçiliğin epeydir en popüler nefret objesi "Müslüman göçmen"ler. Hem bu ülkeye dışardan geldiği için hem de görünüş, dil, din, kültür, her bakımdan çok farklı olduğu için harika bir düşman malzeme- si oluşturuyor. Bu eğilim 11 Eylül son- rası ortamda iyice tırmanış kaydetti ve İngiltere'deki Müslümanların önemli bir kısmını son yıllarda İngiliz sol muhale- fetiyle ittifaka ve hatta ortak eylemliliğe zorladı.

Mecburi Hareketler
Londra saldırılarının ilk doğrudan sonu- cu medyanın ve siyasetçilerin önemli bir kısmının şöyle bir durup Müslümanlara kuşkuyla bakması oldu. Suçlayıcı sessiz- likten paniğe kapılan adamcağızlar hemen telaşla, sağa sola bakıp, daha saldırının failleri belli olmadan kınamalar yayınlamaya başladı. Ama kurtulamadılar.
Bütün televizyonlar, radyolar, İngiltere'de yaşayan Müslümanların örgütlerini, liderlerini aramaya ve "bakın Müslüman ama kınıyor" , ya da "bakın Müslüman ama o da yakınını kaybetti" türünden, Müslümanları anlaşılmaz bir
5 Pazartesi Temmuz - Ağustos 2005
yaratık türü gibi yabancılaştıran haberler yapmaya girişti.
Murat Belge bir zamanlar Kürt sorunu ile ilgili bir söz söylemek isteyen herkesin, söyleyeceği şey ne olursa olsun, söze, "teröre ben herkesten çok karşıyım ama" gibisinden bir girizgahla başlamak zorunda olduğunu yazmış, bunu bazı spor yarışmalarındaki 'mecburi hareketler'e benzetmişti.

Bu da onun gibi. Sokaklarda fikri soru- lan Müslüman vatandaşlar bile "Müslümanım ama bu haince saldırıları kınıyorum" diye başlıyor söze. Çünkü öyle başlamazsa, söyleyeceği söze güve- nilmeyecek, yanlış anlaşılacak. Ama böyle yapmakla da ng kadar doğru anlaşılıyor o da belli değil. Geçende Tony Blair işi iyice ileri götürüp, Müslümanlara, "içinizdeki El Kaf&e
sömürgelerinden gelmiş, iki üç kuşaktır bu ülkede yaşayan İngiltereli Müslümanlar ne yapsınlar, fazla bir şey diyemiyorlar. Irkçı hareketlerin ve polis operasyonlarının hedefi haline gelme, işini, gücünü, itibarını, her şeyini kay- betme korkusu içinde bu nefret ve suçla- ma dalgasının geçmesini bekliyorlar. Ve mecburi hareketleri sabırla sürdürüyor- lar.
Fakat son günlerde, "ülkendeki medreseleri kapat", "onu bunu tutukla", "ne yap yap bul bize onları" türünden taleplerden bunalmış olmalı ki, "batı koalisyonunun İslam dünyasındaki değerli müttefiki" Pervez Müşerref sonunda kendini tutamadı.
O da kendi durduğu yerden Tony Blair'e
bazı hayat dersleri verdi. "İnsan hakları, özgürlük filan diyerek yıllarca kimseye dokunmadılar. Şimdi ektiklerini biçiyor- lar. Önce kendi evlerini düzene soksun- lar."
Kâbus
İkinci tur patlamayan bombalı saldırılar- dan bir gün sonra televizyona yapışmış gelişmeleri izliyorum. Sivil polislerin bir metro istasyonunda birini vurup öldürdüğü söylendi.
Bir görgü tanığı çıkardılar. Adam anlatıyor: "Tren istasyonda duruyordu. Birden bir bağrış çağrış duydum. Sonra Asyalıya benzeyen bir adam vagona daldı. Dalarken sendeledi, ya da itildi. Yere düştü. Silahlı adamlardan biri beş el ateş ederek yerdeki adamı öldürdü. Hayır, vurulan adamın elinde silah falan yoktu." Kaygıyla izliyorum. Adam silahsızken, yere düşmüşken niye vuru- luyor? Bir kelepçe geçirilip tutuk- lasalardı ya, o kadar tehlikeliyse. Bundan sonra işler böyle mi yani? Polisler sivilmiş. Adam ya anlamayıp kendini bazı katiller kovalıyor sanan ilgisiz biriyse?
Kameralar tekrar sunucuya dönüyor. Gülümseyerek yanındaki 'terör uzmanı'na dönüyor kadın. "Kamuoyunun polisten beklediği türden kararlı bir operasyona mı tanık oluyoruz sizce?" diyor, inanabiliyor musunuz? Bu bir kâbus!


Katil kim?
Benim gibi polisiye öykü meraklıları bilir. Bir cinayet işlendiğinde usta bir dedektif, sigara izmaritlerindeki ruj izlerini falan bir kenara bırakıp önce şu soruyu sorar: Bundan kim çıkar sağlıyor? Ama bunun yanıtı basit değil bu olayda. Eylemi yapanlar artık aramızda olmadıklarından, en azından bu dünya- da bir fayda edinemeyeceklerini söyleyebiliriz rahatça. Radikal bir örgüt üstlenmiş saldırıyı internette. Eh belki sınırlı bir fayda elde ederler.
"Ne biçim vurduk kalbinden işgalcileri ve haçlıları" filan diyerek prestij kazanıp taraftar toplayabilirler. Gene de işgali, milyonlarla sokağa dökülerek protesto etmiş bir şehrin insanını vurmakla moral bir üstünlük kazanabileceklerini ve kitle- sel destek sağlayabileceklerini

düşünmek zor. Ama saldırıların mesela İngiltere'deki yabancı ve göçmen düşmanlarına, ırkçılara güzel siyasi malzeme verdiğine hiç kuşku yok. Irkçı Britanya Milliyetçi Partisi şimdiden, bombalanan otobüsünün resmiyle ırkçı propaganda bildirileri dağıtmaya başladı mesela. Bu partiye verilen destek son yıllarda büyük hızla artıyor. İngiltere'nin çeşitli yerlerinde camiler, hatta bir Hindu tapınağı saldırıya uğradı. Leeds'de ırkçı gruplar Müslüman mahal- lelerinin yakınlarında gövde gösterileri yapmaya başladı.
Saldırılardan güzel siyasi malzeme elde eden bir başkası da Başbakan Tony Blair.
Biri sizi gözetliyor
Blair, saldırılardan önce, mecliste kendi partisi ve bir kısım muhalefet mil- letvekillerinin itirazları yüzünden takıiabileceği düşünülen birçok anti demokratik yasayı şimdi geçirebilecek. Vatandaşlara, tüm bilgilerini içeren elek- tronik kimlik kartları taşıma zorunluluğu getirilmesi mesela. Ya da, 'terörü dolaylı teşvik' etmek gibi her yere çekilebilecek bir suç icat edilmesi. Belki de İngiltere dış politikasını eleştirip, "Irak'ın işgali yanlıştır" ya da "Filistinlilere haksızlık ediliyor" derseniz, terörü dolaylı olarak teşvik etmiş olacaksınız. Hâkimin iki dudağı arasında. Sonra tehlikeli olduğu sanılan kişiler, ülkelerinde can güvenlik- leri olmasa bile artık iade edilebilecek- ler. Polis ve istihbarat örgütleri de kendilerine verilen yetkilerin
artırılmasını istiyormuş gazetelere göre. Mesela polis, Londra olaylarından sonra, şüphelileri, yargıç önüne çıkarmadan üç ay sorgulayabilmek istiyor. İnsaf! Üç ay nerede görülmüş. "Birinin bunlara Kopenhag Kriterlerini hatırlatması gerekiyor," diyeceksiniz belki ama, "tehditle karşı karşıyayım," diyerek ulus- lararası anlaşmalardan muafiyet isterler
o zaman da...
Kısacası bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete denebilir...



6 Pazartesi Temmuz - Ağustos 2005





1 Haziran 2005 Çarşamba

SBFDER.ORG: KÖKLER- 2005 SBF DER PARİS BULUŞMASI ÜZERİNE

 2005 HAZİRAN - SBF DER SİTESİNDEN

1970 li yıllarda omuz omuza yürüyenlere...

http://www.sbfder.org/ayinKonugu007.asp


Paris’de eski dostlarla buluşup yeni dostlardan ayrıldım. İçim ısındı.
Hasan Hüseyin’den heveslenip Paris’i yazmak için niyetlenmişken, bambaşka bir yerlerden başladım. Sonunda Paris’e gelecek konu ama arası epey birikmiş. Ya da ben artık hiç bir şeyi kısa anlatamıyorum.


Farkettiniz mi, insan hep farkında bile olmadan sürekli bir unutma ve hatırlama süreciyle hayatının tam bir fotoğrafını çekme çabasında.

İnsan doğası böyle. Her bir anınızda o anı ve geleceği, ama aynı zamanda geçmişinize dair, bütünlüklü, tam bir resmi görmek istiyorsunuz.

Ben buna insanın, tarihini sürekli olarak yeniden yazma ihtiyacı diyeyim. Tanıkları bulmak ve onlarla bu sözlü tarihi sürekli karşılaştırmak gerekiyor.

Bunu yapamadığınız oranda, ya da tam olarak yazamadığınız tarihiniz büyüdükçe, içinizde de bir boşluk büyüyor.

BOŞLUKLAR

Benim çocukluğum hep oradan oraya taşınarak geçti. İki şehir, üç ilkokul değiştirdim. İlkokul arkadaşlarım ve öğretmenlerim uzak ve dumanlı bir mazi.

Yarı öğrencisi gazeteciler sitesinden, yarısı da arkadaki gecekondulardan gelen, Esentepe’deki Mareşal Fevzi Çakmak ilkokulundan, sınıfın camından hep birlikte evinin buldozerlerle yıkılışını seyrederken gözlerinden ip gibi yaşlar inen kırmızı saçlı çilli Halil ile, şimdi koca koca holding binalarının arz-ı endam ettiği Zincirlikuyu ile Levent arasındaki dutluk ve kırlıklarda bana kuzukulağını, dışı soyulup içi yenen dikenleri tanıtan Berat’a neler olduğunu bilmeliydim oysa.

Ya da daha sonra harçlıklarımızı biriktirip çarşamba günleri beraber Selamiçeşme’deki Şal pastanesinden aldığımız bir kutu pastayla meteorolojinin papatya tarlasında piknik yaptığımız Neslihan ve Jülide’ye.

Altı yılımı geçirdiğim liseden kimseyle bağım yok. Kars oyunları ekibinde eş olarak oynadığımız ilk sevgilim profesyonel ritimci ve dansçı oldu diye biliyorum.

Çanakkale günlerinde Nazım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan metinleri uyarlayarak bütün velileri zarıl zarıl ağlatan can dostu edebiyat öğretmenim Gaye hanım sağmış.

İnternet sağolsun, lise mezunlarının grubunu bulup sordum. Grupta 400’e yakın insane var. Ama hiçbiri beni tanımıyor. “Gene de buluşma günümüze bekleriz Kumru abla” diye yazdı moderatör. 96 mezunuymuş. İçim ezildi.

Neyse ki birlikte ahlak dersini kırıp topluca Arkadaş filmine gittiğimiz 5 Edebiyaz A sınıfının 13 öğrencisinden Baba Ahmet’in Bursa’da otelcilik yaptığını biliyorum. Annemleri tanıyıp bir güzel ağırlamış, bana da selam yollamış.

YAKIN TARİH

Üniversite sınavına hazırlanırken birlikte romantik isyan hayalleri kurduğum ve diyalektik materyalizm ile Anti Dühring’in, ve Ampriyo-kritisizm’in esrarını birlikte çözmeye çalıştığım iki yakın arkadaşımdan birinin izini ha yakaladım, ha yakalayacağım.

Yirmi yıl once rehberden numarasını bulup aramış, hapiste olduğunu öğrenmiştim ağlayan annesinden. Üniversite sınavına girdiğim günü bana babasının koca köstekli demiryolcu saatini vermiş ve kapıda çıkışımı beklemişti, nasıl unuturum?

Aramak da zor iş ama değil mi o kadar yıl sonra? Sevinecek mi korkacak mı? Konuşulacak şey bulunamayıp, karşılıklı susulacak mı? Mecburen kibarlık mı edilecek? İlk ne denecek? Ya gözleri eskisi gibi parlamıyorsa?

İlkokul ve lise arkadaşlarının izini kaybetmek neyse de insan ilk defa yetişkin bir insan olarak, eşini dostunu seçtiği üniversite yıllarından nasıl kopar? Cevap: 78’li olursa…

ANKARA YOLUNDA 

Ankara’ya yataklı tren ile gittim babamla kaydımı yaptırmaya.

Yataklı muhteşemdir, insane harika bir lüks hissi verir. Eski moda bir lüks ama.

Benimle çok gururluydu şimdi anlıyorum. Yataklının restoranında yoğurtlu ıspanaklarımızı yerken, “Sen bizim aileden beşinci Mülkiyeli oluyorsun” dedi.

Bizim aile de Mülkiye gibi devlete yüksek memur yetiştirmiştir hep. Gerçi babam biraz fazla solcu geldi devlete tutmadılar. Ama onun aklı hep orda kaldı. Aslında sağlım bir devletçi olduğu için sosyalist olmuştu biraz da.

16 yaşımdaydım ilkokulda bir sınıf atladığımdan, ve Siyasal ilk tercihimdi. Trendeki yemekten sonra babam Samsun paketini çıkardı. Bir tane kendisi alıp bir de bana uzattı. “ Ben de üniversiteye girdiğimde başlamıştım, yanımda içebilirsin” dedi. Heyecandan nefesim kesilmişti, gizli gizli içtiğimin farkındaydı üstelik. Utanarak içtim.

NE OLUNMALI?

Artık büyümüştüm işte. Önümde iki önemli soru vardı.

Ne olacaktım okuyup? Babam maliyeci olmamı isterdi. İdareye ısınamamıştım. Hesapla aram iyi değildi. En iyisi diplomat olmak belki de diye düşünmüştüm. O zamanlar hem hayatın hem devletin kadınlara bizim evdeki kadar eşit davranmadığının da farkında değildim pek.


Sonra nasıl bir solcu olacaktım. Kendime bir yol seçmem lazımdı.

Şen şatır ve fena halde siyasi bir sülaleden geliyorum. Ya da kabileden.

Çocukluğumda bayramlarda, düğün ve cenazelerde ve Yozgat günlerinde aile biraraya geldiğinde, yenilir, içilir, hop badirik oynanır, şarkılar söylenir ama daima ve ateşle politika konuşulurdu. Sesler giderek yükselip öfkeler kabardığı bir defasında Demokrat Partili yaşlı bir akrabamız, babamı “Dikkat et Arslan ateşle oynuyorsun” diye uyarmıştı. Uyuyamamıştım o gece. Çocuklar herşeyi ciddiye alır.

Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, Çankaya ilçe saymanı olan annem deri ceketi ve kasketiyle meydanlarda seçim konuşmaları yapıyor. Hem çok kararlı bir sosyalist hem de iyi bir hatip olduğu halde çoğu kişinin onu hala boyu posu ve güzelliğiyle hatırlamasına ifrit olur.

Babam ise memur olduğundan üye olamıyor, gizlice teorisyen. Seçim konuşmalarını onun yazdığı söyleniyor. Benim işim ise rozet dağıtmak.

Beş yaşındayken, bildiriler yazmak, eylem planlamak için evimize toplanan abiler ve ablaları üç haneli rakamlarla toplama çıkarma yaparak etkilemeye çalışıyorum. “Yaz bakalım” diyorlar, “Em-per-ya-li-zim”.

Kafatasçıları, Amerikalıları ve Türşkeş'i sevmiyoruz.

Gel zaman git zaman, 12 Mart döneminde İstanbul’dayız artık.

“Sayın muhbir vatandaş” radyodan göreve çağrılıyor. Babam “Doktor yurt dışına kaçtı” diyor, “Mihri tebdil geziyor, sınırdan bir o yana bir bu yana geçiyormuş.

Halit Çelenk gelip gidiyor, davaları anlatıyor. Karagözlüklü sıkıyönetim hakimlerini, Denizleri.. Gözlerimden yaşlar iniyor. Geceleri uykuya dalmadan once onları nasıl hapisten kurtarabileceğimi planlıyorum.

Baskınlar, ev aramaları. Bize kalmaya gelip bana matematik çalıştıran, benimle Amiral Battı oyanyan abiler ve ablaların leblebili bozalar içtiğimiz o kış gecelerinde gidecek başka yerleri yoktu muhtemelen.

Büyüyüp her şerefli yetişkin gibi hapis, sürgün, ve gereği neyse onları yapmaya karar veriyorum.
Fakat heyhat! Ben büyüyene kadar işler karıştı! Her kafadan bir ses çıkıyor.

Yanlış yollara gitmeyelim diye bir kaç arkadaş kafa kafaya verip çalışmaya giriştik. Materyalizm tamam da diyalektiği anlaması zor. Babamın açıklamaları işi daha da karıştırıyor. “Her gün aslında biraz dün, biraz bugün, biraz da yarındır” diyor şevkle. Nasıl yani?

Aylar süren okumalar, tartışmalar, ciltler dolusu sol yayınlar klasiklerinden sonra bazı elemeler yapabilecek duruma geldiğimizi hissediyoruz.

Sovyetikleri pasifist buluyoruz, bir şey yapmaya niyetleri yok. Maoculuk da bizim memlekete uymaz. Küçük halktan kopuk grupların da bir yere gideceği yok. Eh seçenekleri iyice daraltmışız.

Ben Siyasal’ı kazanınca birbirimize söz verdik. Aramızda tartışmadan bir yere katılmaca yok. Ankara’ya gidişimin birinci haftasına bu sözümü çiğnedim.

Bir yıla kalmadan artık diplomatlıkta ya da okumada da gözüm kalmamıştı ne yalan söyleyeyim. Hatta demokratik özerk üniversite mücadelesi falan da kesmezdi beni. Türkiye’de çok yakın bir gelecekte devrim olacaktı. Bu çok kesindi. Çelişkiler iyice keskinleşmişti. İnsanlar öldürülüyor, dövülüyor, şiddet her yeri sarıyor, yoksulluk büyüyordu. Olunacak tek şey vardı:

PROFESYONEL DEVRİMCİ

Kesintisizleri yutmuştum. Babamların kuşağına da artık başka bir gözle bakıyor ve alttan alta küçümsüyordum. Reformcuydu onlar. Kemalisttiler hatta. (O zamanlar solcuların birbirine küfür gibi yakıştırdıkları bu sıfatın, yani Kemalizmin aslında en radikalinden en mıymıntısına bütün Türk sol hareketleri için bir ölçüde geçerli olduğunu düşündüm sonradan.) Onlar konuşmuştu, biz yapacaktık. Bu devleti yıkacak yerine sömürüye dayanmayan yeni bir düzen kuracaktık.

Babam, her ne kadar “gelmezler yavrum” diyorsa da halk bizim arkamızdaydı. Gecekondulardan binlerce kişiyi Kızılay’a indirmiyor muyduk?

Ya ordu? Pek düşünmemişiz. Hatta o hiç bir zaman itiraf etmeyeceğimiz Kemalist damarımız içten içe nasıl CHP ye kanımızı kaynatıyorsa, gizli gizli askerin de hiç bir zaman polis gibi olamayacağını fısıldıyordu. Yaşayarak öğrenmek gibisi yok.

ENTLER VE İSİMLERİMİZ


Sevgili arkadaşlar,
Çok sevdiğim bir kitap var. Yüzüklerin Efendisi. Çocuk kitabı deyip geçmeyin sakın. Bağlılık, dostluk, fedakarlık, sevgi, hayat, evren ve varoluş hakkında çok düşündürür insanı.

O kitapta çok bilge ve yaşlı ağaçlar var. Yürüyebilen ağaçlar. Ya da sıradan ağaçların çobanlarıdır bunlar.

Birine ismini sorarlar. “Mmmmmmm” der, “Çok uzun sürer, şimdi anlaşmaya vakit yok".

Çünkü o dilde birinin ismi, onun hakkındaki herşeydir, onun öyküsüdür.

Ben de adımı söylemeye devam edeceğim. Ne uzunmuş ben de bilmiyordum. Üstelik dağınık da.

Adlarımızdan bir dönemin hikayesi çıkacak.

Kumru Başer
Haziran, 2005

5 Haziran 1997 Perşembe

BİRİKİM DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZILAR 1997-2001

 BİRİKİM DERGİSİNDEKİ YAZILAR:

http://www.birikimdergisi.com/birikim/kisi.aspx?kid=2349

SAYI 147 : TEMMUZ 2001  "Yeni Sol" ile Eskisi Arasında Devamlılık ve Kopuş

SAYI 134-135: HAZİRAN 2000  TürkiyE, Kürt Sorununun Geleceği ve Uluslararası Faktörlere Karamsar Bir Bakış

SAYI 111-112: TEMMUZ 1998 Kuzey İrlanda: Üçüncü Olasılık

SAYI 98: HAZİRAN 1997  İngiltere'de Seçimler: Zafer Kimin



İngiltere'de Seçimler: Zafer Kimin

İngiliz ya da daha doğrusu Britanyalı seçmen 1 Mayıs genel seçimlerinde, beklendiği üzere artık başına “yeni” sıfatı eklenen İşçi Partisi’ni eşi menendi görülmemiş bir çoğunlukla tam 179 milletvekili farkla iktidara getirdi.

Öyle ki İşçi Partisi milletvekilleri iktidar partisi için ayrılmış sıralara sığmıyor parlamentoda. Seçmen öte yandan dört kere üst üste seçip 18 yıl başta tuttuğu Muhafazakâr Parti’yi de, ülkenin seçim tarihinde görülmemiş bir hezimetle beş yıl için Majestelerinin muhalefeti ilân etti. Bu durumda kaçınılmaz olarak “demokrasinin beşiğinde” seçmenin niye bunu böyle yaptığını anlayıp dersler çıkarmak ihtiyacı doğdu. Ama tabiî nereden bakıldığına bağlı olarak getirilen yorumlar da farklılaştı. Basitçe sıralamak gerekirse, (a) Halk solun ve sosyalist politikaların sağın politikalarından daha iyi olduğunu sonunda anladı. Sol zafer kazandı. (b) Bu aslında Muhafazakârların zaferi. Seçimi kaybettiler ama ideolojik olarak kazandılar ve İşçi Partisi ancak sağa kayıp onlara benzeyerek seçim kazanabildi. (c) Britanyalılar Muhafazakârlardan el aman deyip “alma mazlumun ahını, çıkar 18 senede” demiş oldu. (d) Seçmen “demokrasilerde tebdil-i iktidarda ferahlık vardır” dedi.

Ben (d)’yi hemen dışlıyorum. Çünkü Muhafazakâr Parti’nin niçin dört kere üst üste seçildiğini açıklamıyor. Bence İngiltere’de seçmenin niçin İşçi Partisi’ni iktidara getirdiği sorusunun yanıtı esasen (b) ama aynı zamanda (c) şıkları. Bu durumda (a) da otomatik olarak reddedilmiş oluyor.
MUHAFAZAKÂRLARIN
ZAFERİ
Muhafazakâr Parti seçim kampanyası boyunca, seçmene, “İşçi Partisi bizim politikalarımıza sahip çıkıyor. Aslı varken niçin taklidini seçiyorsunuz?” diye soruyordu. Bu sorudaki gücenikliği ve haklılığı anlamak mümkün. Çünkü gerçekten İşçi Partisi 1979’da iktidarı kaybeden parti değil artık. Kimilerine göre modernleşti, kimilerine göre sağa kaydı. Ama artık sendikalar tarafından kurulan ve politikalarına onlar tarafından yön verilen, temel üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olmasını ilke edinen bu nedenle özelleştirmelere karşı çıkan, refah devletinin bekçisi İşçi Partisi tarih oldu. İşçi Partisi’nin geçirdiği bu değişimin temelinde ise bizzat, 1979’da Margareth Thatcher liderliğinde iktidara gelip, orada 18 yıl oturan “Yeni” Muhafazakâr Parti’nin İngiltere’nin ekonomik, sosyal yapısını ve dolayısıyla da siyasî haritasını yeni baştan çizmesi yatıyor. Kısacası Muhafazakâr Parti iktidarı İngiltere’yi, muhalefetini ancak kendisine benzeyerek var olabileceği bir noktaya getirerek önemli bir ideolojik zafer kazanmış oldu. Ama bu dönüşümü yaratırken, fazla ileri gittiği de seçmenin 1 Mayıs seçimlerinde indirdiği tokadın ağırlığından belli oluyor. Muhafazakârlar sadece seçimi kaybetmediler. Tarihlerinin en büyük yenilgisini aldılar.
DEMİR LADY’DEN
SONRA OLANLAR
Margareth Thatcher 1979’da İngiltere tarihinin ilk kadın başbakanı olduğunda, tarihe bu özelliğiyle adını yazdıracağı düşünüldüyse de pek hata edildiği kısa sürede anlaşıldı.
Thatcher özellikle iki dünya savaşının getirdiği yıkımın ardından bir toplumsal uzlaşma olarak köklenen refah devletine büyük darbeler indirdi. Sosyal hizmetler için ayrılan fonlar kısılır ve hizmetler giderek kötüleşirken, sosyal güvenlik ödemelerinin kısılması için adımlar atıldı. Emeklilere, işsizlere, çocuklara, tek başına çocuk büyütenlere, özürlülere, yaşlılara, mültecilere kısacası en zayıf durumdaki kesimlere yönelik sosyal güvenlik ödemeleri ya da yardımlar tırpanlandı. Son yıllarda sayısında düşüş olmakla birlikte ülkede halen 2 milyonu aşkın işsiz var. Bunların içinde sürekli işsizlerin oranı ücretlerdeki genel düşüş nedeniyle arttı. Thatcher ve sonrasında Muhafazakârlar, çalışanların haklarını düzenleyen Avrupa Birliği Sosyal Sözleşmesini dahi sanayiye zarar vereceği gerekçesiyle imzalamadılar. Kamu harcamaları kısılırken vergiler bari artmasaydı. Onlar da arttı.
Yoksulluk, işsizlik ve sefalet arttı. Toplumsal uçurumlar büyüdü. Bir araştırmaya göre bundan 18 yıl önce toplumun en düşük gelirli yüzde onluk bölümü millî gelirin yüzde dördünü alırken, bugün bu oran yüzde ikibuçuğa düşmüş. Öte yandan en zengin yüzde onluk kesim Muhafazakârlar iktidara geldiğinde millî gelirin yüzde yirmisini alırken, şimdi yüzde yirmialtısını alır olmuşlar.
Gelir dağılımı bozulup yoksulluk artsa da işveren çevreleri memnundu. Ücret artışları ve kamu harcamaları aşağı çekilerek enflasyon düşürülmüş, ekonomi canlanmış kârlar büyümüştü. Bu memnuniyet ve servetler bir başka adımla daha da büyüdü: Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi. Çelik işletmesi, Elektrik, Su, Havayolları, Havagazı işletmesi, demiryolları, metrolar ve daha birçok kamu işletmesi özelleştirildi. Büyük kârlar edinildi.
Bütün bunlar olurken Thatcher, muhaliflerini de iyice ezerek, karşıt sesleri minimuma indirdi. İşçi sendikalarının kurduğu ve gücünü doğrudan onlardan alan muhalefet İşçi Partisi’ne ve bu arada tabiî genel olarak işçilere çok büyük darbeler indirip, hareketsiz hale getirdi.
Bunu kısa vadede, sendikal hakları inanılmaz bir hızla ortadan kaldırarak ve sendikaların üzerine en sert şekilde gidip, bellerini kırarak yaptı. İngiliz madencilerin dünya sendikal mücadeleler tarihine geçen grevini kırmak için İstihbarat teşkilatının bile devreye sokulduğu, sendikanın içeriden bölünmesi dışarıdan yıpratılması için MI 5’in faaliyette bulunduğu sonradan ortaya çıktı. Madenlerin verimsiz denilerek hızla kapatılmasıyla maden işçilerinin sayısı yüzbinlerden onbinlere düşerken, en güçlü sendikalardan biri eridi. Bu genel olarak sendika saflarında moral çöküntü, toplu pazarlık ve grevin etkinliğinin kırılması ve sendikalı işçi sayısında düşüş şeklinde neticelendi. İş güvencesi zedelendi, işçi ücretlerinde artışlar dondu kaldı. Sendikalar kamuoyunun gözünde meşrû ve demokrasinin olmazsa olmaz parçalarından biri iken, toplumsal huzursuzluğun, partizanlığın, hattâ ekonomik krizlerin baş müsebbibi ilân edildiler.
Muhafazakârlar uzun vadede ise Türkiye’de köşe dönmecilik ya da Özalcılık diye literatüre geçmiş olan ideolojik ortamı yaratarak, konut ve ipotekle kredi konusundaki düzenlemelerle milyonlarca işçiyi mülk sahibi kılarak, sosyal devletin erimesini, toplumsal uçurumların artmasını, yükselme, zengin olma umutlarıyla ikâme etti. Bu umutları gerçekleşen küçük bir kesim de oldu tabiî. 20-25 yaşlarında milyonlarla oynayan borsa simsarları, aracılar, spekülatörler, özelleştirilen kamu işletmelerine astronomik maaşlarla genel müdür olan eski bürokratlar gibi. Artık eski İngiltere gibi zengin ve önemli olmak için zengin ve soylu doğmak gerekmiyordu. Ekonomik düzeyde bunu üretime yönelik sanayiin payının giderek küçülmesi, hizmet sektörünün hızla büyümesi tamamladı. Ülkenin ekonomik ve sosyal yapısı değişmiş, madenlerde ve fabrikalarda çalışan milyonlarca işçi erimiş onların yerini mülk sahibi, çoğu hizmet sektöründe çalışan ve fırsatlar toplumunun nimetlerinden yararlanmaya istekli orta direk almıştı.
İŞÇİ PARTİSİ’NİN
UZUN YÜRÜYÜŞÜ
Bütün bu köklü dönüşüm sürecinde İşçi Partisi de kendisini bugünlere getiren uzun yürüyüşüne başladı. 1979’da iktidarı Muhafazakârlara kaybeden İşçi Partisi önce, Michael Foot liderliğinde yeni ve radikal sağ karşısında daha kararlı ve sert bir sol çizgi ile muhalefete girişti. Sosyal devlet, temel üretim araçlarının kamu mülkiyeti gibi zaten kuruluşunda kabul ettiği temel ilkelere dış politikada tek yanlı nükleer silahsızlanmayı ekledi. 1983’te ilân ettiği sol seçim manifestosu bazı partililerce “tarihin en uzun intihar mektubu” diye yorumlandı. Çünkü İngiltere’de kamuoyu Muhafazakârların çizdiği yeni ve harikûlade fırsatlarla dolu parlak gelecek tablosuna iyice kapılmış ama faturasını da henüz görmemişti.
1983 seçim yenilgisinden sonra partinin yeni lideri Neil Kinnock, parti içindeki sol kanatla hesaplaşmaya girişti. Tüzük ve kuruluş ilkelerinde sol söylemi değiştirmeye yönelik adımları atmaya başladı. Ancak İşçi Partisi’ni tam bir iç kargaşaya sürükleyen ve parçalanmanın eşiğine getiren bu hesaplaşma partinin 1987 seçimlerini de kaybetmesine yol açtı. Ama modernleşme ya da sağa kayış artık geri dönmemek üzere başlamıştı. Partinin kurucusu ve efendisi güçlü işçi sendikaları, partinin karar süreçlerinde kâğıt üzerinde hâlâ sahip oldukları ağırlığın zeminini oluşturan ekonomik ve siyasî güçlerini yitirdiler. 1992 seçimlerinde parti, değiştiğini ve nasıl değiştiğini henüz kendisine ve kamuoyuna net bir şekilde anlatamadı ve Muhafazakârların acımasız sosyal politikalarının acısı çıkmaya başladığı halde yeni sağın ideolojik zaferi sürüyordu ve soldan ödü patlar hale getirilen seçmen, “hâlâ soldalar da oy toplamak için değiştik diyorlar” diyerek İşçi Partisi’ni iktidara getirmedi.
1992’de yeni lider John Smith ve onun 1994’teki ani ölümü ardından yerini alan genç ve çevik lider Tony Blair değişim sürecinin adını koydular. Partinin tüzüğü temelden değiştirilerek, sendikalara, artık partinin efendisi olmadıkları hâlâ anlamamış olabilirler diye açıkça bildirildi. “Yeni” İşçi Partisi’nin, işçilerin değil, herkesin, orta sınıfların ve iş çevrelerinin de partisidir denildi. Parti politikalarına daha bir açıklık getirdi ve seçmen bu kez ikna oldu. Yalnız orta sınıf da değil, Thatcher’in milyonerleri diye bilinen yeni zenginler bile seçim öncesinde tek tek saf değiştirip, esasen mevcut ekonomik politikalarda çok köklü bir değişiklik yapmayacak, ama daha sevimli ve çağdaş görünümlü ve insancıl yüzlü İşçi Partisi’ni tercih ettiklerini ilân ettiler.
SOLUN ZAFERİ DEĞİL
Sol”dan ne anlaşıldığı kişiye göre değişir ama kuruluşunda sosyalizmi ilke edinmiş İngiliz İşçi Partisi’nin artık bırakın sosyalizm, marşı Kızıl Bayrak, ya da sembolü kızıl gül ile, adıyla bile alakası yok. İktidar olmak için Muhafazakâr Parti’nin 18 yılda dönüştürdüğü İngiltere’ye geldiği noktadan bakarak geriye dönülemeyeceğini kabulleniyor ve yeni sahada yeni kurallarla oynamaya başlıyor. Yeni sağın artık seçmenin belkemiğini oluşturan orta sınıflara çok cazip gelen, girişimci, bireyci ve kapitalist değerleri yücelten ideolojisini coşkuyla benimseyip, buna karşılık, sosyal devletin alelacele ve acımasızca eritilmesinin açtığı derin toplumsal yaralara merhem vaadederek Muhafazakârların kaybettiği puanları topluyor.
Ama İşçi Partisi refah devletinin eski haline getirmeyi hedeflemiyor. Vergilerle kaynak yaratıp, kamu harcamalarını genişletme yoluna gitmiyor. Programına göre İşçi Partisi iktidarı sosyal yardımları, emekli maaşlarını, işsizlik parası ve diğer sosyal ödemeleri arttırmayacak, eğitim ve sağlık bütçelerini genişletmeyecek, çevre koruma için ek bütçe koymayacak. Ama örneğin özel sektörü bu alanlarda gönüllü ya da zorunlu katkıda bulunmaya zorlayarak, sosyal sorunların çözümüne sermayeyi ortak etmeyi teşvik edecek. Vergileri arttırmayacak, ama yüksek gelir grupları aleyhine vergi muafiyetleriyle oynayarak, daha adil bir vergi sistemi arayacak. Kuruluş ilkelerinden “temel üretim araçlarının kamu mülkiyetinde” olmasından vazgeçtiğinden, özelleştirilen kamu işletmelerini yeniden devletleştirmeyecek. Ama bu işletmeleri satın alarak büyük kârlar elde eden özel işletmelere, bir defalık özel bir vergi koyacak. Bunu işsizlikle mücadele fonuna aktaracak. Sosyal harcamaları işsizliği düşürerek azaltmayı hedefleyecek.
Ekonomik politikalarını Muhafazakârların daha insanî bir versiyonu olmakla sınırlayan İşçi Partisi siyasî planda ise daha büyük esnekliğe sahip. Daha toplumcu, daha insanî, daha hayırsever ve daha içten, daha özgürlükçü, daha liberal bir parti olduğunu sergilemeye yönelik bir dizi yasal ve anayasal adımın hazırlıkları içinde. Asgari ücret uygulaması konacak, İskoçya ve Galler’e belirli sınırlar içinde özerklik verilecek. İngiliz kuvvetleri Kuzey İrlanda’dan çekilmeyecek, ama IRA’nın siyasî kanadı Sinn Fein’le doğrudan görüşmeler yapılacak. Ceza ve infaz yasalarında, sendikal hakları düzenleyen yasalarda, göçmen yasalarında insanî değişiklikler yapılacak. Dış yardım konusunda insanî kriterler öne çıkacak. Avrupa’da çalışanların haklarını düzenleyen Avrupa Birliği sosyal sözleşmesi imzalanacak.
Muhafazakârlardan daha demokratik, daha “çağdaş”, modern ve eşitlikçi bir parti imajı çizen İşçi Partisi, sembolik adımlarla bir de tarz yaratacak. Buna başladı bile. Kabine üyeleri birbirlerine ilk isimleriyle hitabedecekler, avam kamarasının genel kurul salonu yüzlerce yıllık şeklini değiştirecek, bir süre sonra Lordlar Kamarası’nı lağvedilmesi de gündeme gelecek. Modernlik imajı mecliste sayıları iki katına çıkan İşçi Partili kadın milletvekili, siyah ve Asyalı milletvekilleri, eşcinsel milletvekilleri ile de güçleniyor.
FENA MI OLDU YANİ?
Daha iyi olabilirdi. Çok büyük bir farkla seçimi kazanan İşçi Partisi, 18 yılda açılmış yaraları çok daha iyi sarabilecek,  ekonomik ve sosyal politikalarla gelse de belli ki seçimi kazanacaktı bu sefer. Belki en yakın rakibini 179 milletvekili geride bırakarak değil ve belki de bu kadar geniş kesimlerin desteğini alarak değil ama kazanacaktı. Örneğin vergi koyarak kaynak yaratması için kamuoyu yoklamalarına göre halkın yüzde yetmişinin onayı vardı. Ama olmadı. Dört seçim kaybeden ve beşinciyi kaybetmemeye yemin eden İşçi Partisi değişeceğim derken ekonomik ve sosyal politikaları konusunda kantarın topuzunu iyice sağa kaçırdı. Ve daha önce kendi sağında olan üçüncü parti Liberal Demokratların bile sağına düştü. Öyle ki, seçime doğru yapılan anketlerde, seçmenlerin büyük çoğunluğunun İşçi Partisi ile Muhafazakâr Partinin politikalarını ayırdedemediği ortaya çıktı.
Partilerin programlarının birbirine fazlaca yakınlaşması ve sağın solun belli olmaması tabiî siyasetin tadını tuzunu kaçırıyor ama, yine de ne yalan söylemeli, Muhafazakârların sille tokat kaybettikleri ve ne de olsa bir zamanlar bir yerinden sendikacılığa ve solculuğa bulaşmış 300’ü aşkın adam ve tam 103 kadın milletvekilinin onlardan boşalan koltuklara oturdukları bir seçim izlemek çok büyük bir zevkti. İşçi Partisi’nin siyasetini beğenmek kolay değil ama, ben Türkiye için yazılmış da olsa “çelişkiler keskinleşsin diye böyle mi geçsin ömrüm” şarkısının ana fikrine katılıyorum. Evet sonuçta İşçi Partisi’nin seçim zaferi “sosyalistlerin” ya da “sol”un zaferi olmaktan çok, İngiltere’yi artık sosyalistlerin sosyalist olarak seçimle iktidara gelemeyeceği bir ülke haline getiren Muhafazakârların zaferi. (Zaten ilginçtir İngiltere’de iktidar sadece seçim yoluyla değişebiliyor.) Ama İngiliz seçmenin bekleyip bekleyip de Muhafazakârlara indirdiği bu ağır yumruk, sağın piyasa ekonomisinin acımasızlığını çok ileriye götürdüğü mesajını da pek güzel verdi.
İngiltere, adı İşçi Partisi de olsa artık işçilerin kurduğu parti tarafından yönetilmeyecek ama en azından uzunca bir süre İngiltere’de ve hattâ onun verdiği ilhamla Fransa, Almanya ve Batı Avrupa ülkeleri ile dünyanın başka köşelerinde Thatcherizm rüzgârlarının yerine Blairizm rüzgârları esecek, esmeye başladı bile. (Fransa’da sadece sosyalistler değil, sağ liberaller de Blair çizgisinde olduklarını söylüyorlar.) Nispeten demokratik, daha insanî, kamusal ve özel çıkar dengelerinin azıcık kamuya doğru esnediği bir kapitalizm aranacak. Solun sağa kayışı şimdi yerini sağın sola kayıyormuş gibi yapmasına bırakacak. Tabiî bir yere kadar.




28 Haziran 1989 Çarşamba

SF KAKTÜS 8. SAYI: KADININ EV İÇİ EMEĞİNE EL KONULMASININ ANLAMI ÜZERİNE




Kadının Ev içi Emeğine El Konulması Anlamı Üzerine

Kumru Başer Londra 28.06.1989

Gülnur'un, 7. sayıda "Kadınların Kurtuluşu Bildirgesinin Düşündürdükleri" başlıklı yazısında başlattığı tartışma beni çok sevindirdi.

Biz de Londra'daki grubumuzda geçtiğimiz aylarda, aynı konularda bir tartışma yürütmüştük. Gündemlerimizin çakışması beni sevindirdi. Ayrıca tartışılanların da temel önemde olduğunu düşünüyorum.

Ben de, Gülnur'dan bir çok noktada farklılaşan düşüncelerimi aktararak bu tartışmaya katılmak istedim.

Bir kere, erkek egemenliğinin, ekonomik temellerinin görülmeyerek, geri bir ideolojinin kalıntısı ya da bir eğitim eksikliği gibi gerekçelere dayandırılmasına ben de karşı çıkıyorum. Ve böyle bir bakışın, aslında, erkek egemenliği ya da patriyarka denilen egemenlik biçimini anlamamanın da ötesinde: tehlikeli sonuçları olduğunu düşünüyorum. Çünkü, böylesi bir mantık, özellikle de maddeci olduklarını söyleyenler tarafından dile getirildiğinde, kadın kurtuluş hareketinin öneminin ve kapsamının azımsanması veya küçümsenmesi ile özdeşleşiyor.

Eksik bir tanımlama ile kaba bir materyalizm de birleştiğinde, bu, erkek egemenliğiyle hiç bir ilişkisi bulunmayan üretim ilişkilerine ait eşitsizlikler ve sömürü ortadan kaldırıldığında, buna bağlı olarak dönüştürülebilecek, ideoloji veya eğitim gibi üst yapısal bir olgu olarak algılanıyor.

Gülnur'un yazısında eksikliğini hissettiğim bir nokta, kadının ev içi emeğinin, açık bir toplumsal-ekonomik tanımını içermemesi.

Erkek egemenliği ya da patriyarkanın maddi temelleri irdelendiğinde, öncelikle kadının emeğinin niteliğinin tahlil edilmesi ve buradan kalkarak, bu emeğe el konuluşunun nasıl bir anlam taşıdığının değerlendirilmesi gerekir bence.

Öncelikle, kadının ev içi emeği (ev dışında çalışan kadının emeğini tamamen tartışma dışı bırakıyorum şimdilik) toplumsal üretimin bir parçası mıdır? Yani bizzatihi bir üretim midir?

"Kadının ev içi emeği üretim sürecine dolaylı bir katkıdır, işgücünün yeniden üretimini sağlar" diyenler var. Bence kadının bu emeği, toplumsal üretimin bir parçasıdır ve üretime doğrudan bir katkıdır.

Kadının ev içi emeğinin ayırıcı özelliklerinden ilki bence, yok sayılmasıdır. "Ev kadını" tanımlaması, "çalışmayan kadın" tanımlamasıyla eş anlamda kullanılarak, kadının emeği, herşeyden önce, ideolojik olarak yok sayılmaktadır.

Kadının evde bir şeyler yaptığı kabul edilse bile, yaptığı şeyler, egemen yargılara göre, "değersiz" ve aşağılanan işler statüsüne girmektedir. Bunun ayrılmaz bir boyutu, yine kadın emeğini, günümüz toplumlarında, işçi emeğinden ayıran temel fark, yani kadının emeğinin piyasa yasalarına tabi olmamasıdır. Yani kadının çalışma saatleri düzenlememiştir. Gece gündüz çalışabilir.

Bu çalışma saatlerinin yapılan istatistiklere göre, dünyada genellikle çalışanlar için öngürülen ortalama çalışma saatlerinin çok üstünde olduğu görülmektedir. Tabii, sigortası, güvencesi, tazminatı, iş riski ödenekleri ve benzerlerinden de yararlanmaz. Ve en temel olarak, emeğine ücret ödenmez.

Gülnur bu noktada, nedense, "kadının geçiminin güvence altına alınmasının, onun emeğinin karşılığı olduğu, dolayısıyla ortada bir el koymanın söz konusu olmadığına "ilişkin erkek tezinden gereğinden fazla etkilenerek, bu teze karşı savunma geliştirmeye ağırlık veriyor.

"Genel anlamda el koyma" şeklinde nitelediği ilişkiyi, kadının, emeğinin denetimine sahip olmaması şeklinde açıyor ki, bu mevcut durumun tanımlanması için çok hafif ve eksik bir tanımlama gibi geliyor bana.

İşçilerin de kendi emekleri üzerinde denetimleri olduğundan söz edilemez büyük ölçüde ama, kadının ev içi emeğinin sömürüsünün farklı bir karakteri var, o da, erkeğin kadının yalnızca işgücünden değil, bedeninden ve onun tüm ürettiklerinden ve sunduklarından da yararlanma hakkına, ayrıca bu beden üzerinde tasarruf hakkına da sahip olması (aile içi ırza geçme ve dayak gibi).

Bütün bunlar da yok sayılan ve bir karşılığı olduğu bile kabul edilmeyen, böylece tümüyle el konulan kadın emeğini, işçi emeğinden çok köle emeğine yakınlaştıran bir özellik.

Yine Gülnur'dan farklılaştığım bir nokta, kadının emeğine bu el koyuşa verdiğim isim: sömürü. Gülnur'un, "sömürü" kavramının kullanılmasına karşı çıkarken söylediklerini ikna edici değil ama karışık ve çelişkili buluyorum.

Kadınların, birbirlerinden çok farklı üretim ilişkileri içinde bulunmaları, yalnızca evde, ya da evde ve tarlada ya da evde ye fabrikada çalışıyor olmaları ya da ev işlerinin bir kısmını başka kadınlara para karşılığı yaptırıyor olmaları, onların tümünün ev içinde harcadıkları emeğe el koyulduğu gerçeğini niye değiştirsin?

Bu farklılıklar yalnızca, farklı kadınların farklı yoğunlukta sömürüye tabi olduklarını gösterir. Sömürü karşılıksız ya da karşılığı tam olarak verilmeden sistematik olarak bir kesimin emeğine el konulması olarak anlaşılırsa, ki sanırım bu kavram en çıplak biçimiyle tam da böyle bir şeyi ifade etmek için icad edilmiştir, o halde, niye kadınların, farklılıklarına rağmen, tümünün emeklerine el konulması sömürü kavramıyla ifade edilemesin?

Bu, sömürü kavramının, sosyalist söylemde kullanılışından bir etkileniş bile olsa böyle algılanamaz. Farklı ülkelerde, farklı renklerde, farklı cinsiyetlerde ve farklı işkollarında çalışan işçilerin maruz kaldıkları sömürü de kadınların maruz kaldıkları sömürü kadar nicel farklılaşmalar gösterebilir.

Tüm bu söylediklerimin ve farklılıklarımın pratik çıkarsamaları da Gülnur'unkinden farklı oluyor doğal olarak.

Ben, kadınlar olarak yıkmayı hedefleyebileceğimiz bir ekonomik/toplumsal ilişki biçiminin varolduğuna inanıyorum. Bu da, günümüzde, kapitalist üretim tarzı ile içiçe geçmiş olan patriyarkal sömürü ilişkileridir.

Yani, üretim araçlarının mülkiyetinin ve denetiminin ve bununla birlikte yaratılan değerlerin sermaye sahiplerinden alınıp herkese maledilmesi değil aynı zamanda tüm bunların erkeklerin de elinden alınıp herkese maledilmesi de gerekir.